20.7 C
İstanbul
Pazar, Haziran 15, 2025

Geçmiş Bize Anlam Kattığı Kadardır, Gerisi Teferruattır

‘Hayat sadece geriye doğru bakarak anlaşılabilir ama ancak ileriye dönük yaşanabilir’ demiş Soren Kierkegaard. Yaşanılanlardan ders alınıyorsa şayet, geçmiş kıymetlidir. Fakat kafamızı kumun altına daldıran bir deve kuşu gibi çıkamıyorsak geçmişin karanlık kuyularından durum çok da iç acıcı değildir.

Geçmişimizde bulundurduğumuz onlarca anı ve onlarca hikayeden kimileri aklımızda kalmaz ama, kimileri arada aklımıza gelir. Bence hatırlamadığımızı sandığımız olaylar bile bir yerde kalacaktır. Ne diyordu Küçük Prens ‘ Ölene kadar sorumlusun gönül bağı kurduğun her şeyden.’

Peki iyi ve kötüsüyle birlikte, artık arkamızda bırakmamız gereken geçmişten kurtulamıyorsak ne yapacağız?

  1. Bir kağıt ve kalemi alıp elimize, o olayların ya da insanların neden geride kaldığını kendimize hatırlatmak da fayda var. Artı ve eksilerini yan yana yazarsanız, çok büyük ihtimallerle eksiler fark atacaktır.
  2. Beni bu olayda takılı tutan şey nedir? diye kendimize sormalıyız. Ya bir yarım kalmışlık ya bir hayal kırıklığı, ya bir ego savaşı ya da hazmedememe durumuyla karşılaşmanız muhtemel. Kendi ilacını kendin yazacaksın arkadaşım! Kendine sürekli soru sor, ve seni bırakmayan şeyin cevabını bul. ( Aman cevabı bulunca, insanlara saldırma. Bu sorunu kendin halletmelisin)
  3.  Kendine bu hayata bir kere geldiğini hatırlar. Kendi inancına göre sonradan böcek mi olursun, çiçek mi? bilemem. Ama bu ruh ve bedenle var olduğun bu biricik yaşamının kıymetini bil. Ve sana bahşedilen günlerin tadını çıkar.

 

Geçmiş, bize anlam kattığı kadardır.

Geri kalan kısmı teferruattır.

Seni bir yere götürmez.

Sadece düşünür durursun.

Ve tecrübeyle sabittir ki. buna değmez.

Şairin de dediği gibi ‘ En güzel günlerimiz, henüz yaşamadıklarımız’

 

İnsan Telefon Defterini Temize Çekerken Bazı İsimleri Eski Defterinde Bırakır

İnsan telefon defterini temize çekerken bazı isimleri eski defterinde bırakır. Onlar artık bir daha asla aranmayacaktır. Garip bir hüznü barındıran bu silik isimlere bakılır bakılır. Kimi okuldan sınıf arkadaşınızdır, kimi çok çabuk unutuverdiğiniz bir sevgili, kimi bir kafede aylarca her şeyi ama he rşeyi paylaştığınız birisi; ya da istifa ettiğiniz bir yerden bir iş arkadaşınız! Soyadları sorulmamış bir sürü hatırlanmayan isim de vardır defterde; ve şüphesiz üstünde isim olmayan telefon numaraları; korkunç bir operasyonla onlarca hayat, onlarca güzellik bir çırpıda ortadan kaldırılır.

İnsan telefon defterini temize çekerken bazı isimler üzerinde durur. Onca zaman sonra bir kez arasanız, sesini duysanız ona edebilecek bir çift sözünüz yoktur! Birlikte gittiğiniz filmler, meyhaneler, evler birbirinizi yıllar sonra özlemenizi sağlayacak sevgiyi aşılamamıştır size. Yalnızca bir isimdir şimdi o. Herhangi bir isim. Hatta göz göze geldiğinizde içinizi nedensiz daraltan bir isim. Temize çekerken atlarsınız hemen. Derhal çevirirsiniz sayfayı telaşla, alelacele. Oh! İsim, geçmişte kalmıştır.

İnsan telefon defterini temize çekerken hayatını da sorgular! Hangisi ihanet etmiştir; hangisi yalvarmıştır bırakmamanız için; hangisinin bir süre sonra arkanızdan konuştuğunu duymuşsunuzdur; hangisi sizi en güzel öpmüştür; hangisi rüyalarınıza girmiştir; hangisinin ayak parmakları ilginizi çekmiştir; hangisinin burnundaki kıllar sizi aşırı rahatsız etmiştir; hangisine hediye alırken zorlanmışsınızdır; hangisiyle en hararetli tartışmalara girip kavga etmişsinizdir; hangisinin eşine siz de büyük bir aşk duyup bunu acıyla gizlemişsinizdir; hangisi için sabahlara kadar içip içip ağlamışsınızdır? İnsan telefon defterini temize çekerken hayatını da sorgular. Doğrular, yanlışlar, hatalar, tutkular! Birlikte Edip Cansever okuduğunuz o insanlar, solmuşlardır.

İnsan telefon defterini temize çekerken yalnızlığını da kanıtlar! Bütün bu insanlar şimdi nerede, ne yapmaktadırlar? Saat elbette dört’tür! Paradoks, labirent, koni, tüm bilimsel ifadeler ve mantalite tersine dönmüştür. Ters dönmüşsünüzdür. Bu tek başınalık ve bu isim katliamı aslında size ters gelir…

Çalan telefona bakarsınız. Acaba? Acaba telefon defterini temize çeken bir arkadaşınızın her şeyi son anda kurtarma çabası mıdır? Bir iki kırık sözcük, yarım yamalak bir buluşma teklifi, belki… Bilemezsiniz. Lütfen. Ama lütfen. Telefon defterlerinizi kaybetmeyiniz!

Küçük İskender

Feleğin Bir Kuşu Var, Pençesi Demirdendir

Yetenek bazı insanlara bahşedilmiş özel bir hazinedir. Ve ben herkesin içinde mutlaka keşfedilmeyi bekleyen bir yeteneği olduğuna inanırım. Yazmak, söylemek, çizmek hatta anlayarak dinlemek bile yetenektir yerine göre.

Çoğunluğun yüreğinde yeteneğiyle yer kaplayan oyuncu Taner Ölmez’in abisi Taylan Özgür Ölmez ile düet yaptığı ‘Bu Dağlar Kömürdendir’ türküsü ise bu ara dilimden düşmeyen eserlerden oldu. Halk Müziği ezgileri sevenler için tavsiyemdir.

İyi Dinletiler.

Mezarlarımız Kelebeklerin Kanatları Olmasın

“İngiltere’de 12 yaşındaki Jessica Scartterıson sosyal medyada acımasızca eleştirilmesinin ardından RIP yazan bir fotoğraf paylaştı ve kısa bir süre sonra evinde ölü bulundu.”

Yukarıda okuduğunuz haber manşeti geçtiğimiz yıldan fakat o günden bugüne hiçbir şey değişmedi. Maalesef bu okuduğunuz ne ilk ne de son haber olacak. Hayatlarımızı bu kadar derinden etkileyen ve zamanımızın çoğunu ele geçiren sosyal medyanın bir de bu yönüne odaklanalım istedim.

Sosyal medyanın hayatımıza girmesi ve yaygınlaşmasıyla beraber birçok şey değişti. Yaşantımız, zaman yönetimimiz, kaygılarımız, davranışlarımız ve daha niceleri… Hepimiz bu mecraların kendimizi ifade edebilmek, sevdiklerimizden haber alabilmek, hayran olduğumuz insanlarla daha yakın temasta bulunabilmek ve eğlenceli vakit geçirmek için mükemmel bir fırsat olduğunu düşündük. Bizim için tam anlamıyla “devrim niteliğinde bir yenilik” ti.

Kısa bir süre içinde etkileşim artık o kadar kolay ve etkili hale geldi ki hepimiz şaşırdık doğrusu.  Yine de çoğumuz sosyal medyaya hapsolmuş durumdayız. Günümüzün çoğunu bu platformlarda geçirmeye başladık. Peki sosyal medyanın bizi böyle içine hapsetmesinin nedeni neydi? Kendimiz olabilmek mi yoksa başkası olabilmek mi? İşte burada işin rengi biraz değişiyor ve maalesef evdeki hesap çarşıya uymuyor. Sosyal medya yarardan çok zarar vermeye başlıyor:

Sevinçlerimizi, heyecanlarımızı, görüşlerimizi, iyi veya kötü her şeyi paylaşır olduk. Böylece bu paylaşımları görmek isteyenler bizi takip etti ve geniş kitlelere ulaştık. Fakat iyinin yanında kötü, azın yanında çok olduğu gibi her şey zıttıyla var olabiliyordu. Sevenlerin yanında sevmeyenlerin çoğalmasıyla eleştiriler baş gösterdi. Kişilere, markalara, kurumlara… Yanlış anlaşılmasın ben eleştiri karşıtı biri değilim lakin durum öyle bir hal aldı ki  bu eleştiriden de öteye geçti:

Ünlü bir kadının “Eşin yanında çocuğun gibi hâlâ ne işin var onla?” Yorumlarına maruz kalması mı dersiniz yoksa daha geçen gün ölen bir fenomenin son fotoğrafının altına sırf cinsel yönelimi yüzünden “Cehenneme git umarım senin için ateşi boldur.” gibi daha kötü ve daha nicesi yorumlar mı istersiniz. Ölen birine bile kin kusacak hâlâ “kendimizce” ders vermeye çalışacak kadar ne ara küçüldük? Kilolu birine yapılan hakaretler zayıf birine zayıflığından dolayı yapılan hakaretler, çok bilene ukala deyip az bilene cahil demeler, bugün övdüğünü yarın gömenler ve daha neler neler… Hepimiz şahit oluyoruz, belki istemeden belki isteyerek katılıyoruz bu tufana.

Ama nasıl bu kadar kötü olabiliyoruz, nasıl hiç tanımadığımız birine rahatça hakaretler yağdırıp kin kusabiliyoruz? Bu rahatlık kimsenin bizi görmediğini düşünmemizden mi geliyor, yoksa birileri bizi görsün istediğimizden mi? Bütün bu çabamız “farklı” olanı cezalandırmak için mi? Farklı olan kim? Hangimiz doğru da öteki yanlış olsun? Bunun kararını veren kim? Tek tip insanlara dönüşmek bu kadar cezbetmemeli sizi. Hepimiz biziz aslında bütün farklarla, bütün ortaklıklarla. Kabullenmek en güzel ilaç. Ve hepimiz de “ben”iz özümüzde. Apayrı hayatları olan ve kimsenin üzerinde hak sahibi olmadığı. Sosyal medyanın hayatlarımıza bu kadar dâhil olması bizim de bu insanların hayatlarına dahil olduğumuzu göstermez.

Kelebek etkisini duymuşsunuzdur, duymadıysanız da kısaca; küçük gibi görünen bir şeyin büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurmasıdır. Yapılan aşağılayıcı yorumlar dışlayıcı paylaşımlar küçük bir şey belki sizin açınızdan ama bir insanı ölüme sürükleyecek kadar büyük ve öngörülemez olabiliyor. Artık hiçbirimiz bunun yüzünden ölmek istemiyoruz, yalnızlaştırılmak, başka biri olmaya zorlanmak istemiyoruz. Biz mezarlarımız o kelebeklerin kanatları olsun istemiyoruz.

 

 

Lütfen Beni Öldürme

Bir romanda ya da öyküde karakterlerin kaderi kimin elindedir? Yazarın ne bir karakter ya da tip için ne kadar söz hakkı vardır? Yazar kitabın yaratıcısı mıdır?

2006 yılında Zach Helm tarafından yazılan ve Lindsay Forran’ın yönettiği film bizleri bu sorunun çemberine atıyor. Filmdeki karakterlerden Karen Eiffel on yıl süren çalışması sonucunda en iyi romanında sona gelmiştir. Kitabın akışında ise ana karakterin ölmesi gerekmektedir. Ana karakterin ölümü sıra dışıdır çünkü yazarın yazdığı her kelime gerçeklikte makes bulur. Ana karakterin gerçekteki yansıması ise ölmemek için yazarın peşinden koşar.

Filmde ana karakter yazarı ararken biz de yukarıdaki sorunların peşinden koşuyoruz. Bir hikaye çoğu zaman yazarın elinden kaçar ve kendi kaderini tayin eder. Karakter ölmese kitap anlamsız kalacaktır çünkü anlatılan her şey boşuna gidecektir ama ölürse o zamana kadar anlatılan her olayın, yazılan her kelimenin bir anlamı ve amacı olacaktır.

Siz de bu sorulara yanıt mı arıyorsunuz? O zaman bu filmi hiç bekletmeyin!

İyiliğin Bumerang Hali

En son ne zaman karşılıksız bir iyilik yaptın? Ya da en son ne zaman karşılıksız bir iyilik aldın? Hatırlayabiliyor musun ki? Üzerine ne kadar düşünürsen düşün, bazen cevabı bulamazsın. Her şeyi bilmek zorunda değilsin ki hem…

Kimimiz o kadar bihaber ki iyiliğin su gibi berraklığından… Kimimiz o kadar boğulmuş ki denizin derinliğinden… Rastgele iyilikler ve anlamsız güzellikler yaparak herhangi bir karşılık beklemeden bir şeyler vermenin keyfini ve tadını hayatına sokmak için, kapı deliğinden bakıp “Kim o?” demeden kapını aralayamıyor musun insanlara yoksa?

Rastgele bir iyiliğin nasıl yapılması gerektiğine dair bir formül yoktur. Sadece kalbinden gelmesi yeterlidir. En küçük bir iyilik; maddi yardıma muhtaç birisine nefes alma fırsatı vermek, sokak hayvanlarını beslemek, iki gözüm diyerek sevdiğin çiçekleri sulamak, bir insanın yüzüne tebessüm kondurmak hediyen olabilir… Sonuçta iyiliğin tadı lezzetlidir ve pahalı olmak zorunda da değildir.

 

Yaptığın iyiliğin karşılığında hiçbir şeye, hatta bir “Teşekküre” bile ihtiyaç duymadığın gibi ayrıca iyilik yapmış olduğun kişiye bile ne yaptığını söylemenin gereği olmadan; tıklım tıklım yalnızlıklardan, gümbür gümbür bir sessizlikle elindeki bumerangı attığında nasıl bir halin olacak biliyor musun?

İyilik yap denize at, balık bilmezse Halık bilir.

Yaşamın boyunca denize öyle iyilikler attın ki yeri geldi kendini denize atmak istedin belki. Dalgaların kanat çırpışları kadar… Denizin yaptıklarını dalgaya alışı kadar…  Hepsi daha iyi bir hayat için değil mi diğergamlı dostum? Enerjini nereye harcadığın, sabah uyandığında kendine vakit ayırman, hayatında pozitif insanlara yer vermen, çevrendekilere ve kendine iyi davranman…

Eğer bundan bir karşılık beklersen ümitsizliğe düşer ve muhtemelen ümitsizliğini başka bir iyilik yapmamak üzere mazeret olarak kullanırsın. Davranış şeklin, seçimlerin, yaptığın iyilikler ve sevgi elini ilk uzatan olmaya gönüllülüğün, huzur ve rahatlama duygusu hissettirecek fırtınalı durgun denizlerde… Yeter ki sen ümidini kesme ve cesaretini kaybetme!

İyiliğe iyilik her kişinin kârı, kötülüğe iyilik er kişinin kârı.

İyi ve kötü, keyif ve acı, onay ve kınama, başarı ve hata, şöhret ve utanç gibi her şeyin geçici olduğunu hatırlamalısın. Ancak yapılan bir iyiliğin bumerang halini de unutmamalısın dostum. Hangi niyetlerle elinden çıkarsa bir bumerang, sana geri dönüşü (kesin) ya ferah ya bir silah olacaktır.

Tek bir cümle ile kendini kuş kadar hafiflemiş hissedebilir insan. Bir silkelenme yaşayabilir tek bir cümlede. Bir şeyin gerçekliğine çarpabilir ve iyi gelebilir ve hatta tam da zamanı olabilir. Kendine bir not bu sabah: tozunu at üzerinden. Gör artık görmen gerekeni ve şaşırma, işte herkes biraz kendince. Sen kimseye çarpmadan kanadın, uç kendi göğünde…

Herkese içindeki iyilik kadar iyi bir hayat dilerim.

Sabahattin Ali

Rastgele yaptığım iyiliklerin bana getirdiği tatmin duygusunu; atıldığı yere geri dönebilen bumerangı kullanarak ve kuşanarak yaşamak isteyenlerdenim. Belki de ilkiyim. Ailemize, sevdiklerimize, Dünya’ya geride bir iz ve giz bırakırız canlı cansız, her koşulda… Peki bugünden başlasak ya içimizdeki dünyada iyilik yapmaya. Düş kırıcı olmayı bırakıp destek olsak ya eşe dosta, yabancıya. İçimize, yüreklerimize yatırım yapsak ya insan kaldıkça. Çiçek olsak ya el ele baharda ve hazanda. Yuvarlak dünyanın dikdörtgen hayatlarını birlikte omuzlansak ya kıyamete kadar. Sadece bir günden ibaret olmasa ya dünya iyilik günü,. Değer versek, empati ve sevgiyle nefes alsak nefes olsak ya…

 

Kafein Şekerlemesi

Herkesin hayatında yoğun ve bir o kadar dinç kalması gerektiği zamanlar olmuştur. Bu koşuşturmada kısa bir uykuyu en verimli hale getirmeyi kim istemez ki?

Bir fincan kahvenin hemen ardından 20 dakikalık bir uyku sizi kendinize getirecek en ekonomik etkili bir yöntem.

Uyumadan önce kahve mi içilir, diye sorabilirsiniz. Aslında bu yöntemi önerdiğim kişilerin neredeyse hepsinden aldığım dönüş bu yönde. Gelin bu işin bilimsel boyutuna gidelim.

Beyin aktivitesinin yan ürünü olan adenozin, yüksek seviyeye ulaştığında beyindeki reseptörlere bağlanır. Bu durum sizin yorgun hissetmenize yol açar. Ancak uykuya daldığınızda tam tersi şekilde adenozinin azaldığını görürüz. Yani uyku adenozini temizler. Bu sırada uyumadan hemen önce içtiğiniz kahve bağırsaklarınızda emilip kana karışarak beyninize gelir. Kafeinin reseptörlere bağlanması dolayısıyla sizi uyarması için tam zamanında adenozin seviyesini düşürürsünüz. Şekerleme sonunda adenozin seviyesinin düşüklüğüyle beraber kafeinin uyarıcı etkisi birleşerek ortaya dinç bir sonuç çıkarır.

Japon bilim insanları tarafından yapılan bir araştırma* bu yöntemi desteklemekte. Hafıza testi yapmadan önce kafein şekerlemesi yapan kişilerin, sadece şekerleme yapan kişilerden daha iyi performans sergiledikleri görüldü.

Bu yöntemi birkaç kere denedim. Sonucunda uykumun etkisinin azaldığını ve daha zinde olduğumu fark ettim. Uyumadan hemen önce kahve içmeye, uykuya kısa sürede dalacak kadar yorgun olmaya, uyurken ortamın karanlık olmasına dikkat ettim.

Kahve şekerlemesi size nasıl etki etti? Geri dönüşlerinizi bekliyorum.

*https://www.sciencedirect.com/science/article/abs/pii/S1388245703002554

Aşkın Metafiziği

Günde kaç kez okunur

Bazı eski mektuplar?

Ya da kaç bakış daha bulaşır

Savrulan kuş ötüşleri arasından?

 

İçinize deniz dolan bir akşamda

Yemişken tüm uykularınızı martılar

Ben, mesela,

Kuş olsam bile uçmam!

Uçmam, çünkü

Bırakın gerçekleşsin bütün distopyalar…

 

Duyguların çeşitliliği çoğaltırken insanı

İnsan; distopyalarda tutamaz yağmurları!

 

Bir ataraksiya kaplar boşluğu

Anlayamadığım boşluk,

Cumartesi yalnızlığına demirli karmaşa…

Ah bazı şeyler ah!

Ne diyorum ben Mualla?

Schopenhauer gülüyor karşımda.

Hem bence ‘Aşkın Metafiziği’

Bir Tarık Tufan şiiridir;

Mesela ‘Anna’

Nok

-ta.

Güneş Enerjisiyle Çalışan Kalbim

Kendimi kısa bir cümleyle özetlemem gerekirse eğer, yazlık evlere kurulan güneş paneli gibiyim. Hani evlerin çatılarında olan, ve güneş gördükçe haznesinde sıcak suyu biriktiren ve gecenin ilerleyen saatlerine kadar hane halkına sıcak ya da zamanla ılık su veren solar sistem gibi. Uyandığım sabahlarda camdan içeri giren güneş ışınları varsa eğer, kocaman bir gülücük beliriyor yüzümde. Ve ılık esen rüzgarlar, geç kararan gün, hatta sıcaktan araba direksiyonunu tutamamak bile modumu yükseltmeye yardımcı oluyor. Güneş enerjisiyle çalışan bir kalbim var sevgili okuyucu, ve hal böyleyken önümüzdeki 3 ay için umutlu ve neşe doluyum.

Ama yine de sizler için sadece güneş enerjisi yeterli olmaz diye düşünüp, okudukça motive olacağınız mottolar hazırladım. Okuyalım ve güne gülümseyerek başlayalım. Yeni haftaya ne kadar olumlu bakarsak, etrafımızdakilere o denli huzur verir ve pozitif bir dışsallık yaratırız. Yaşasın pozitif düşünce, yaşasın sıcak yaz günleri, yaşasın yüreğini iyilikle dolduran herkes 🙂

 

  1. Uyan, hedefini hatırla ve tekrarla: ‘ Sana ulaşmak için önümde hiçbir engelim yok. Bekle beni, geliyorum!’
  2.  İstediğin şeyler için risk al, nefesin kesilene kadar çalış, ve onu elde etmenin hazzını yaşamadan pes etme!
  3. Dır dır ağaçlarının hayatını kuru sözle karartmasına izin verme. Ve ucu bitmeyen gereksiz sorulara cevaben kimseye söylemekten çekinme: ‘ Bu seni neden ilgilendiriyor?’.
  4. Acılarınla yüzleş, ama vakti geldiğinde onlarla vedalaşmayı bil. Sürekli dinleyip de iç çektiğimiz şarkıların yerini ritmik yaz şarkılarına bırakmaya ne dersin? İşte senin için bir şarkı. ‘ Static & Ben El & Pitbull, ‘Further Up’
  5. Herkes zayıf olmak zorunda değil. Özellikle hamur severler olarak kilo vermekte çok zorlansak da, sağlıklı olmak için hareket etmeye özen gösterelim. Bunun için video kanallarında ’15 Dakikalık Zumba’ seçenekleriyle haydi biraz ısınalım. :))
  6. Her ne olursa olsun hayal kurmaktan vazgeçme. Israrla ve inatla hayal kur.

Hayallerinizden daha güzel bir hafta sizin olsun güzel okuyucular.

Sevgi ve gülücüklerle…

Kıskanmak

Sevgi ya kişinin kendisiyle ilişkili şeylerde kendisine denk olana ya da kendisinden daha üstün gördüğü kişilere duyulan histir. Kıskançlık anneye, babaya, kardeşe, arkadaşa, sevgiliye ya da eşe duyulabilir. Doğduğumuz andan itibaren ya anneden babayı ya da babadan anneyi, daha sonra anne-babadan kardeşleri, okul zamanlarında arkadaşlarımızı vb. kıskançlıklar yaşarız. Peki, nedir bu kıskançlığın temelinde yatan arzular?

Kıskançlık bana göre öfke kadar korkulması gereken bir duygudur. Çünkü kontrol edilmesi gereken zorlayan bir histir. Her insanda kıskançlık var mıdır emin değilim fakat günümüz şartlarında teknoloji çağı ile birlikte her yeni güne yeni bir ürünle ya da üst bir seviyeye ulaşıyoruz bu da bizi hızlı bir tüketime yönlendiriyor. Hızlı tüketim beraberinde yenileşmeyi, yenileşme de büyük oranda eskileşmeyi getiriyor. Üretim ve tüketim hızı da kişiler arası farklılık gösterip kıskançlık hissinin doğmasına sebep oluyor. Bu yüzden eser miktarda da olsa her insanın içinde bir nebze kıskançlık barındığını düşünüyorum.

Kıskançlık temelinde bana göre yoksunluk yatıyor. Eğer birine karşı kıskançlığa benzer duygular hissediyorsak o kişide gördüğümüz bazı şeyler bizde eksiktir, en azından bizim istediğimiz kadar değildir. Ebeveynlere karşı duyulan kıskançlık; kardeşimizi kıskandıysak demek ki o an bize verilen sevgi ve ilgi bize yetmemiştir, ona bizden fazla verildiğini düşünüp bu yoksunluğu hissederiz. Arkadaşlarımızda, onun ayakkabısı benimkinden daha güzel gelmiştir, o güzellik bende yoksundur mesela. Sevgili ya da partner kıskançlığı da benzer noksanlıktan doğar lakin hızlı tüketimle birlikte günümüz ilişkilerinde hızlı tüketildiğini düşünüyorum ve erkek partner yanında dişi sinek görünce çılgına dönme olayını abartı buluyorum. İnsan sosyal bir varlıktır. 2020 senesinde cinsiyet gözeterek sosyalleşmek mümkün değildir. Gerek çalışma ortamı, gerek okul hayatı her zaman hem cinslerle kısıtlı olmayabilir. Ne istediğini bilen kişiler, kendi sınır ve kişisel alanlarını belirleyebilmelidir. İlişkiler arası mesafeyi her zaman savunmuşumdur. Bunun dışında partneri kıskanma olayının biraz irdelenmesi gerekiyor. Kişi kendini tanıyor ne istediğini biliyor, partnerini tanıyor ve onun da ne istediğini biliyorsa bu tür kıskançlıklar daha minimum seviyede kalıyor. Elbette istisnai durumlar ve halk arası altıncı his olarak tanımlanan iç sesi rahatsız hissettiren durumlar mümkün. Bu durumda doğru iletişim ve saygı çözümlemeye yardımcı olacaktır. Yani saçın yüzüne değse saçını kıskanırım diye bir şey yok.

Partnerlerimizin özel alanlarına saygı duyabilmeliyiz. Arkadaşlık ilişkilerine, fiziksel özelliklerine, kıyafet seçimlerine saygı duymak kıskançlık krizlerini yönetmede yardımcı en önemli unsurdur. Etek giymiş partnerimizi etek boyu ölçütü belirlemek ve kısıtlamak başka sorunların silsilesini peşinden getirecektir. Siz zaten hayat arkadaşlığı için doğru insanı bulduysanız ona güvenin, doğru yerde doğru kıyafet ve tarzını oluşturacağına güvenin. Ona destek olun.  Siz ona bu koşullarda destek olursanız o da sizin rahatsız olabileceğiniz konularda kendi tutum ve tavırlarından ödün verecektir. Bu da ilişkiyi kıskançlık krizlerinden uyumlu anlaşmaya götürecektir.

An olarak durup düşünelim ben kimim? Ne istiyorum ve ne yapıyorum? Hangi koşulda ne yapılabilir ve ben ne yapacağım?  Kıskançlık duyduğumuz kişi için; o kim? Ne istiyor ve ne yapabilir? Hangi koşulda ne yaptı ve ne yapacak? Bu soruların yanıtlarını gerekiyorsa bir kâğıda yazın ve bunun üzerine düşünün. Kabullenilmesi gereken durumlar, değişen ve değişken durumlar olabilir bunu yaparken de yazı boyunca okuduğunuz gibi kıskançlığı; kıskanan kişi ve kıskanılan kişi arasında irdeledim, çünkü bu tarz iki kişilik olayları topluma ve elalem olayına bağdaştırmamak gerek kanısındayım. Öncelik olarak kendimizin ne istediği ve ne hissettiği önemli. İçinde bulunduğumuz toplumun tutumu elbette önemli fakat bireysel hisler kontrol edilebilirse toplum hisleri daha kontrollü ilerleyebilir. Bu konu ile ilgili Zeki Demirkubuz’un filmi olan Kıskanmak’ı izlemeniz ricamdır.

‘Yasak’ Sorular

Fetih mi yoksa işgal mi bu yapılanlar? Hangi kelimeyi kullanacağız? Farkı nedir senin için?

Bir toprağın kendisine ait olduğuna nasıl hükmedebiliyor bir insan ya da toplum? Özel mülkiyeti kim icat etti?

Barış götürmek denilen kavrama sığınarak yapılan savaşlar haklı mı oluyor?

İlk kadını/insanı kim öldürdü mesela? Peki bu öldürmeyi gelenek haline getirmeye kim karar verdi?

Bir soğuk yel eser üşür ölüm, ölüm bile.

Göçebe yaşayan insanlar/toplumlar olmadı mı hiç?

Yerleşik hayatı insanlar için cazip kılan şey neydi?

 

Bu tür şeyleri sormak, insanları ‘vatansızlığa’ çekme hedefinin bir hazırlık aşaması mı yoksa?!

Cevap verilemeyecek sorular değildir diye düşünüyorum bunlar. Hiçbir şeyi konuşmaktan da çekinmemeliyiz bence.

Başka konularda devamını da getirmeyi düşündüğüm bir soru dizisi aslında bu. Yani öyle olsa güzel olur.

Düşüncelerinizi/görüşlerinizi bekliyorum…

Düşünceler Trafiğinde Kırmızı Işık Yanıyor!

Günümüzde her gün sosyal medyada, televizyon programlarında meditasyon hakkında konuşulduğunu duyuyoruz. Ama çoğumuz meditasyonun ne olduğunu, nasıl yapıldığını ya da ne işe yaradığını bile bilmiyoruz. Duyduğumuz söylemlerden, kafamızdaki ön yargılardan dolayı meditasyonu “batılı uydurması” (kökenleri doğu ülkelerine dayanan bir yöntem olmasına rağmen) sananlar bile var.

Peki meditasyon gerçekten nedir?

Ben de haftalar önce bu sorunun cevabını merak ettim ve birçok farklı kaynaktan araştırmalar yaparak farklı yöntemler denedim. Özellikle hepimizin psikolojimizi sağlıklı tutmakta  zorlandığı bu günlerde denediğim bazı yöntemlerin üzerimde çok büyük bir etkisi olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Ben de sizlerle hayatımda büyük bir değişikliğe sebep olan ve istediğim kadar zaman ayırarak, istediğim yerde ve şekilde yapabildiğim bu tekniği sizlerle paylaşmak istedim.

Meditasyon sanılanın aksine yeni, bambaşka ya da daha iyi bir insan olmak hakkında değil, tam tersine var olan benliğimizin farkına varmak hakkındadır.  Yani farkındalık içinde sağlıklı bir bakış açısı edinmektir meditasyon. Düşüncelerimizden ya da duygularımızdan kaçmaktansa onları yargılamadan gözlemlemeye çalışmaktır. Bunu sağladığımızda hem kendimizi hem de duygu ve düşüncelerimizi çok daha iyi tanımış ve anlamış oluruz.

Meditasyon endişe, stres, depresyon gibi durumların azaltılmasına yararken aynı zamanda tüm bunların hiç birine sahip olmayan bir kişi tarafından güne güzel başlamak, ya da zamanın hızlı akışında birkaç dakika durup etrafımızdaki renklerin, seslerin veya kokuların farkına varmak amacıyla da yapılabilir.

Hepimiz günlük hayatın akışında belirli düşüncelerimizden kaçtığımızı, sadece yapılacaklar listemize hiç durmadan tik atmak için zamanımızı geçirdiğimizi bazen fark edemiyoruz. Meditasyon sayesinde, kimi zaman nefesimize, kimi zaman üzerimizdeki kumaşın tenimizdeki hissi veya etrafımızdaki seslere odaklanarak aslında gün içerisinde hiç fark etmediğimiz temel şeyleri hatırlıyoruz: bizi hayatta tutan nefesimiz veya her gün bize aslında çok iyi bakan, bizi koruyup kollayan bedenimiz gibi.

Sosyal medyada aslında çok karşılaştığımız ve mizah amaçlı kullandığımız bir tabir var: “Nefes aldığımı hatırlayınca doğru dürüst nefes alamıyorum.”  Aslında nefes almanın bizim için ne kadar doğal ve temel bir ihtiyaç olduğu düşünüldüğünde gerçekten nefesimizi hatırladığımızda böyle hissetmemiz ne kadar doğru? İşte doğru meditasyonla bunun cevabını kendiniz bulabilirsiniz.

 

Meditasyonun zazen, kundalini, tonglen gibi birçok farklı çeşidi var. Bu çeşitlerin birçoğunu deneyip istediğinizi seçmek tamamen sizin elinizde. Özel derslerle, bir eğitmen yardımıyla öğrenilebileceği gibi Udemy, Youtube gibi platformlardan da evinizden kolayca öğrenebilirsiniz.

Meditasyon yapmak için doğru zamanı belirlemek tamamen sizin elinizde. Uyku problemleri yaşadığınızda veya sadece daha huzurlu bir uykuya dalmak istediğinizde deneyebileceğiniz yöntemlerle, önceden uyurken bedeninizi ne kadar kastığınızı ve düşüncelerinizin karmaşık trafiği içerisinde kaybolmadan rahat bir uykuya dalmanın nasıl bir hissiyat olduğunu fark ettiğinizde çok şaşırabilirsiniz.

 

Gündüzleri hepimiz en iyi ruh halimizde olmayabiliyoruz. Ruh halinizin düşük olduğunu hissettiğiniz sabahlarda da meditasyon yapmayı  deneyebilirsiniz. Yoğun günlerimize başlamadan önce kendimize 10 dakika ayırmayı ve mutlu bir “günaydını” hepimiz hak ediyoruz.

Eğer gün içinde negatif enerjilerin vücudunuzda gezindiğini, belki belirli sebepler yüzünden belki de sebepsiz yere keyifsiz hissettiğinizde rehber eşliğinde bir meditasyon yapmayı deneyebilirsiniz. Unutmayın bu hayattaki önceliğiniz sizsiniz, yapmanız gereken her şeyden önce derin bir nefes alın ve kendinize huzur dolu birkaç dakika hediye edin.

Zihin sağlığımız, mutlu bir hayat içerisinde büyük bir rol oynuyor. Lütfen siz de hayatın akışına kapılıp kendisini bir anda ömrünün sonunda bulan insanlardan olmayın ve hayatınızı küçük şeylerin tadını çıkararak ve zamanın değerini anlayarak geçirin. İster 15 yaşında olun ister 40 ister 70, hiçbir zaman geç değil. Hayatın her dakikası yaşamaya değer ve nefes almak harika bir eylem!

Kaynakça:

https://www.headspace.com/meditation-101/what-is-meditation

https://en.wikipedia.org/wiki/Meditation

Sen Yangını

Kuşlardan bir yol yaptım,
Yüreğimden yüreğine giden.
Her kanat çırpışımda,
Biraz daha yaklaşıyorum huzura.
Saçlarını yorgan yaptım,
Kara kışta gecelerime.
Gözlerin tek sebebiydi,
Yüreğimdeki masmavi gökyüzünün.
Gökkuşağının bütün renklerini,
Tek başına taşıyordu sanki yüzün.
Bilseydim sensizliğin bu kadar zor olduğunu,
Taşırdım yine de sevdanı yüreğimde gururla,
Bir madalya gibi.
Amansız bir fırtına oldun,
Yüreğimde zamansız kopan.
Her çıkan dalgada, biraz daha sert çarpıyorsun,
Yaralı kalbimin kıyılarına.
Güneş hep daha çok yaktı canımı,
Sensiz geçen günlerde,
Rüzgar bir başka esti sensiz.
Kimse bilmez yazda kışı yaşadığımı,
Sensiz başıma karlar yağdığını,
Bilmezler, bilemezler…
Güneş ağlardı karşımda,
Bilseydi gecelerimin karanlığını.
Ateş bile utanırdı ateşliğinden,
Görseydi içimdeki sen yangınını.

Otomatikleştirilen Duyular

Distopya edebiyatını sil baştan yazan Anthony Burgess’ ın, orijinal adı A Clockwork Orange olan Otomatik Portakal isimli kitabı günümüze bıraktığı iz kadar yazıldığı döneme de damgasını vurmayı başarmıştır.

Kitabı okurken günümüzü baz aldığını görmemek elde değil. Konusuna kısaca değinecek olursam ben, “Mütevazı Yorumcunuz”  size birkaç noktayı anlatmadan geçemeyeceğim. Öncelikle suç dolu bir distopya düşünün. İnsanların özellikle yaşlı insanların dışarıya çıkmaya korktuğu, hırsızlıkların kol gezdiği, şiddetin her türlüsünün uygulanmaktan çekinilmediği bir dünya başlı başına. Henüz on beş yaşında olan baş karakterimiz Alex, kendi kurduğu çeteyle beraber insanların korkulu rüyası haline gelmiş diyebiliriz kitapta. Baş karakterin gerek çetesiyle konuşmalarında gerekse kitabın anlatımında bugüne kadar eşine az rastlanır bir argo örneği gözler önüne serilmiş.

Metin

Ve suç dolu kısımlardan hemen sonra ikinci kısımda baş karakterin devlet tarafından çeşitli bilimsel yollarla ıslahı var yani bir nevi robotlaştırma diyebiliriz: Otomatik işleyen bir makine haline getirme bir nevi. Bu kısma biraz değinecek olursam şöyle söylemek mümkün aslında. Baş karakteri sistematik bir baskıyla, elinden kendini savunma içgüdüsü dahi tüm insani duygu ve düşüncelerini alındığını kısaca belirtebilirim.

Tüm hayvanların en zekisi, iyiliğin ne demek olduğunu bilen insanoğluna sistematik bir baskı uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine haline getirenlere kılıç kadar keskin olan kalemimle saldırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum.

Kitabı okuduktan sonra size bambaşka bir bakış açısı kazandırdığını ve ufkunuzun genişlediğini göreceksiniz. Mutlaka okuyun derim. Bitirmeden önce,

İyi okumalar ve bok püsür…

Bekir Yaşıyor Çınar Büyüyor!

Futbol kitleleri uyuşturan bir uyuşturucu mu yoksa tutkunun temele yerleştiği bir sahipleniş mi? Günümüzde futbolun hızlı bir endüstrileşme sürecinde olduğunu göz önüne alırsak, futbolun ne bir uyuşturma özelliğinin ne de bir tutkusunun kalmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bu endüstrileşme süreci hesapsızca para savuran tüm kulüpleri derinden etkilemektedir. Türkiye’nin köklü kulüpleri bir bir amatör lige kadar sürüklenmekte. Bir şehrin, bir ailenin, bir gencin hayalleri olan bu kulüpler bilinçsiz ellerde yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmakta. Kulüp başkanlarının günü kurtarma pahasına hesapsızca yaptığı harcamalar yıllar boyu halı altına süpürülerek koca bir yığına dönüştürülmekte. Bu yığınlar Bekir Çınar gibi başkanların omuzlarına bırakılıyor.

Bekir Çınar, aslen Yozgatlı olmasına rağmen hayatını Adana’ya, Adana Demirspor’a adamış taraftarların deyimi ile koca bir çınar. Demirspor’un maddi sorunlarının en yoğun olduğu döneminde, 2009 yılında kulüp başkanlığa seçildi. Başkanlık görevini 1 yıl sürdürebildi. Fakat o 1 yıl boyunca sermaye olarak tüm varlığını kulübün kasasına koydu. Paranın yetmediği yerde yüreğini koydu. En sonda da canını…

Taraftarın içinden gelen birisi olarak Kuzey tribününe her döndüğünde arkasında Şimşekleri gördü. Fakat Adana’ya yüzünü döndüğünde arkasında kimseyi bulamadı. Çukurova’nın verimli topraklarında Demirspor’a uzatılacak bir yardım elini hissedemedi.

İşçi takımı olan Demirspor o günlerde yine tek desteği emekçi Demirspor sevdalılarından gördü. Adana’dan ekmek yiyen sermayedarlar başlatılan yardım kampanyasına sessiz kaldı. Fakat Çukurova’nın esmer yüzlü çocukları kumbaraları ile bu kampanyaya ellerinden gelebilecek en büyük desteği verdiler.

Fakat yeterli olmadı Bekir Çınarın cebinden ve ömründen verdiği sermaye de bir yerde tükendi. Bekir Çınar kendi cebinden kulübün kasasına 4  milyon TL koydu. Bekir Çınar kulübe verdiklerinin karşılığını alamayınca  tefecilere borçlanmaya başladı. Demirspor sevdası yüzünden işini ikinci plana atan Bekir Çınar 10 milyon TL’yi aşan kişisel borcuna ve Adana’nın sessizliğine daha fazla dayanamadı.
Bekir Çınar Adana Demirspor’un tüm borcunu kendi üstüne aldı ve henüz 40 yaşında, 16 Ağustos 2010 da oturduğu apartmanın yangın merdivenin de mavi lacivert bir iple kendini asarak yaşamına son verdi.

Cebinde bittiği zaman ömründen verdi…

Futbol ne 22 adamın amaçsızca bir topun peşinde koştuğu bir oyun ne de bir uyuşturucudur. Endüstrileşmemiş futbol bir tutkudur.

“Şunu gördük ki Adana gerçekten sahipsiz. Bize bir ışık tutmanızı istedik. Ama Adana Demirsporumuzu sanki karanlığa gömdünüz gibi geliyor bana. Herkese teşekkür ediyorum ve belkide son kez.”