16.2 C
İstanbul
Cuma, Mayıs 16, 2025

Yahudiliğin En Katı Hali: Haredi Topluluğu

Yahudiler 2.Dünya Savaşı boyunca özellikle Doğu Avrupa’da çeşitli soykırımlara maruz kaldı. Başta Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa gibi ülkelerde mülteci konumunda yaşayan Yahudiler, 1948 yılında Siyonist düşünce önderliğinde Filistin topraklarına dönerek İsrail Devletini kurdu. 1950 yılında çıkarılan Geri Dönüş yasası ile çeşitli ülkelerde yaşayan Yahudiler İsrail devletinde yaşamaya, soylarının doğduğu topraklara geri dönmeye başladı. Günümüzde Yahudilerin %45’i İsrail Devleti sınırları içerisinde yaşamaktadır. Çeşitli Siyonist planlamalarla topraklarını yıllar geçtikçe genişleten İsrail Devleti günümüzde Filistin coğrafyasının büyük bir kısmına hakim durumdadır.
Bu yazımızın konusu olan Harediler ise Ortodoks Yahudiliğin emirlerini en katı şekilde yerine getiren dindar bir gruptur. Haradiler günümüzde İsrail nüfusunun %10’unu oluşturmaktadırlar. Harediler içerisinde doğum oranı oldukça yüksektir. Doğum oranın yüksek olması Haredi nüfusunun 2037 yılında İsrail nüfusunun %27’sini, 50 yıl sonra ise nüfusun yaklaşık olarak %50’sini oluşturması bekleniyor.



Harediler laik İsrailliler için parazit olarak görülmektedir. Bunun nedeni ise Harediler’in askerliğe karşı olmaları ve Haredi erkeklerinin askere gitmemesi ayrıca Haredilerin iş gücüne katkıda bulunmaması gösterilebilir. Harediler kendilerini Tevrat okumaya ve Tanrı’nın emirlerini yerine getirmeye adamışlardır.
Haredi erkekleri, kutsal kitapları Tevratta yazıldığı üzere saçlarının yan tarafınnı kesmezler ve küçük yaşlardan itibaren saçlarının ortasını kazıtılar. Sakallarının yanlarını da kesmeyen Harediler Kippa adı verilen takkeye benzeyen bir başlık takarlar. Kadınlar ise çarşaf giyer.
Harediler oldukça ilkel bir eğitim sistemi içerisinde büyümektedirler. Haredi okullarında matematik, bilim, İngilizce ve teknoloji gibi dersler çok az veya hiç verilmemektedir. Harediler erkek çocuklarını ibadet yapmak için kız çocuklarını ise ileride doğurgan bir anne olmaları için yetiştirmektedirler.
Harediler için cinsel münasebette bulunmak için en mukaddes günleri olan Şabat yani Cumartesi gecesini seçerler. Harediler soylarının devamı için doğurganlığa önem verirler. Öyle ki masturbasyon kesinlikle yasaktır. Boşa akıtılan her sprem cinayetle bir tutulmaktadır.
Harediler yeni bir eve taşınmadan önce, taşınacakları evi okunmuş su ile yıkarlar. Bu okunmuş suyun, evin önceki sahibinin evde işlediği günahları yıkayıp götüreceğine inanırlar.
Kahvaltıda peynir veya yoğurt gibi sütlü yiyecekler tüketmişler ise salam, sucuk ve pastırma gibi etli ürünler tüketmezler. İnanışlarına göre sütlü ve etli yiyecekler aynı anda tüketilemez. Harediler de Müslümanlar gibi domuz eti yemezler. Domuz ayağının Kudüs topraklarına değmesi yasaktır.



Yom Kippur yani Kefaret Günü Yahudiler için en kutsal gündür. Günah çıkardıkları bu özel günde sadece Tanrıya karşı işlenen günahların af edileceğine inanırlar. Kefaret Gününde 25 saat oruç tutan Harediler, günahlarını tavuklara yüklerler ve tavukları kurban ederek günahlarından arındıklarına inanırlar.
Harediler doğan erkek çocuklarını, doğumdan 8 gün sonra sünnet ettirirler. Ve çocuklarının ağzına bir damla şarap damlatırlar.
Yakını ölen bir Haredi 1 hafta boyunca yıkanmaz, erkekler sakallarını dahi kesmez.
İsrail’de resmi evlilik olmadığı için evlilik törenleri dini olarak olarak gerçekleştirilir. Harediler evlilik gerçekleşmeden bir hafta öncesinden görüşmemeye başlarlar. Evlilikten bir gün önce oruç tutarlar. Tahmin ettiğiniz gibi bu evlilikler görücü usulü gerçekleşmektedir.
Yahudilerin en dindar ve katı topluluğu olan Harediler kendi mahallerinde dünyaya kapalı bir şekilde yaşamaktadırlar. Laik İsrail vatandaşları ile bir türlü uzlaşamayan bu dindar grup yakında İsrail’in yarısından fazlasına hakim olabilecek bir nüfus gücüne sahip olacak.



Filistin’i destekleyen çok sayıda Haredi eylemi görmeniz sizi şaşırtmasın. 19.yüzyıldan beri Siyonizm ile mücadele içerisinde olan Harediler, Siyonistlerin gerçek İsrailoğullarını yansıtmadıklarını, dünyevi yaşam uğruna geleneklerini ve dini anlayışlarını kaybettiklerini düşünmektedirler.
Haredi toplumunu biraz daha yakından tanımak istiyorsanız Bizden Biri belgeselini izleyebilirsiniz.

Boş Sayfaları Doldurmak Sandığımız Kadar Kolay Mı?

Writing

Küçüklüğümden beri ne zaman yutkunamasam hep kaçmış, kendimi temiz bir defterin kollarında bulmuşumdur. Bu defterin boş yapraklarını doldurdukça ruhumun boşluklarını da doldururdum. Kurşun kalemimin kağıda her değişinde ben de kalbime dokunurdum. Belki ilk başta acıtırdı bu dokunuş, sonra tüm vücuduma yayılırdı. Uyuşurdum. Kalbim uyuşurdu. Tıpkı ameliyata girmeden önce uyuşturulduğumuz gibi… Ben bir doktorum. Ruhumu iyileştiriyorum. Kalemimin kağıda dokunuşunda 10’a kadar sayıyorum. Sonra yavaşça kapanıyor gözlerim.

Kimse bana yardım edemez benden başka. Bu ameliyat tek kişilik.

Sevdiklerimiz vardır: Ailemiz, arkadaşlarımız… Bizi güvende hissettirirler, bizi korurlar. Ama hayatta bazı anlar vardır. O anlarda fark edersiniz ki aslında bu dünyada tek başınızasınızdır. Kaleminizi alın ve yazmaya başlayın. Kendinizi dinleyin. Belki hiç okumadığınız bir şiir saklı derinliklerde. Belki de hüzünlü bir şarkı…

Kendisini sevmeyen insanlar gördüm bu hayatta, doktor olamayanlar yani. Sahte dokunuşlarla sayfalarını doldurmaya çalışanlar. Ya da boş sayfalarını görmezden gelenler. Siz hiç hastasının hastalığını inkar eden bir doktor gördünüz mü? Onu tedaviden mahrum bırakan… Sanmıyorum. Yüzleşin, hepimizin yaraları var.

Ben bir komadayım.

Etrafımdaki sesleri duyuyorum.

Ama sonunda bugün uyanacağım.

Benim defterimde boş sayfa kalmadı. O yüzden buradayım.

Şimdi başka defterleri doldurmak için yola çıkıyorum.

Yazımın Kıyısında

Yazmak, kelimelerle yakalamaca oynamak gibi. Biraz gizemli, biraz deli… Kalemimin ucundan dünyayı izlemek sanki. Biraz hayal, biraz sahi…


Temize çekmek hayatımı, vicdanımı kalemimin sesi yapmak. Belki de affettirme çabası, kalbini kırdıklarımdan. Defalarca zihnimin bir köşesinde sıkılmadan çizdiğim evreni yaratmak yeniden, müzikle ve şiirle… Belki de bir saygı duruşu; sevgiliye, öğretmene, anneye…


İçimde biriken suskunluğu kelimelere emanet etmek ve kendimi hiç olmadığı kadar güvende hissetmek.


Bu duyguyu bir sonbahar ayında ayaklarımın altında savrulan kurumuş yapraklara yazarken mi hissetmiştim? Yo, hayır. Benimle birlikte doğan, ilk nefesimi aldığım andan itibaren ruhumda var olan bir histi bu. Son nefesime kadar dediğim bir hayaldi.


Geleceğimle dolu kağıdı katlayıp bükerek bir gemi yapmak… Karaya yakın kısmı yosunlu, yakından bakıldığında pek berrak olmayan renkte, gökyüzünü taklit eden ırmaklardan denize açıldım. Kalemim küreğim, sayfalarım yelken, kelimeler bir araya gelerek tayfamı oluşturuyordu. Ve dümenin başında bir şair duruyordu. Bir müddet denize baktım ömürlerce, tuzunu ezberledim. İç dünyamdaki en büyük kıtayı keşfetmek istedim. Duyguların hiçbir anlamı olmadığını söyleyen korsanlar gördüm yakınımda. Oysaki benim işim duyguları avuçlarına saymaktı…


İçimde dindiremediğim bir sürgün var; gerçeklerinden kaçamadığım hayatım. Bazen anlayamıyorum insanları. Herkesin gerçekten hayali var mı? Kimi gece oluncaya kadar, kimi güneş doğuncaya kadar, kimi de bir kelebeğin ömrü kadarmış…


Gecenin sessiz dalgaları vuruyordu kelimeler alemime, sözler karşılıklı cümlelerle buluşuyor. Dudaklarımdan dökülen kelimelerin hükmü kalmıyor kalemimin karaya vurduklarının yanında. Ve o an tanıdık bir evreni adımlamaya başlıyorum. Kızgınlıklarım sarsıyor bedenimi. Mutluluklarım pişmanlıklarımın ellerinden tutuyor. Kırgınlıklarımın yarasını hayallerim sarıyor. Veda ettiklerimin eksik kalmış cümleleri noktalanıyor. Geri dönmeyecek olana duyduğum özlem bir kapı aralığında gizlice bekliyor. O an içimde bunları yaşarken dışımda neler oluyordu? ‘Neyi ne için yaşıyordum?’ sorusu gecenin sessizliğini bölüyordu.


Yağmur nasıl yağarsa kelimelerde balerinleri anımsatan danslarıyla dizelere yağıyordu. Mürekkep miydi sayfaları ıslatan, kelimelerin acısı mıydı fark edilemiyordu. İnsan diyorum; söyledikleriyle söyleyemedikleri arasında bir çizgidir. “Konuştuklarının dışında, sustuklarının içinde…” Sözle dinmeyenin acısı yazdıkça hafifliyordu işte. Yıkıp yeniden kurmak, tozu dumana katmak… Taşların arasından uzayan direnişçi çiçekleri büyütmek sayfalarca…


Kelimeler de ay gibiydi ve onların dahi hiç kimseye göstermediği bir karanlık tarafı vardı. O karanlık tarafa ışık tutmak için mücadele veriyordum. Zaman kavramından habersiz… Bir öğretmen gibi sonsuzluğu etkileyip etkimin nerede nihayete ereceğini kestiremiyordum. Eğer mücadele biterse; kalem gider, kağıt gider, şiirim biterdi…


Denizler de artık dar geliyordu. Sığamıyordum dalgaların ucundaki köpükler karaya vurup geriye kum kaldıkça. Alışmıştı tayfadaki kelimeler yelkene rüzgar olmaya. Yolunu bulup okyanusa kavuşacaktı ilk fırsatta. Gel-git yapmayı bırakmıştı cümlelerim. Bana gel deyip gidiyordu denizin gökyüzüne yudumladığı kanat çırpışları…


Herkesin bir hedefi var; kimi savaşçıydı, kimi barışçı… Kimileri de balıkçıydı hedefini ağlarında arayan. Peki ben neyi arıyordum, suya düşmüş hayallerimi mi? Ya da düşsün ne olacak ki? Ne güzel su gibi aziz olurdu hayallerim…


Her gün yaptığım gibi bugün de yeşil bir cam şişeye rulo haline getirdiğim parşömen kağıdındaki özgürlüğümü hapsettim. Hislerimle derinleşen denize bıraktım. Baharı müjdeleyen kelebekler her okuduğunda yazdıklarımı, ne için yaşadığımı anladım. En kötü anımı bir anda güzelleştiren “Yazmayı dener misin?” sorusunu sorarak bana tarihimi yazma imkanı sunan ölmez ümitleri hatırladım.


Bir illüzyonist, nasıl silindir şapkasının içinden beklenmedik şeyler çıkarıyorsa ben de kalemimin ucundan güvercinler ve tavşanlar çıkarıyorum. Tek gayem; unutuşa kafa tutmak, yaşamın gelip geçiciliğine kalemle başkaldırmak. Farklı bildiğim her şeyi birbirine bağlamak hikayelerde, farklıyken de bir olunabileceğini bir kere daha anlatmak. Sonra elini uzatmak sonsuz bir maviliğe; bir ucu gökyüzüne asılı bir düşü büyütmek…

Çocuklar

Çok uzaklarda kendi dünyam var benim, oraya gelin çocuklar
Hiçbir hastalık bulaşamaz, hiçbir mikrop barınamaz orada
Dağlarım dondurmadır, bulutlarım pamuk şeker
Orada asla batmaz güneş, karanlıktan korkmazsınız çocuklar
Üstelik kocaman trenlerim de var benim
Siz nereye gitmek isterseniz oraya götürür, oradan da geri getirir
Evlerim de kocamandır, annenizin kucağı kadar da sıcacık
Yollar bisikletli çocuklara aittir, araba bulunmaz benim dünyamda
Bir de bahçem var ki sormayın, her türlü oyun oynanır
Topunuzu kesecek amcalar da yoktur orada
Top nereye gider diye korkmayın, cam da bulunmaz benim dünyamda
Yalnız çocuklar vardır;
Bir de çocuk kalanlar, çocukluğunu yaşamamış olanlar
Sözlüklerde silah yazmaz, açlık yazmaz, yalnızlık yazmaz
Hepinize yetecek kadar sevgi, hepinize yetecek kadar yemek
Hepinize yetecek kadar kucak dolusu dostluk vardır, aile vardır
İstediğiniz saat yatar, istediğiniz saat kalkarsınız
Çocukların yapamadığı her şeyi orada yapabilirsiniz.

Çok uzaklarda kendi dünyam var benim, başka yere gitmeyin çocuklar
Kanlı kıyafetler sarmasın küçücük bedeninizi
İçiniz dışınıza çıkmasın açlıktan
Her mevsim kışı yaşamayın, sokaklarda yatmayın çocuklar
Benim kocaman yataklarım vardır
Hem sizin için, hem peluş ayılarınız için.


Yedi yaşında kalmayın,
Büyüyün canlı çocuklar.
Ağız dolusu şeker yiyin.

Sanat Ve Kültür Etkinlikleri Ne Zaman Başlayacak?

Tüm dünyayı etkisi altına alan Koronavirüs salgını, insanlığın var olan yaşamını alt üst etti. Büyük ekonomilere sahip olan ülkeler bu salgından olumsuz etkilendi. Çeşitli sektörler iş durdurma kararı aldı. Bu sektörler arasında sinema, tiyatro, televizyon ve müzik piyasası da yer aldı.
Mayıs ayı ile birlikte tüm dünya yavaş yavaş normalleşme sürecine girmeye başladı. Aktif vaka sayılarında görülen azalmalar gelecek adına umut verici.
Ülkemizde ise bu normalleşme sürecinin ilk etabı 11 Mayıs’ta başlatılacak. Kültür ve sanat camiasının gözü ise hükumetin kendilerine yönelik alacağı kararlarda. 16 Mart Türkiye de sinemaların açık olduğu son gündü. 19 Mayıs tarihinde Resmi Gazete de yayınlanan genelge ile kapanan mekanlar arasında sinemalar ve tiyatrolar da yer almıştı.
Edinilen bilgilere göre sürecin olumlu devam etmesi durumunda Temmuz ayında sosyal mesafe kurallarına uyulmak şartı ile sinema ve tiyatro salonları açılacak ve açık hava konserleri verilmeye başlanacak.




Annelere En Güzel Hediyeler

Bizi koşulsuz her şartta seven, uzakta da olsa her zaman yanı başımızdaymış gibi hissettiren, biriciğimiz annelerimize en güzel hediyeleri vermeyi kim istemez? İşte size en güzel hediye fikirleri

Güzel annelerimize, güzelliklerine evde güzellik katsınlar diye;



1- Arzum Superstar Saç Düzleştirici Fırça
2- Xiaomi Inface MS7000 Siyah Nokta Giderici
3- Dyson Supersonic Saç Kurutma Makinesi
4- Philips Lumea Advanced Lazer Epilasyon Cihazı
5- Sephora ROSE QUARTZ ROLLER

Evde en çok ihtiyaç duyduları;

6- Karaca Hatır plus 2 in 1 black copper kahve makinası
7- Paşabahçe Lügat Anne Porselen Çay Fincanı
8- Boss Audio Systems Bolt İkili Bluetooth Hoparlör
9- Fakir Food Master Stand Hamur Yapma Makinası

Biraz parıldasınlar diye;

10- Swarovski Sparkling Dance Clover Set
11-Swarovski
12- Saat&Saat Michael Kors saat
13- Blue Diamont Anne Çocuk Eli Kolye
14- Pandora Yüzük

Çiçekler dalında güzel diyen annelere;

15- Nude Cam Saksı
16- Çiçek Sepeti
17- Çiçek Sepeti

Şıklık onlardan sorulur;

18- Mac Nude Ruj Seti
19- Nuxe Çok Amaçlı Yağ Vucut- Saç
20- Network Elbise
21- Cartier Güneş Gözlüğü
22- Sketchers Spor ayakkabı

Bu sene uzakta da olsak onlar hep yanımızda ,

Tüm Annelerimizin Anneler Günü Kutlu Olsun!

Ömer Döngeloğlu |Hayatı ve Vasiyeti|

1968 yılında Tokat’ta doğdu. Sakarya üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun olarak 1986-1996 yılları arasında memleketi Tokat’ta İmam-Hatiplik yaptı.


Özellikle Ramazan aylarında ve dini günlerde programlar hazırlayıp, 15 yıl sunmuştur. Kamuda uzun yıllar çeşitli idari görevlerde çalıştı. İslâm Tarihi ve Siyer-i Nebi üzerine yıllarca araştırma, inceleme, okuma ve yazılarda bulundu.
Korona Virüsü tedavisi gören ilahiyatçı yazar Ömer Döngeloğlu 3 Mayıs 2020’ de hayatını kaybetti.
Eserleri;
• Peygamber’in İzinde
• Allah’a Adanmış Hayatlar
• Yeryüzünün Yıldızları
• Sözün Miracı: Dua
• Allah Resulünü Görenler
• Peygamberlerimizin Dostları
• Mus’ab Bin Umeyr

VASİYETİ;
Güzel bir yoldasınız, güzel bir gayretin içerisindesiniz! Size Allah savınızı sormayacak, size Allah neredesiniz neredeydiniz diye sormayacak, sonuç hep Allah’a aittir. Mesela sizi kendinize Mehmet olarak, Ali olarak, Veli olarak sizi bu toprağın üstünde Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.)’yı duyduğunuz an sevineceğiniz bir işiniz olmalı, benim bir işim var demeliyiz. Şu omuzumuz acıyacak senin canın yanacak, senin de nefesin kesilecek öyle bu işi uzaktan el ucuyla uçurumdan tutarak yürümez! İslâm senin gözyaşın olacak, senin çektiğin bir çilen olacak, senin bir derdin bir davan olacak, senin RasullAllah İle yürümüş yolun olacak, senin ayakların yorulacak, senin omuzun acıyacak bu yükü ben taşırım diyeceksin..
Gençler! Hakikatten işimiz çok zor, bizi kötü yerimizden vurdular. Dünyayı sevdirdiler bize, nefsi ve arzuları içimize tıpkı bir virüs gibi dokunduğu insana geçiyor, bu işi çözecek sizsiniz! Bizim nesil geldi ve gidiyor. Bizim de neslin yapacağı bir şeyler vardır; yapabildiklerimizi yaptık yapamadıklarımızı yapamadık ama siz daha yeni jenerasyonsunuz, bizden Allah’a mus’ab nesli çıkarabilirsiniz. Siz isteyin yeter ki ve siz o sahabenin yoluna düşmeye azm edince Dünya’nın değişik yerlerinde, nerede olursanız olun Allah içinizden neler çıkarır. Allah içinizden kendi çağını anlatacak insanlığın yarınlarına hidayet taşıyacak hayırlı bir topluluk çıkartsın..

ÖMER DÖNGELOĞLU
Ruhuna el-fatiha..

3 Oda 1 Salon

{"subsource":"done_button","uid":"F203FE72-BCCB-4244-A08E-94CE8DEFB6FA_1588592220050","source":"other","origin":"gallery","source_sid":"F203FE72-BCCB-4244-A08E-94CE8DEFB6FA_1588592220101"}

– İyi günler “Satılık 1 m2 hayal” ilanınızı gördüm, onun için gelmiştim. Bilgi alabilir miyim?

– Hoş geldiniz. Tabi ki her gün özenle tazelenmiş ve hiç ihmal edilmemiştir. Değişen parçası olmamakla birlikte tek kişilik eksik parçası var.

– Peki madem bu kadar güzel kurduğunuz hayalinizi neden satıyorsunuz?

– Kalbim 3 oda 1 salon hepsine yetişemiyor  bu yüzden onu, benim gibi bakacak birine satmaya karar verdim. Benim için ne kadar zor bilemezsiniz. Eksik parçası sizin için sorun olur mu? 

– Yıllardır hayal alıp satıyorum bazılarını da kendime saklıyorum. Hepsinin bir saksısı var orada büyüyor ve çoğunlukla şekil değiştiriyorlar. Eksik parçası şekil değiştirdiğinde orayı tamamlayacak birini bulurum. 

– Anlıyorum. 

– Sizden bir şey istiyorum. Bu süreç boyunca hayalinizi lütfen aklınızdan geçirmeyin. Yeni şeyler ekleyip canlandırmayın. Birbirinizden kopmak için zamana ihtiyacınız var.

– Bu gerçekten zor olacak. 

Kısa bir sessizliğin ardından…

– Anlaştık o zaman hayalinizi bu saksıya ekebilirsiniz. 

Bu kadar kolay sonlanmaz hiçbir şey.

Kimi zaman hiç uyunmamış geceler ertesinde pazartesiler cuma, cumalar pazartesi oldu. Hayalini zihninin ufacık bir köşesinde yaşatmaya devam etti. Belki isteyerek belki istemeden… O zaman neden satmıştı, kim bilir? 

Ama yanlış yaptığının farkına varmıştı. Kalbimde yer yok diyerek sattığı hayal, yerini daha çok yer kaplayan bir boşluğa bırakmıştı. 

Hayali satın alan adam geldi ve hayali geri  vermek istediğini söyledi.

– Size zihninizde canlandırmayın, demiştim. Ama görüyorum ki siz onun tekrar zihninize ekip büyütüyorsunuz. Çünkü hayaliniz asla şekil değiştirmiyor. Size ait olan bir eksikliği başkası kapatamaz. 

– Yapabilirim sanmıştım ama düşünmeden edemiyorum. Sanırım onu içimde saklamayı öğrenmeliyim. Eksik bir parçasıyla birlikte…

Her parçamızı yaşayarak tamamlıyoruz. Belki zaman verirsek birçok şeyi tamamlarız ve her hayalimize yetecek gücümüz olur.
Eksik ya da uyumsuz bir parçanızın olmaması dileğiyle…

Atomu Parçalamak

‘’Bir ön yargıyı yok etmek, atomu parçalamaktan daha zordur.’’

                                                                                                         Albert Einstein

İnsan tanımadığı şeyin düşmanıdır. Korku bilinmezlikten beslenir. Gündüz sallana sallana yürüdüğümüz evimizin koridorlarında gece sanki her an bir şeye çarpacakmışız gibi  bir eli önde yavaş yavaş yürümek ne güzel özetler bu durumu. Aslında önümüzde hiçbir şey olmadığını o kadar iyi biliyoruz ki. Ama işte korkarız. Çünkü karanlıkta gölge bile insanı yalnız bırakır. Yalnız kalan insan kendinden bile korkmaya başlar. Halbuki o ev senindir ve senden daha iyi kimse yürüyemez orada. Yine de insan kafasında oluşan o sınırları aşamaz ve paldır küldür yürüyemez. İşte hayat da o koridora benzer aslında. En çok sen yürürsün kendi çizginde ama bazen ilerlemene engel olabilir zihninde kurduğun karanlıklar. O karanlıklar bazen en güzel aydınlıkların örter üstünü. Dağıtır neyi var neyi yoksa insanın. Çirkinletşririr eşref-i mahlukat olan insanı. Kapkara bir perde çeker pür-i pâk yaratılmış kalbinin üstüne. Peki zamanı gelmedi mi artık hakkını vermenin insan olmanın? Oyuncağı elinden alınmış bir çocuk ağlamak için bir bahaneyi nasıl beklerse bizler de sû-i zan etmeyi o derecede bekler olduk. Dürbünün iki tarafı gibi uzağı yakın, yakını uzak bildik her daim. Ağlayan birini görünce ‘’ Ne kadar zayıf!’’ dedik içini kavuran o ateşi görmek istemeden. Her sakallıyı hoca, her marjinali dinsiz kabul ettik. Camiden çıkanı cennete, meyhaneden çıkanı ateşe attık. Hakkını savunana anarşist, haksızlık karşısında susana ılımlı dedik. Ne değilse o sandık velhasıl. En sonunda kaybettik. Her şeyi… İnsanlara olan sevgimizi bıraktık her bir bakışa. İyi niyeti, kardeşliği, dostluğu tozlu raflar misafir eder oldu. İnsanı insan yapan ne varsa bıraktık bir köşeye. Hakka, hakikate değil gözlerin yanılsamasına kandık. Bırakalım artık bu numaraları. Var mısınız geçmişe sünger çekmeye? Var mısınız yaradandan ötürü yaradılanı sevmeye? Kimseyi kınamadan sadece aynaya bakmaya? Var mı cesaretiniz?..

Etkili Öğrenmek

Güneş sistemi içinde dünya ile birlikte 8 gezegen var. İçinde Güneş sistemini barındıran Samanyolu galaksisi, 230 milyar yıldızdan oluşuyor. Tüm bunlara baktığımızda evrende sinek kadar yer kaplamadığımız kesinleşiyor. Çok çok büyük bir oluşum var kapıyı aralayıp baktığınızda. Bu sefer dışa doğru gitmek yerine kendi içinize doğru gitmeyi tercih ederseniz vücudunuzda hali hazırda fevkalade işleyen sistemin farkında mısınız? Yetişkin bir insanda damarların toplam uzunluğu 100.000 km’dir. 1 saniyede 5 milyon kırmızı kan hücresi üretilir. Beyin saniyede 50 milyon civarında mesajla ilgilenir. Vücutta her saniye ortalama 50 milyon hücre oluşmakta ve 50 milyon hücre ölmektedir…

Çevremizde ortaya çıkanlarla beraber henüz açıklanmamış tonlarca şey var. Elimizi attığımızda öğrenilecek o kadar şey varken en başta neyi öğrenmemiz gerekir? Cevap çok basit. Öğrenmeyi öğrenmek.

Gelelim etkili öğrenmenin nasıl olacağına. Richard Feyman öğrenmeyi 4 maddede toplamış.
1- Konuyu seç ve bir kağıt al.
2-Konuyu bilmeyen birine öğretiyormuş gibi yap. Öğrendiklerini yaz.
3-Anlatırken eksik olduğun noktada kaynağa dön.
4-Basitleştir ve benzer bağlantılar kur.
Burada 2. maddede söylenen şey altın kural. Başkasına anlatarak öğrenmek. Öğrenme piramidinde ortalama bir öğrenci için hatırlama oranlarına baktığımızda:

En kalıcı öğrenme şeklinin %90 ile Diğerlerine öğretilerek öğrenilenler olarak görüyoruz. Hem siz en iyi şekilde öğreniyor olurken hem de karşınızdaki kişi için konu hakkında alt yapı oluşturmuş oluyorsunuz. Bir taşla iki kuş kısacası.
Bir de öğrenilen şeylerin en az kayıpla akılda tutulması var tabii. Alman psikolog Hermann Ebbinghaus’un unutma eğrisine göre,

yeni bir şey öğreniyorsanız 20 dakikada bir tekrar yapmak oldukça etkili. Kişi öğrendiğinin yarısına yakın kısmını 20 dakika içinde unutuyor. Bir saat sonra bu rakam yüzde elliye çıkıyor. Yani bir saat içinde öğrendiklerinizin yarısını unutmuş oluyorsunuz. Eğer hiç tekrar yapmazsanız öğrenilen bilginin %80 ine yakınını unutursunuz. Başka türlü anlatmak gerekirse bir çırpıda tüm yemekleri yemek yerine önce yediğiniz yemeği sindirmelisiniz. Öğrenilen bilgiyi belli aralıklarla tekrar etmenin yararı var.

Siyah-Beyaz Ne Fark Eder Adı “ÇOCUK!”

Burkina Faso’da bir okulda yanında birisiyle konuşan Haşim Akın sonradan fark ettiğinde çocuklar, çaktırmadan benim koluma dokunuyorlardı, Beyaz adamın koluna dokunuyorlar. Gerçekten müthiş bir şey olmalı.. Hem de kızmadı.. Neden yapıyorsan bile demedi. İşte okuduğum bu yazıyla kalbim dayanmaz oldu. Çünkü çocuklar “Beyaz” insanları gördüklerinde ise öncelikle tereddütle bakarken, sonrasında azıcık bir ilgiyle yüzlerinden gülücükleri eksik etmiyor.
Neden bir beyaza dokunmak farklı bir duygu, korku olur ki hepimiz insan değil miyiz? İnsanlığımızdan öte onlar daha çocuk din, dil, “ırk” ayrımı yapmak ne kadar doğru ki? Üstelik çocuk olduğunu , beyazların onlara üstün bir dünyada olduğunu düşünen çocuklar varken ben nasıl nefes alıyorum!


Ahh.. Bizler nasıl büyüyoruz bir beyaza dokunmamak bir çocuk için ne olabilir ki ne fark eder siyaha beyaza dokunmak. Bir çocuk ne yapmış olabilir doğduğu ve seçmediği hayatta özgürlüğü kısıtlanır. Bu çok acımasızca.. Düşüncesizce
7-8 yaşlarına gelen bi çocuk eğitimi için başka bir şehir, bazen de başka bir ülkeye gönderilir. 7-8 yaşlarındaki çocuk tek başına yaşam mücadelesi… Bu nasıl olur ki bizler üniversitesi ‘ye gittiğimizde ailelerimiz günlerce uykusuz kalır. Bu arada sadece eğitim içinde gitmezler çocuklar ayrıca hayatın zorluklarına tahammülü öğrensin ve daha dirençli olması içinde yapılır.


Mutlu olmak sadece Afrika’da yaşayan çocuklara değil, mutlu olmak dünya’da yaşayan bütün çocuklara yakışıyor siyah ya da beyaz fark etmez, adı “ Çocuk” .. Erkek çocukları ya telden ya da odun parçalarından yaptıkları arabalar ya da eski motosiklet tekerlekleriyle çocukluklarını yaşamaya çalışıyorlar, kız çocukları ise oyun konusunda erkekler kadar şanslı olmuyor. Genellikle sırtlarından küçük kardeşlerinden birisini düşürmeyen kızlar bir yandan da ev işlerinde annelerine yardımcı olmak için çaba gösteriyor.


Günlük en az yarım saat yürüyorlar karınca gibi her gün yürümek gibi bir şey. Afrika’da 2 yaşını geçen çocuklar onlarca (anne ve babaları) çocuk değil çocuklar anne ve babasıyla birlikte köylerinden 7-8 km uzaklıkta göllerden kuyulardan (buldukları su olsun sadece onlar için) kirli su onlar için su ve onlarda bilir ki içtikleri şu kirli su annesini babasını ya da daha az önce oyun oynadıktan sonra ayrıldığı arkadaşını kaybedeceğini ne yazık ki artık alışılmış… Kendi boylarından büyük kovalardan su taşıyorlar yalnız bir gün değil her gün taşıyorlar üstüne verilen su kovalarını. Su ile ilgili bir hadis-i şerif ise şöyledir;


” Üç kimse vardır ki Allah kıyamet günü kendilerine bakmaz, onları temize çıkarmaz, onlar için acıtıcı bir azap vardır: Yol üzerinde kendisinin ihtiyaç dışı su fazlalığı olup da bunu yokluğa kullandırmayan kimse.. Allah “ Tıpkı senin ellerinin üretmediği su fazlalığını kullandırmayıp engellediğin gibi bugün de ben seni lütuf ve ihsanımdan engelliyorum.


İşte bu yüzden istiyorum ki bir çocuk! Bir “Çocuk” Kirli su dolayısıyla anne ve babasını sevdiklerini kaybetmesin hepimize yetecek kadar su varken çocuklar üzülmesin.
Yazdıklarımı yaşananlara sığdırdım aslında ben yaşananları yazmak değil çocukların gülümseten her şeyi yazmak istiyorum.

“Her çocuk her şeydir,Her şey BİZİZ…!”

Yakın Yakın Değildir Uzaksa Uzak!

Yakın yakın değildir uzaksa uzak!
Sevdiğim bir cetvel bul da ölelim metre metre
Tabut merasimimizi alkışlar uğurlasın
Dinmesin halaylar uzasın alay alay
Sevdiğim sen ise sığınacak bir liman bul ben yokken
Boş ver
-de her zaman dahille aynı anlama gelmez-

Uzak ıraktır, yakın hiç yan yana olmadı yakınımızda
Sevdiğim kaç adım tutar ölümüz?
Tabuta sığmazsak göğe assınlar bizi
Cesedim de kokarsa şayet
Anama de ki; teneşir paklamamış, tebeşir paklar mı ki artık?
Sevdiğim sen ise bir kara tahta bul ben yokken
-ölüm her zaman ölmekle aynı anlama gelmez

Evvel zamanda değildir kalbur samandayken!
Sevdiğim kuran okunduktan hemen sonra bir de şiir okusunlar
Bol kafiyelisinden hem de
Bir de fon müziği açsınlar
Bol kederlisinden hem de
Sevdiğim sen ise bir ağlamak bul ben yokken
-şiir her zaman şairiyle aynı anlama gelmez-

Saman samandır zamandır asıl kaybolan!
Sevdiğim neremizden tutsalar bir halt etmeyeceğiz değil mi?
Gidişimizde en fazla bir gidiş sayılacak, o kadar
Öyleyse yollar da bilsin bunu, yıllar da
Anama da söyleyin, bütün bıçakları ben aldım giderken yola serpmek için
Ararsanız bıçak sırtı bir yerde intihara meyletmişimdir
Sevdiğim sen ise bir tütün bul ben yokken
-yara her zaman yarla aynı anlama gelmez-

~EBRÂR

06.03.2018
18:08

Parmaklarınızı Yiyeceğiniz Kahvaltılık/Sahurluk Tarif

Pandemi dolayısı ile işe gidemediğimizden evde kahvaltı yapma alışkanlığımız arttı. Önceden alelacele yaptığımız kahvaltılar yerine güzel tarifler ile dolu sofralara dönüştü. Bu durumda insanları yeni tariflere yönlendirdi, bende yeni denediğim bir tarifi sizlerle paylaşmak istedim.
Ramazan ayında da olduğumuz için sahurda da doyurucu bir seçenek olacağından şüphem yok.
O zaman gelelim tarife, tarifimizin adı Dutch Baby, önce kısa bir bilgi vermek istiyorum. Nedir bu Dutch Baby, nereden çıkmıştır?

Amerika’da çok popüler olan bu tarif aslında Almanya’dan çıkmıştır. Genellikle tatlı ile yediklerinden bizim yapacağımız tarif biraz bunun değiştirilmişi olacak. Bende Bengi Kurtcebe’den gördüm denedim. Enfes oldu. Aşağıda paylaştığım tatlı şekli biz tuzlu olanını yapacağız.

Malzemeler:
3 yumurta
Yarım çay bardağı süt
3 yemek kaşığı un
1 çay kaşığı tuz
Evde olan malzemelerden istediğinizi koyabilirsiniz. Ben
dil peyniri, sucuk, sosis ve kaşar peyniri koydum.
Yapılışı: Fırınımızı 200 dereceye ayarlayıp içine varsa döküm kabımızı yoksa borcamımızı atıp ısıtmaya bırakıyoruz. O sırada tüm malzemeleri karıştırıyoruz. Isınan kabımızı fırından dikkatli şekilde alıp yağlıyoruz, yaptığımız karışımı içine döküyoruz, karışımın üzerine peynirlerimizi ve istediğimiz malzemeleri ekliyoruz. Ve fırına 220 dereceye atıyoruz, 10 dk sonra kenarlarından kabardığını göreceksiniz, işte hazır afiyet olsun!. Biz çok beğendik siz de mutlaka deneyin.

Karantina Güncesi: Uçan Halı

  Oturduğu yerden dünyayı dolaşıyormuş insan.

  Kafamı kaldırıp aslında nerede olduğumu anlayınca uçan halımın benzini bitiverdi. Su yakmıyormuş bu meret! Olsun. Bazen zorunlu bir iniş, gidilecek yerden çok daha emniyetli gözüküyor. İlla yolun sonuna kadar gitmek mi gerekir zarar göreceğini anlamak için?

  Şaşıyorum kendime. Geçmişin tozlu sayfaları arasında dolaşırken üzülmek, incinmek elbette mümkündür, fakat ekseriyetle geçmişi güzel yâd etmez mi insan?

  Şairin dediği gibi “Görünmez bir mezarlıktır zaman” ve toprağını, anıların üstüne serper usul usul. Anlamazsın. Hâlâ yasını tuttuğun şeylere şöyle bir dönüp baksan yerinde bulamazsın.

   “Hani nerede acım? O büyük umutsuzluğum nerede? Ekmeğimi, aşımı zehirlediğim, uykusuz gecelerimin şafağı… Boşuna mıymış marifet saydığım onca çile?” İtiraf edemediğin düşünceler yumağı büyür durur içimde. Dudağında buruk bir gülümsemeyle etrafta dolaşır, çok geçmeden yaşanmışlıkların damağında bıraktığı o kekremsi tatla teselli bulur, muzaffer bir komutan edasıyla anılar defterini kapatırsın.

  Keşke ben de yapabilsem aynısını. Çocukluğum beni nasıl da hırpalıyor, olmadık zamanda kollarımdan tutup sarsıyor. Bütün mutluluklarım biraz eksik bu yüzden. Bütün mutluluklarım bir parça kedere bulanıyor. Belki de ben yolu bulamıyorum, tatlı hayallerin arasına dalamıyorum. Evet, evet, böyle olmalı! Çünkü muhakkak benim de ağzımda pamuk şeker gibi dağılacak, parmaklarıma yapışan kalıntılarını bile yalayacak kadar sevdiğim, tekrar ve tekrar tatmak istediğim hatıralarım olmalı.

  Zihnim büyük bir okyanus, çocukluk ve ilk gençlik yıllarımsa bu okyanusun dibine çökmüş taşlar misali. Öylesine derindeler ki… Pek çok şeyi hatırlayamıyorum. Birkaç silik görüntü, önünü ya da arkasını hatırlayamadığım sahneler, fotoğraf makinesiyle çekilmiş gibiler. Hep bir korku, hep bir üzüntü… Sürekli kaygı çiçeklerini suluyor gibiyim. Önünde ağladığım pencere, bağırışlarla uyandırıldığım bir gece, paramparça edilen bir defter, her fırsatta yeniden gündeme gelen okuldan alınma tehditleri, nedenini nasılını hatırlamadığım bolca ilâç, her gece defaatle ziyaretime gelen karabasanlar, can acısı, iç acısı, daha bolcası da yalnızlık… Baştanbaşa yalnızlık… Arasına sıkışıp kaldığım ve yaşamı bundan ibaret sandığım taş duvarlar, beton binalar boyunca; dağlar, tepeler, çöller ve denizler boyunca; karanlık geceler ve daha karanlık gündüzler boyunca; çirkin kadınlar, güzel kadınlar, çirkin erkekler, güzel erkekler, mutsuz çocuklar ve mutlu çocuklar boyunca; Allah’la yapılan yerinde ağlamaklı, yerinde kızgın en çok da kırgın konuşmalar, pazarlıklar, bitmek bilmeyen sorgulamalar boyunca… Bir yalnızlık ki hamurum en çok onunla karılmış.

  Bu hengâmenin ortasında güzel bir şey bulmuştum: Yazmak. Bir ona tutunmuştum. Dışımdaki hoyrat dünyayı, sığındığım satırların arasında savuşturmuştum.

  “Beş yaş insanın olgunluk çağıdır, sonrasında çürüme başlar.” diyen Albert Camus beye de itirazım var. Seçmediğim bir hayattan geriye kalan bir ceset değilim, olmamalıyım ben. Sizce de bu fazla adaletsiz olmaz mıydı? Kendimi bildim bileli yaralarımın yegâne pansumancısıyım. Belki de bundandır şifacı olmak isteyişim, insanları hem bedenî hem de zihnî arızalardan kurtarmak için çabam. Carl Jung’un “yaralı şifacı” arketipi de tam olarak bunu tarifliyordu zira. İnsan, başkalarına yardım ederken belki de en çok kendini iyileştiriyordu.

  İtirazım var dediysem hemen küsüp darılmayınız Albert bey. Haksız olduğunuzu iddia etmiyorum. Aksine sözlerinize ömrümün en uzun gecesi olan çocukluğumla ve naçizane şahit olduğum yaşantılarla iştirak etmek istiyorum.

  Çocukluğun o upuzun, bitmek bilmeyen günü yerine göre günler, haftalar olurdu. Hatırlarsınız. Yaşamakla bitmez gibi gelen, fakat büyüdükçe kısalan o günler, sahiden de insan ömrünün en kıymetli zamanları değil midir? Bana öyle geliyor ki o vakitler bilinçli, bilinçsiz biriktirdiğimiz ne varsa yetişkin hâlimizi dayandırdığımız kaideler olarak vücut bulmaktadır. Elbette hayat boyu değişiyor, değiştiriyoruz. Fakat bunu çocukluğumuz üzerinde yapmak, bir nevi çocukluğumuzu yeniden inşa etmek en zoru değil midir? Belki herkes ihtiyaç duymayabilir buna. Geçmişe dönüp baktığında içi safi mutluluk ve özlemle dolan insanlar muhakkak vardır. Fakat biliyorum ki benim coğrafyamda geçmişle kavgası olan insanlar hiç de az değildir.

  Yeniden inşa etmekten söz etmek istiyorum. Bu, yok saymak ya da gemileri yakmak değildir. Her şeye rağmen yaşananlara saygı duymak, idrak etmeye ve hikmetini anlamaya çalışmak, geçmişi onarmak ve böylece geleceği ziyan olmaktan kurtarmaktır zannımca. Bunu yapmak için çabalayan insan, geçmişine şefkatle yaklaşır ve bilir ki bazen ne yapsa olmaz. İyileşmez bazı yaralar. O hâlde onları öyle sevmek lazım gelir, oldukları gibi, acıttıkları, incittikleri gibi. Kanamasın diye, enfeksiyon kapmasın diye sık sık pansuman yapmak gerekir. Yarayı sevmek, diyorum. Nasıl mümkün olabilir? Belki yalnız Allah’tan geldiğini bilince… Belki de yaranın, şifanın esas kaynağı olabileceği idrakine erince…

  “Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş,/ Bürhân  sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş.”

  Şimdi şaşıyorum aman vermeyen kavgalara, bir türlü kapanmayan yıllar yıllar öncesinden kalma hesaplara. Gerçeklikten kopup heyezanlarına saplanan, etrafındakileri de bu hezeyanın içine sürüklemeye çalışanlara… Ki birini yakinen tanımıştım. Pek derin izler bıraktı bende. Şaşıyorum hayatı yaşamak varken ısrarla zehretmeye çalışan insanlara!

  Şimdi, ne mi yapmak istiyorum? Dalgacı Mahmut’u da uçan halımın terkisine atıp çocukluğuma gitmek istiyorum. Kaygı çiçeklerimi sulamaya değil, kararan göklerimi mavilere boyamaya, yırtılan denizlerimi dikmeye…

  “İşim gücüm budur benim,/ Gökyüzünü boyarım her sabah,/ Hepiniz uykudayken./ Uyanır bakarsınız ki mavi.

  Deniz yırtılır kimi zaman,/ Bilmezsiniz kim diker;/ Ben dikerim.

  Dalga geçerim kimi zaman da,/ O da benim vazifem;/ Bir baş düşünürüm başımda,/ Bir mide düşünürüm midemde,/ Bir ayak düşünürüm ayağımda,/ Ne halt edeceğimi bilemem.”

Yılgın Adımlar

Kan doğrarken yağmacıların ekmeğine,

Asi bir darbede kırıldı kıvılcım.

Anladım en koyu akımalara kaptırıp kendimi,

Haykırmam boşunaymış kürsülerde.

Önden gidenler yağmacı çıktı,

Ben de çekildim mevzilerden.

Rengim sapsarı kesilmişti,

Kimseden saklayamadım korktuğumu,

Herkes gördü bunu.

Korkak naralar bıraktım şafağa,

Köpek ulumalarına karıştı sesim.

Kahaka atarak ayrıldım düşlerimden,

Herkes bir anlam çıkarsa da gülüşlerimden.

Ben kendime gülüyordum,

Korkaktım çünkü ben, cepheden.

Gizlice çekiliyordum,

Herkes gördü bunu.

Dudağıma düşünce yaşamdan son hece,

Ölü hatıraların gölgesi vurdu üstüme.

Sehere müjde bırakan düşlerimi terk edişim,

Destan diye dolaşacak değil dilden dile.

Çarpışmadan çekildim,

Herkes gördü bunu.

Keserek şah damarını gecenin,

Karanlığı salıp insanlığın üstüne.

Tapmasın diye haykıracaktım herkes kendi büstüne,

Gördüm ki ben de kulluğu seçmişim kendime.

İşte o vakit çekildim secdelerden,

Bunu da herkes gördü.

İLHAN KURT