19.5 C
İstanbul
Pazar, Haziran 15, 2025

Sensin Hırsız

Saat kaç bilmiyorum. Arkamdakilere bakmadan yürüyorum. Necip Fazıl’ın Kaldırımlar şiirini içimden mırıldanıyorum. “Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında/Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.” öyle işte…

 

Bir mahkumum geceye hapsolmuş yalnızlığımla. “Tak tak” ayak sesleri gölgemden geliyor boş sokakta. Evlerin ışıkları sönmüş, hissizliği yanıyor adeta. Unutulanlar unutanları unutmuyordu maalesef. Ellerime kelepçe vuruyor unutmaya çalıştıklarım da nihayet.

Ayaklarım sahile sürüklüyor beni. Yaptığım iyiliklerin tümünü denize atmam için olmalı. Hafif esse de saçlarımı birbirine karıştırıyor rüzgar. Zifiri  elbisesini giyinmiş gökyüzündeki dolunay parlıyor önüme. İskeleye varıyorum. Bir adam duruyor dumanlı bakışlarıyla. Geçen hafta sahilde gördüğüm adamdı bu adam. Evet hatırladım oydu. Hatta ona “Hayatın boyunca yaşadıklarından soluksuz kaldığın için mi elindeki bir dal sigarada nefes almaya çalışıyorsun?” demiştim. Görüyorum da yine sigara içiyordu. Yanına doğru yürüdüm. Adımlarımı onun saatine uydurarak yanaştım. Arkasından:

“Demek sendin iskeleye çöken sis be baba!” dedim. Bana döndü:

“Sennn…”

Beni tanımışa benziyordu. Görmesini engelleyen göz torbalarıyla beni nasıl çıkardı anlayamıyorum. Baba deyişime hiç bozulmuşa benzemiyordu üstelik. Omzuna aldığı siyah paltosuyla ellili yaşlardaki bu adamı görünce babamı hatırladığımdan “Baba” demiştim. Hem de bir yabancıya. Gerçi ben bana yabancıy(d)ım peki ona ne demeli?

“Seni hangi rüzgar attı iskeleye?” dedi ufuklara bakarak. Ben de elimi havaya kaldırarak ayı işaret edip:

“Beni iskeleye atan rüzgar değil, iskelede sona eren önüme aldığım pusulam, işte şu dolunayın ışığı.” dedim.

“Geçen hafta soruma cevap vermedin baba farkında mısın?”

“…”

Elindeki sigarayı anında yere attı ve ayağının ucuyla ezdi. Bu soruyu sorduğumda geçen hafta yaptığı hareketin aynısını yaptı. Herkesin bir yarası vardı. Acaba onunki neydi merak ediyorum. Yarası olanlar neden deniz kıyısını seçer? Yarasına, dalga geçen denizin tuzunu basmak için mi? Ben ne bulursam onlar da onu buluyordu herhalde.

Bazen karanlıkta kalırsın. Düşüncelerin de düşünce… Önünü görmez olursun. Geldiğin yeri unutur, gideceğin yeri bulamazsın. Öyle bir geceydi bu halim. Bir şeyler öğreneceğim geçen saatlerden ve bu sessiz yaralı yüreklerden….

Mekana alıştım saatler ilerledikçe. Gecenin sarmaşıkları sarmıştı yanımdaki ellilikle beni. Uyumuyor fakat üstümüze örttüğümüz bu geceden uyanmak istemiyorduk. Sırt üstü yattığım yerde ellerimi iki yana açarak gökteki yıldızları kucağıma aldım sarılır gibi. Sağ elim bir şey kavradı. Artık uykusuzluktan benim de gözlerimde torbalar oluşmuştu. Kısık gözlerimle pek ayırt edemiyordum. Kendime doğru çektim elimdekini.

“Orada mıymış hırsız?” derken her bir teli çığlık atmak isteyen keman gibiydi bizim babanın sesi.

“Yooo! Benim amacım hırsızlık değil bakın…”

“Evladım bi dinle beni. Sen değil elindekine diyorum ben.”

Hemen doğruldum. Elimde tuttuğum şey aynı babanın sesi gibi telli bir çalgıydı. Emin olmak için elimdekini ay ışığına doğru tuttum. Elimdeki hırsız bir sazmış meğer.

“Şu güzelim saza hiç hırsız denir mi baba?”

“O elindeki güzelim saz neler çaldı bir bilsen! O saz; kendini eline alanla türkülere mi eşlik etmedi, sevgilisinin saçlarını mı teline eklemedi, kendisini tutana büyü mü etmedi, ona acıklı değince yaranı mı deşmedi…”

“O kadar kötülüğü bu güzelim saz mı etti gerçekten?”

“He ya! Bir çalmaya başlayınca bırakamıyorsun. Elinden önce ruhun gidiyor tellerine. Vuruyorsun bırak beni diye ama bırakmıyor hırsız. Sen vurdukça o senden çalıyor.” dedi ve gece ile kendini kamufle ettiği paltosunun cebinden bir dal sigara çıkarıp yaktı.

“Elimdeki saz hırsız kabul. Kabul de şimdi içtiğin o sigara sağlığını çalarak hırsız olmuş olmuyor mu?” dedim.

Şafak sökmeye başlıyor. Gökyüzüne bir renk geliyor. Deniz kulak kabartmış konuşmalarımızı dinliyordu. Bayat bir gülümseme oldu gri sakallı yüzünde sessizce elliliğin. Dağınık sarı ama beyazlamış saçlarında elini gezdirdi. Elimdeki saza bakıp sigarasının dumanını öyle bir çekti ki içine, içindeki ateşin dumanını insanlar görür de söndürmesin diye içine hapsettiğini sanırdınız. Sonra bana baktı bal rengi gözleriyle. Dumanlı değildi bakışları ilk gördüğümkü gibi. Elimdeki sazı çalmaya başladığımı görünce bir yanardağdaki -ya da yanan bağrındaki- dumanı üfleyerek dışarı bıraktı.

“Bak! Şimdi sen benim hislerimi çalıyorsun evlat.”

İçimizde ne çok hırsız var. Biri aldı beni götürdü sonra sattı hem de yok pahasına… Ansızın kapıyı çalan, bilerek veya bilmeyerek gönül çalan, şarkılarına ıslık çalan, vicdanlı veya vicdansızca  yerden yere çalan, karşısındakine her telden bir şeyler çalan, bir kıyak yapıp felekten gün çalan, hayatlarca sahne sahne rol çalan… Kendi kendime “Sensin hırsız!” dedim. Sensin tabii elindeki sazla insanların hislerini çalan, tercüman olan…

 

Abis*

Sadeleşiyorum günden güne
Sevdiklerim yerini sevdiğim sandıklarıma,
Beş cümle yerini ikiye bırakıyor.
Kopan ipler kalanları daha sağlamlaştırdı.
Kaygılarımı nasıl hafifletttim, gördün mü?

Koşuyorum günden güne
Kendime.
Güneşi içimde hissediyorum.
Doğup batma saatlerini ayarlasam,
Bir de ayaklarımın ağrısına ağlamasam.

Fark ediyorum günden güne:
Alışmam çok uzun sürüyor yeni birine,
Zaman versem bile alışamıyorum birilerine.

Bir şeyler değişiyor günden güne,
Yorulmuş, yıpranmış hislere; sevgilerle
Sonrası
Serin.
Ferah.

*Okyanusların güneş ışığının ulaşamadığı derin yerleri.

Yarım Uykularım

Bi ışıkla, bir sözle

Bir duruşla ve bir çift gözle

Anlatacağım size ölmediğimi

Anlatacağım üzülmediğimi

 

Kimliğim dolaşırken eğitimsiz ellerde

Kimliğimde adı yazanlardan farklı ellerde

Bir başıma savaşmak zorunda kaldım

Yanıbaşımdaydı savaş, ortasına atıldım

 

Hiçbir anlam ifade etmedi söylediklerim

Dinlememiş beni dil döktüklerim

Uykularım kaldı yarım

Yarını görebilsem uyuklarım

 

Yüzüme bir kapı daha kapandığında

Ben dizime bir daha kapandığımda

İnat ediyorum yaşamaya

İnadım eriyor yaşayamıyorum

 

Darılıyorum size zaman zaman

Daralıyor zaman

Dar geliyor derim bana

Anlatırım, anlatacağım çok şey var sana

Sesimin Tonunu Emanet Ettiğim Ahlat Ağacına

Didem Madak.. Okurken, yaşarken, bakarken önemsiz gibi görünen, sıradan nesneleri, sıradan anları şiirleştiren kadın..  Didem Madak okurken bir eylem veya nesnenin akışına kapılıp kendinizi kahkahalar içinde bazen de yaşlar içinde bulabilirsiniz. Gerçek hayattan uzaklaşıp gerçek hayatın şiirini okumak gibi Madak şiirleri.

Kitap “Ah”ın sözlük anlamıyla başlıyor.. Sesin tonuna göre pişmanlık, öfke, özlem, beğenme gibi duyguları anlatır….

Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım tanrını eliydi,
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan
Çok şey görmüşüm gibi,
Ve çok şey geçmiş gibi başımdan
Ah dedim sonra,
Ah!
İç ses, diye söylendim
Gel!
Ahlar ağacından sen de biraz meyve topla.

Anlatarak bitiriyorum hayatımı
Bilmiyorum başka nasıl bitirilir bir hayat
Bir çiçek çizdim bu akşam avcuma
İsmini her şey koydum.
Simli ojeler sürdüm yalnızlıktan sıkıldığımdan.
Müsveddesi gibi şimdi tırnaklarım
Yıldızlı bir gecenin.

Martin Luther King’in İlham Kaynağı

Mohandas Karamçand Gandi (1869-1948), tarihte insan hakları savunuculuğunu yapan liderler arasında öne çıkan isimlerden birisidir. Hindistan Bağımsızlık Hareketi’nin lideri olan Gandi’nin görüşleri “Gandizm” adı altında toplanmıştır. Gandi, geçmişten günümüze dünyanın dört bir yanında siyasi liderlerin, yazarların ve aktivistlerin ilham kaynağı olmuştur. Gandi ve uğruna senelerini verdiği ilkelerini,  kendi maceralarında rehber olarak gören isimlerin başında hepimizin bildiği papaz Martin Luther King Jr. (1929-1968) geliyor.

1953 yılında Dexter Avenue Baptist kilisesinin pastörü olarak önemli bir başarıya imza atan King, Jim Crow yasalarının yoluna çıkması üzerine yerini beyaz ırklı bir papaza vermesi gerektiğini öğrendi. Gençlik yılları boyunca birçok kez ırkçılığa maruz kalan Martin Luther King, bu defa boyun eğmedi ve bu emre karşı çıktı. Fakat 1955’te tutuklandı. Birçok tarihçiye göre King’in insan haklarını savunma macerası tam da bu noktada başladı. King, Montgomery Otobüs Boykotu olmak üzere birçok boykotta önderlik yaptı ve birçok kez cezalandırıldı. Bir gün durum o kadar ciddileşti ki 382 gün süren Montgomery Boykotu’nun sonunda King’in evi bombalandı.

Irkçılığın son bulması ve insanların haklarının eşit dağılması için her şeyini feda etmeye hazır olan King, 1957 yılında Güney Hristiyan Liderlik Konferansı’nı (SCLC) kurdu. Varlığını hala sürdüren bu kuruluş günümüzde ulusal ve uluslararası insan haklarını savunmak üzere görev yapıyor.

Sivil Haklar Hareketi çalışmalarıyla anılan Abraham Johannes Muste gibi önemli kişilerden her zaman destek ve ilham aldığını belirten King,  Hristiyan sevgisini  “sosyal ve toplu değişimin inandırıcı enstrümanı” olarak ilk kez kullanan Gandi’nin, çalışmaları üzerindeki etkisini de her zaman dile getirdi. Barışçıl yürüyüşler, İngiliz ürünlerini boykot etmek, oruç tutmak gibi teknikleriyle eylemlere yeni ve insancıl bir bakış açısı getiren Gandi’ye karşı düşüncelerini King şu satırlarla ifade ediyor:

Gandi’nin teknikleri sosyal değişimin şiddetsiz biçimine rehberlik eden ışığımızdır.

King, hayatı boyunca örnek aldığı bu adamla hiç tanışamadı çünkü King henüz 19 yaşındayken Gandi suikast sonucu öldürüldü. King, Gandi ve prensiplerini 1959’da yaptığı Hindistan ziyareti ve Gandi’nin yazıları sonucu öğrenmiştir.

 

 

Şiddetsiz bir dünyayı savunan vatandaşların dahili veya harici intikam olmaksızın acı çekmeyi göze alması gerektiğini yazan King’in şu sözleri günümüzde hala ırkçılığa karşı ayakta duran insanların güç kaynağı oluyor:

Şiddet karşıtı direnişçi düşmanını vurmayı reddetmekle kalmaz, ondan nefret etmeyi de reddeder.

Kaynakça:

https://tr.wikipedia.org/wiki/Mahatma_Gandi

https://www.biography.com/news/martin-luther-king-jr-gandhi-nonviolence-inspiration

https://tr.wikipedia.org/wiki/Martin_Luther_King

Film Afişlerine Yeniden Hayat Veren Ekip: D’art Duvar

Bugün sizlere “Arthouse” havasında tasarlanmış, Türk sinemasının birbirinden değerli filmlerinin adeta bir paralel evrende yeniden hayat bulmuşcasına yeni nesillere aktarıldığı “D‘art DUVAR” projesini sunuyoruz.

Instagram üzerinden yoğun bir ilgiyle karşılaşan ekip kısa sürede ulusal medyada kendinden söz ettirmeyi başardı.

Unutulmaz Yeşilçam filmlerinin afişlerini yeniden tasarlayan “D‘art DUVAR” ekibi, yaptıkları sanatı şöyle açıklıyor:

Türk sineması bizlere önemli bir kültürel miras bırakmıştır. Özellikle Yeşilçam dönemi birçoğumuzun çocukluk anılarına kazınmış, yeri geldiğinde hüzünlendirmiş, düşündürmüş, yüzümüzü güldürmüş ve toplumun aynası olmuştur. Peki bu değerli sanat eserlerine yeterince önem verdik mi? Çalışmalarımızla bu eserlerin afişlerine yeniden can vermek istedik. Paralel bir evrende ‘arthouse’ havasında tasarlanmış bu afişlerin yeni nesiller tarafından da keşfedilmesi dileğiyle. İyi seyirler.

Gelin hep beraber bu güzel ekibin yaptığı birbirinden güzel çalışmaların bir kısmına göz gezdirelim. Bakalım siz en çok hangisini beğeneceksiniz.

Küçük bir hatırlatma, çalışmaların tamamına “D‘art DUVAR” internet sitesinden ve sosyal medya hesaplarından ulaşabilirsiniz.

 

1. KAPICILAR KRALI – 1976
2. DUVAR – 1983

3. CANIM KARDEŞİM – 1973

4. ADI VASFİYE – 1985

5. ARKADAŞ – 1974

6. KİBAR FEYZO – 1978

7. EŞKİYA – 1996

Hata

An kaybından yitip

Giden zamana inat;

Şapkamızda haylaz

Kuşlar

Biriktiriyoruz!

Ve

Belki de

En büyük hatayı;

Unuttuğumuz bir cümleyi

Geceden koparmaya

Çalışırken yapıyoruz!

 

Gideceğimiz gri hayatı

Bir şemsiye yapıverip

Onu ilk önce

Yağmura kapatıyoruz!

Ve belki de

En büyük hatayı

Yağmurdan sonra;

Yağmura dair

Söylediğimiz yalanlarla yapıyoruz!

Yalnızlıklarımız

Hiçbir zaman yalnız kalmadım, her zaman kendimle baş başa kalmayı seçtim. Hiçbir zaman pişman olmadım, sadece pişman olmam için çok şeye şahit oldum. Her zaman insanları sevdim, bir o kadar da onlardan uzak kalmayı seçtim. Düşüncelerimden kaçarken onları kovalayan taraf ise ben oldum.

Düşlerimde kayboldukça hayallerimin gerçek olacağı ümidiyle nefes aldım.
Ne için yaşıyorum sorusuna her zaman cevaplarımı değiştirdim. Yenilemek için kendimi çok savaşlar verdim. Kurtulmak için beynimle kalbimin arasındaki kavgadan, insanların kargaşasında kendimi kimsesiz buldum. Büyüdüm dedikçe, çocuk yanlarımın yarasını sarmayla uğraştım.
Engeller koyan hayata inat ellerimle parkurları kaldırdım. Düştüğümde ise yaralarımla yola devam etmeyi, eğilsem de bükülmeyeceğimi, kırılsam da parçalarımı toplamayı ben çok iyi öğrendim.


Aslında çok şey öğrendim.
Bir tek; umutlarımı nerede saklayacağımı ve nerelerde kullanacağımı öğrenemedim.

Konuşarak her şeyi halledebileceğimizi düşünüp konuştum, hep de konuştuğum yerden vuruldum. Kelimelerimi seçmeye çalışırken karşımdaki bodoslama saldı kelimelerini üzerime, bu kez de kelimelerin ağırlığını kaldıramadan yarı yolda düşen oldum.

Nasıl oluyordu bu insan ilişkileri? Anladım zannederken, çoğu kez bilmediğim sorular soruldu. Kırmamak için uğraştığım her insanın kırıp döktüğü duygularımı toplarken buldum kendimi ve sanırım bu beni her zaman çok yordu.

Dert yanacağım çok insan varken derdimi anlatacak mecalim mi kalmadı? Kalmadı mı haykırışım, kalmadı mı sorun çözmeye gücüm? İşte o yüzden iyiyim desem yalan olur kötüyüm desem inancıma dokunur, ve günlerim böyle geçer durur.

Ve yine öğreniyorum ki zamanın ilaç olmadığını, zaman sadece alıştırıp hissizleştiren bir diyara doğru yol almanı istiyor, istiyor ki ilacını kendin bul kendini kendin tamir et. Diyor ki zaman, ilacını bende ya da bir başkasında aramaktan vazgeç ve en çok kendinde ara. Ekliyor zaman; sana verdiğim ve senden aldığım her şeyi ancak ve ancak kendin yerine koyabilirsin, suçlama beni, ben değilim en büyük katilin, sensin benim katilim, sensin beni boşuna bekleten, sensin benden durmadan medet bekleyen. Evet sensin her şeyi bana bırakarak olduğu yerde sayan.

Radyomda eşlik eden şarkım, Sezen yine akıl verir gibi konuşuyor…

“… yaralı tepeden tırnağa, herkes yaralı, alışılmıyor acıya; yok kaidesi, kuralı. 
Kanayıp ne kadar tutabilirsin gül uğruna dikeni?
Ne gelen anladı ne giden olanı biteni.”

Sanırım insan böyle öğreniyor çoğu duyguyu… Yaralanarak veya acıya direnerek. Sevgili okur yalnız değilim biliyorum, sen de yalnız değilsin biliyorsun. Ama nedendir ki yalnız kalan duygularımız var. Bu dünyanın gerçekleri varsa doğum ve ölüm gibi, bir diğer gerçekleri de duygulardır. Duygularımızdır bizi çoğu şeyde yalnız bırakan. Mezar da olabilir yatağımız bazen, neşemizi de kaybederiz bazen ve bazenler çok fazla çoğalabilir bazen. Anlatmak istediği ile anlatamadığı şeyler arasında gider gelir insan. Anlatsam ne değişecek hissi sarar insanın içini ya da anlatsam anlayacak mı o insan…

Belki de anlatmamak en iyisidir. Yazmak ise en güzeli. Seçilmiş yalnızlıklar ise baha biçilemez tarafıdır. Sen sen ol sevgili okur, yalnızlık anca tercihin olsun, yalnız bırakılmak değil yalnız kalmak istiyorum diyebil insanlara. Konuş kendinle. Saatlerce belki günlerce. Çiçeklerin olsun mesela onlara anlat derdini, evcil hayvanınla dertleş, kaleminle kağıdınla konuş ama seni anlayamayacak ya da seni yanlış yönlendirecek insanlara anlatma o güzelim duygularını. Heba etme hiçbir duygunu. Kah kalemin duyar feryadını kah kağıdın ama duymaz insan insanı yürek kulağıyla. Duymazsa da küsme anlatmaya. Anlat ki bir şeylerle düğüm olmasın içindeki sevgi yumağın. Sev bir şeyleri, sev ki sevgisiz kalmasın bahçendeki çiçeklerin, parklardaki çocuk ruhun.

Yalnızlığı ve kendinle baş başa kalmayı ise ayırt etmeyi çoktan öğrenmiş ol. Ol ki yalnız kaldığında elini kolunu koyamayacak yerlerin olmasın. Dur ki dimdik seni yıkan bir poyraz değil, seni yıkan bir kıyamet bile olmasın. 

Yalnızlığınla mutluluklar sevgili okur…

 

 

 

Demokrasi Orkestrasının Büyük Şefi

Dünyanın en büyük ve kudretli kara deniz ve hava gücünün ve değişik milletlerin bir araya gelip oluşturduğu 4 milyon eğitimli askere komuta etmek. Bunlar arasındaki sürtüşmeleri engellemek, son derce İnatçı Churchill ve Mareşal Montgomery gibi kişileri dizginlemek, general De Gaulle gibi bir Fransız liderini itaat altına almak, ve en tehlikeli, atak, patavatsız konuşma hareketleri ile olay yaratmış General Patton gibi bir savaş makinasını islah etmek her liderin harcı değildir. Bunu yalnızca basit bir subayken, üstü general Marschal gibi askeri lideri geçerek, müttefik baş komutanı olan Eisenhower kısa adıyla ”İke” başarabilirdi.Bu adam Alman asıllı olduğu halde nazilere kök söktürmüştür.

Müthiş planlamacı beyni, gerçek bir kurmay zekası ile bütünleşmiş, her ihtimali ince hesaplayan gerçek bir askeri liderdi. Bu liderde ne Rommel’in şimşek gibi taarruzları, ne general Mc Artur’un kabına sığmayan gösterişli atakları ne de Napolyon Bonaparte gibi gösterişli manevraları vardı.O son derece tedbirli, mümkün olan en az kayıp ve riskle dev harekatlar yapan bir hesap adamıydı. Havalı üniforma, cilalı çizme, elde yalın kılıç düşmana saldırma devrinin çok tan geçtiğini kavramış, yüzünden eksilmeyen gülümsemesiyle,
savaşın karargah çalışmasını olduğunu herkese kanıtlamıştır. Hoş görülü nazik tavırlarının altında demir gibi bükülmez bir iradesi vardı,bu başarısının esas anahtarıdır.

İkinci dünya savaşı’nın en önde gelen generallerinden biri olarak Potsdam konferansı sırasında Japonya’ya karşı atom bombasının kullanılmaması gerektiğini savunmuş; İkinci dünya savaşı sırasında Sovyetlerin Nazilere karşı verdiği mücadeleye yardımcı olmak için Avrupa’da ( Abd ve İngiltere’nin açmakta uzun süre isteksiz olduğu) ikinci bir cephenin açılması için bastırmış; Sovyet general Georgi Konstantinoviç Jukov ile dostane ilişkiler geliştirmiş; Josef Stalin’in bile saygısını kazanmış; Hatta asker kimliğine rağmen 1950’de başlayan Kore savaşı’nın da gereksiz bir hamle olduğunu ve Abd’nin müdahil olmaması gerektiğini düşünmüş; henüz üç aylık başkan iken Stalin’in ölümünden 40 gün sonra 16 nisan 1953’te yaptığı Amerikan tarihinde ”Chance for peace speech” ismiyle anılan konuşma ile Sovyetlere barış umudu vermiş gerçek bir devlet adamıdır.

Kar Tanesi

Bir adam var sana gelen
Ben değilim biliyorum.
Ne zamandır koşuyorum sana
Ulaşamıyorum…

Bir adam var her yeri kar tanesi
O kadar ki dökülüp boynuna düşmüş
Ben değilim biliyorum.
O kar tanesi ne onu da biliyorum…

Bir adam var
Senin kararın
Ben değilim
Biliyorum.

Bir adam var ölmüş
Senin yoluna gömmüşler
Benim O biliyorum.

Hukuk Fakültesi Yolculuğu “Hüda Ghalia”

Dünya, onu 9 Haziran 2006’da gözyaşları içindeki haykırışıyla tanıdı. O dönem henüz 12 yaşında olan Huda Galiye ve ailesi, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısında Beyt Lahiya sahilinde ailesiyle birlikte piknik yaptıkları sırada hedef alınmıştı. Huda, saldırıda babası Ali İsa Galiye(47), kız kardeşleri Aliye (24), Sabrin (3.5), İlham(15) ve Hanadi’nin (1.5) de aralarında olduğu 7 yakınını kaybetti. Kumsalda ‘Baba’ diyerek attığı çığlıkları uzun süre hafızalardan silinmeyen Huda’nın sesini…

Huda, birkaç yıl sonra bu kez bir kız kardeşini daha eniştesiyle birlikte saldırıda başka bir saldırıda yitirdi. İsrail’in saldırısı sırasında yaşadığı travmayı uzun süre üzerinden atamayan Huda Galiye, ailesinin hesabını sormak ve Filistin halkının hakkını savunmak için avukat olmaya karar verdi. Gazze İslam Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne burslu kaydolan Huda, 2017’de lisans eğitimini başarıyla bitirdi. Bir süre önce de avukatlık ruhsatını eline aldı. Fakülte Dekanı Dr. Adil Abdullah, genç kızın mücadelesini, ­ sözleriyle dile getirdi. Hayatını ailesinin hakkını aramaya ve Filistinliler’in sesini duyurmaya adayan Huda Galiye, konuştu. “İsrail, tüm Filistin halkına karşı suç işliyor. İşgalle birlikte halkıma uygulanan savaş ve soykırımın en büyük kanıtı ise savunmasız ve silahsız sivillerin hedef alınmasıydı” diyen Huda şunları söyledi:

HESABINI VERECEKLER

Olayın üzerinden yıllar geçmesine rağmen ailesini katleden İsrail’den hesap sorma arzusunu canlı tutan Galiye, yaşadığı o anları ve kendisini hukuk okumaya iten duygularını AA’ya anlattı.
Fakülteden sonra gördüğü stajın ardından avukatlık ruhsatını alan Galiye, babasını ve kardeşlerini kaybettiği dönemin kendisi için son derece zor geçtiğini belirterek, “Her çocuk anne babasının kollarında büyümek ister ancak ben küçücükken bu hakkı elimden aldılar. Halbuki henüz babamın şefkatine ve merhametine muhtaçtım.” dedi.
O yıl, okullar tatil olunca babasının eğlenceli vakit geçirmeleri için kendilerini denize götürdüğünü ifade eden Galiye, eğlenceli başlayan gezinin babasının ve kardeşlerinin hayatlarına mal olduğunu belirtti.
Kız kardeşini de kaybetti
Babası ve kardeşlerinin gözlerinin önünde öldüğünü anlatan Galiye, deniz gezilerinin, ailesinin elinden alındığı o elim olayı hatırlatmaktan başka bir işe yaramadığını dile getirdi.
Galiye, İsrail’in bu acı olaydan birkaç sene sonra da kız kardeşini kendilerinden kopardığını şu sözlerle aktardı:
“İşgal güçleri ailemin peşini bırakmadı. İsrail’in 2008-2009’da Gazze’ye düzenlediği saldırılar sonucu bir kız kardeşim ve kocası hayatlarını kaybetti. Hayatımıza bir kara sayfa daha eklendi.”
Babasını ve kardeşlerini kaybettiği o acı günün hafızasına kazınmasının hukuk okuması için güçlü bir motivasyon olduğunu kaydeden Galiye, “O elim olayın ardından başta ailem olmak üzere Filistin halkının hakkını savunmak için avukat olmaya karar verdim.” dedi.
İşgalcilerin katliamları nedeniyle babasını ve kardeşlerini kaybeden ilk veya tek kişi olmadığına işaret eden Galiye, “İsrail’in evlatlarının yüzünden gülümsemeyi çaldığı ve en temel haklarından mahrum bıraktığı yüzlerce Filistinli aile var.” diye konuştu.
Artık 26 yaşında genç bir kız olan Galiye, zor koşullara meydan okumaya ve ayrılık acısını aşmaya karar verdiğini ifade ederek, 2012 yılında liseyi bitirdiğini ve Gazze İslam Üniversitesi Hukuk Fakültesine burslu kaydolduğunu aktardı.
Fakültede lisans eğitimini 2017’de başarıyla bitirdiğini ve Okula kaydoldum ve mezun oldum. Babamın yanımda olmasını, sevincimi ve başarımı görerek mutlu olmasını çok isterdim. İsrail’in işlediği suçların hesabını vereceği gün elbet gelecek dedi.

Babalara En Güzel Hediyeler

Tüm dünyayı etkisi altına alan Covid-19 krizi için alınan önlemlerin sosyal yaşantımızı gölgede bıraktığı günler nihayet sona eriyor. Evde kaldığımız onca haftadan sonra ailemizle ve çocuklarımızla yeniden bağ kurabilecek ve bir araya gelerek oyunlar oynayabileceğiz. Yaşadığımız bu dönem, gündelik hayata dair en basit aktivitelerin bile ne kadar değerli olduğunu fark etmemizi sağladı.

Babalar Günü, bu özel günlere olan minnettarlığımızı göstermemiz için çok doğru bir zaman.

Bu yıl 21 Haziran günü kutlayacağız, belki uzaktan belki çok yakından…

O bizim ilk kahramanımız, koruyucumuz, her daim hayran olduğumuz, vazgeçilmezimiz… Bize her zaman kol kanat geren babalarımız, bazen bunu hissettirmese de aslında birlikte geçirdiğimiz her anı hafızasına kazıyor ve asla unutmuyor. Babamızla geçirdiğimiz güzel anların değeri ise hiçbir şeyle ölçülemiyor.

1- L’Occitane’ın Babalar Günü hediye önerileri; Uzun soluklu kokular.

İçeriğinde bulunan servi ve ebegümeci sayesinde uzun süre hissedilebilir odunsu ve gizemli bir kokuya sahip olan Eau des Baux Deostick ve Eau des Baux duş jelinden oluşan özel bir set.

2- Babanız kaç yaşında olursa olsun Emporio Armani’nin yeni modeli şık tasarımıyla kalbini çalacak. Çeliğin güçlü duruşunu siyahın asaletiyle harmanlayan saatin hasır bileziği ise günümüz trendlerine gönderme yapıyor.

3- Gömlek Ev yaşamının ön plana çıktığı bu günlerde babaların ihtiyaç ve beğenilerine uygun pek çok hediye seçeneği arasında trikolar, pijamalar, mayolar, ayakkabılar,  rüzgarlıklar ve daha bir çok ürün seçeneği Brooks Brothers ve Edwards mağazaları ile online satış sitesi sizleri bekliyor. Yeni sezonun yanı sıra eski sezon ürünlerini de indirimli fiyat seçeneği ile sunan Brooks Brothers, bu yıl da sevdiklerinizle paylaştığınız en özel anlarda mutluluğunuza ortak olmaya devam ediyor.

4- Saçlarına özen gösteren babalara Fakir Hausgeräte’nin üstün teknolojili Bossy Diital Saç Kesme Makinesi de babanızın saç kesme işini evden çıkmadan yapmasını sağlayarak berberde hem sıra bekleme hem de birden fazla insanla temasa açık olmasının önüne geçiyor. Fakir Bossy, titanyum kaplı sabit bıçak ve seramik hareketli bıçak ile kolay kullanım sağlıyor. 5 farklı uzunlukta ayarlanabilir hareketli bıçağı ve 6 farklı uzunlukta kesme tarağı babanızın istediği saç uzunluğunu ayarlamasına imkan veriyor. Yıkanabilir kesici başlıklarıyla kolay temizlenebilen ürün, 60 dakikaya kadar kablosuz kullanılabiliyor. Şarj göstergesi için bulunan dijital ekranı, 90 dakikalık şarj süresi ve Li-ion pili ürünün teknolojisini üst seviyeye çıkarıyor. Fakir Bossy’nin yanında bakım yağı, saklama standı, temizleme fırçası, şarj adaptörü ve 1 adet ince taraklı bıçak başlığı da geliyor.

5- Babasını her adımda mutlu etmek isteyenler için Boyner’in ayakkabı koleksiyonunda, yaz mevsiminde kullanılabilecek birçok farklı model bulunuyor. Klasik modellerden loaferlara, sneakerlardan yazın vazgeçilmezi sandaletlere kadar binlerce ayakkabı seçeneği babasına güzel bir hediye almak isteyenlerle buluşuyor. En güzel hediyenin bir aksesuar olduğunu düşünenler de Boyner’de çok şey bulabiliyor. Cüzdanlar, kravatlar, kemerler, saatler, gözlükler ve şapkalar Babalar Günü’nün popüler hediye seçenekleri arasında dikkat çekiyor.

6- Tommy Hilfiger biraz rahatlamak için kısa da olsa tatile gidecek babalar için de tropikal desenlerin ön plana çıktığı, düz veya neon renklerden de vazgeçilmeyen eşsiz bir şort mayo koleksiyonu sunuyor. Tatil hayali ile yaşayan babalara hediye edilecek bir şort mayo ile “hayallerin çok uzakta” değil mesajı vermek mümkün.

7- Ustalık eseri Nude O2 Karaf,  Tasarım dünyasında isminden sıkça söz ettiren Amerikalı tasarımcı Joe Doucet’in imzasını taşıyan Nude O2 Şarap Karafı, şıklığıyla göz dolduruyor. Tasarımın zarif boğaz kısmı ve geniş taban üzerindeki bombeli detayları özgün bir tarzı yaratıyor. Eğer babanız derinliği olan karakteristik tasarımlardan hoşlanıyorsa, O2 karaf ile ona güzel bir sürpriz yapabilirsiniz.

8- BOSS Audio BOLT Taşınabilir Bluetooth Hoparlör Gri Çiftli, babanızın en eğlenceli zamanlarında müziğinin sesi hiç durmasın. En sevdiği parçaları açıp ona sürpriz yapabilir, istediği her an dinlemesini sağlayabilirsiniz.

9- Akıllı kablosuz kulaklık HONOR Magic Earbuds ise müzik dinlemeyi seven ya da sık sık telefon görüşmesi yapan babalar için mükemmel bir hediye. 3 saate varan kullanım süresi, hibrit gürültü engelleme özelliğiyle dış sesi tamamen kesme, dokunmatik kontrol ve kolay kurulum imkânı sunan Magic Earbuds, kablosuz olmanın getirdiği rahatlıkla babanızın günlük hayatında önemli bir fark yaratacak.

10- Deeper Smart Sonar Chirp+ ile balık tutmanın zevkine varın, babanıza verebileceğiniz en güzel hediye beraber balığa gitmek olabilir. Deeper Chirp+ bu hobinizi teknoloji ile birleştirdi ve eve eliniz boş gitmemenizi sağlamak için elinden geleni yapıyor. Akıllı telefonunuza yükleyeceğiniz uygulaması ile bulunduğunuz bölgede balıkların varlığından, suyun sıcaklığından, dip yapısından ve derinlikten sizi haberdar eder, balık geçtiğinde sizi uyarır. Babanız bu hediyeye bayılacak!

11- Levis Babaların gardırobunu tamamlayacak aksesuar koleksiyonu çeşitli renk ve stillerde şapkalar, çantalar ve kemerler barındırarak her görünümü mükemmel dozda farklılaştırıyor.

12-  Atasay’ın erkek koleksiyonu Vive le Roi, rafine ve şık çelik kolyeler, pırlanta detaylı deri bileklikler, modern tespihler ve yüzükler ile ‘cool’ babaların havasına hava katacak.

13- Heliocare Advanced SPF 50 Cream, babanızı güneşin zararlı etkilerinden koruyun. Normal ve kuru ciltlerin kullanımına özgü geliştirilen yüksek faktörlü güneş ürünüdür.
Yüksek etkenlere sahip doğal bitki özlü içeriği ile güneşin zararlı etkenlere karşı cildi gün boyunca korur. Bileşiminde yer alan, gelişmiş fiziksel ve kimyasal koruyucu filtrelerin yanı sıra, yüksek doğal bitki özlü Eğrelti Otu ekstresi, Yeşil Çay ekstresi içeriği ile güneşin zararlı etkenlere karşı cildi korumaya yardımcıdır. Antioksidan ve cilt görünümünü düzelten özelliklere sahiptir.
Zengin formülü ile foto yaşlanmaya karşı bakım sağlar. Cilt yüzeyinde hiçbir kalıntı bırakmaz.
​Cilt tarafından kolay emilir.

Babanıza alacağınız hediyelerde en azından bir fikir oluştuysa kafanızda ne mutlu, şimdiden tüm babaların Babalar Günü’nü kutlarım.

 

 

Paraları Değil de Kendimizi mi Harcadık?

 

En son ne zaman para harcadınız? Cevabı tamamen ücretsiz olan dergimizdeki bu yazıyı okumak için olmadığı kesin. Hatırladınız mı? Peki, şimdi soruyu yenileyelim. En son ne zaman “gerçekten” ihtiyacınız olan bir şey için para harcadınız? Hmmm, galiba burada biraz duraksıyoruz.

Tamam, ben itiraf edeyim ilk. En son aldığım şey gerekliliği tartışılır tabi: C markasına ait bir içecek. İronik olan tüm gün C markasına ait içeceklerin içildiği bir diziyi izlemiş olmam.Her gün o kadar fazla reklama o kadar fazla bize “Tüket, tüket, tüket ve mutlu ol” diyen fısıltılara maruz kalıyoruz ki. Tüketince, satın alınca daha mutlu olacağımıza dair bir algı yaratılıyor bu reklamlarda, gerçi üzülerek söylüyorum artık reklamlardan da fazlasında. Takipçisi birazcık fazla olan Instagram hesaplarında gördüğümüz hikayeler, postlar olsun o kadar fazla ürün yerleştirme içeriyor ki. Ve bizim farkında bile olamadığımız daha nice binlercesi… Hepsi, tek bir ortak çatı altında: Beni almalısın, baksana beni alan beni kullanan insanlar ne kadar mutlu nasıl da gülümsüyor yüzleri, beni aldıkları andan itibaren mucizevi bir şekilde hayat kaliteleri katlandı, hepimizin hayatta aradığı o “mutluluk” hülyasını benim sayemde buldular.Haydi, ne bekliyorsun gel sen de beni al!

Tüketim toplumu oldukHem de bu ürünleri istisnasız herkeste görmeye başlamışsak… İşte o zaman durumumuz vahim. Birden hayat gayesi haline gelir. O çantayı, telefonu, arabayı veya makyaj malzemesini almak. Çünkü toplumdaki değerimiz taktığımız aksesuar, giydiğimiz elbise, kullandığımız araba bunlarla ölçülür ya. Daha fazla çalışırken uykumuzdan kısarız , yemekten kısarız, arkadaşımıza doğum gününde alacağımız hediyeden kısarız ve alırız o ürünü. Aman alamadığımız senaryoyu düşünmek bile istemiyorum yoksa bir sonraki altın gününe geçen senenin kreasyonundan kalma çantamla mı gideceğim, yok artık! Biz de bu senaryoyu yaşamaktansa (!) alırız tabii ki. Tam olarak da bizden istendiği gibi, ne bir sorgulama ne bir düşünme.

Herkeste gördüm, herkes kullanıyorsa iyidir, güzeldir. Peki, tamam herkeste olan bu ürünü/ürünleri aldık, artık bizde de var. Gerçekten ihtiyacımız olmayan,  bize istememizin aşılandığı bizim de arzu ederek aldığımız ürünler -vaat de edildiği üzere- sizi gerçekten mutlu ediyor mu? Aldıktan yarım saat ya da üç saat sonra kendinizi hala mutlu hissediyor musunuz? Yoksa tamam buna da ulaşıldı artık “elde” gözüyle mi bakılıyor? Şekerli çikletin şekeri bitti sonuçta neden hala ağzımızda tutalım, at gitsin. Ardından farkında bile olmadan edindiğimiz tüketim bağımlılığında bize empoze edilmesi gereken yeni ürünümüzü bekliyoruz. Ve bu kısır döngü içerisinde kayboluyoruz. Mutluluğu bulamıyoruz çünkü mutluluk kavramını çok yanlış anlamlandırdık kendimizde. Yine de o fıtratımız gereği hala içimizde. Tüketimle beraber gelen bencilliği kelebek kozasına benzetirsek, kozasından kurtulup uçmayı bekliyor bu kelebek.

Kozayı yırtmanın da belli başlı yöntemleri var. İlk olarak kendinizden büyük bir amaca inanmak, sizin keyfi olarak harcadığınız paraya gerçekten ihtiyacı olan insanlar olduğunu görmek mesela sosyo-ekonomik açıdan yetersiz çocukların eğitimi. İhtiyacı olan yerine ihtiyacı olmayanı örnek aldığımız için bu konu üzerinde durmak neyin önemli olduğunu anımsamamıza yardımcı olabilir.

Sonracığıma paylaşmak kavramının farkındalığını, amacını, verdiği mutluluğu görebilmek. Örneğin arkadaşınıza aldığınız/yaptığınız bir hediyenin onu ne kadar mutlu ettiğini görmek, çikolatanın sonunu kardeşinizle paylaşmak(Aaa, bir durun ama tam olarak ikiye bölebilecek seviyeye gelmedik daha) mandalinanızı babanızın malıymışçasına sınıf arkadaşlarınızla paylaşmak. İçimizdeki boşluğu doldurabilmenin yolu bazen de karşılıksız vermektir.

Sahip olmadıklarımız yerine sahip olduklarımıza odaklanalım. Bizler bir tüketiciden fazlasıyız. Kendimizi sahip olduğumuz objelerle tanımlamaktan vazgeçelim. Düşünce denizimize yeni su kütleleri ekleyelim, kitap okuyalım, düzenli olarak yaptığımız hobiler edinelim ki kendimizi tanıyıp neyden hoşlandığımıza, neye ihtiyacımız olduğuna, neye olmadığına kendimiz karar verelim. Küçük şeyler mutlu etsin bizi. E pastanesinden pasta almaktansa, arkadaşlarımla kendi ellerimizle hazırladığımız pastayı yemek haz versin bana. Çünkü onun içinde emeklerimiz, anılarımız ve sevgimiz var. He tabii bir de kârımız.

Artık bunları gerçekleştirdikten sonra ruhumuzu da tüketip attığımız geri dönüşümden toplayabileceğimizi umut ediyorum. Lütfen bundan sonra eliniz cüzdanınıza gittiğinde bu yazıyı hatırlayın ve bir kez daha sorgulayın. Gerçekten ihtiyacınız var mı? Unutmayın para harcarsınız ve para kazanırsınız. Paranın yeri doldurulabilir fakat döktüğünüz onca alın teri, hayatınızdan çalan mesai saatleri… İşte bunları ne yaparsanız yapın geri getiremezsiniz. Yaptığınız harcamalar cebinizden değil, vaktinizden gider ve unutmayın ne kadar zengin olursanız olun hayatı satın alamazsınız.

İyi Niyet İstismarcıları

yeşillerde yitmek

Bizler doğup büyüdüğümüz topraklar sebebiyle her zaman paylaşmayı seven, başkalarının acılarına türküler yakan, gördüğümüz aşklara hikayeler yazan bir toplum olduk. Hayatı anlamlı kılmak  için de olması gereken de buydu zaten. ‘ Hep Bana’ mottosuyla ne insan varlığı değerli olurdu, ne de sahip olduklarının kıymeti. Paylaşmalıydık. Sevgimizi, derdimizi, paramızı, aşımızı ve nicesini.

Dün yolda yatan bir adama rastladım. Titriyordu. Arabayı bir hızla durdurdum ve koşarak yanına gittim. Benim müdahale edeceğimden vahim gözüken duruma, hemen iş arkadaşlarımı çağırdım. Bir yandan kalbim hızla çarpıyor bir yandan zangır zangır titriyordum. ‘ Koşun!’ diye bağırdım ve olay yeri çırpınışlarımla kalabalıklaştı. Ne olduysa ondan sonra oldu zaten, o kuş gibi çırpınan çaresiz adam önce oturdu, sonra kalktı. Hem de hiçbir şeyi yokmuşcasına.

İş arkadaşlarım bana dönüp ‘ Pelin bunlara inanma, numara yapıyorlar. Ama lütfen sen otur da sana su getirelim’ dediler. Bir anda kahraman olacakken, mağdur durumuna düşmeyeyim mi?

Tıpkı bu örnekte olduğu gibi bizler, kendi içimizde mabet bildiğimiz iyi niyetimizi başkalarının kullanmaya başladığını anladığımız anda yavaş yavaş kırılmaya, zamanla sorgulamaya ve sonunda yapmamaya karar verdik. Dilime öyle pelesenk oldu ki ‘Eşek olursan semer vuran çok olur’ atasözü, eşek olmaktan bıkmadık da, vurulacak semer kalmadı.

Zamanla derdimizi anlatmamaya, anlatılanı duymamaya, olanı bölüşmemeye başladık. Oysa ne güzel Türk Filmleriyle büyümüştük çocukken. Ve hep inanırdık ki ‘Veren el, alan elden’ üstündü.

İyi niyeti suistimal etmeyin Ey eşref-i mahlukat.

Varsa bölüşelim, yoksa söyleyelim. Dürüst olalım ve özen gösterelim tüm insani değerlere.

Çünkü ben hâlâ yağmurlu günlerde otostop çeken insanların niyetini bilemediğimden arabaya almadığıma üzülüyorum.

Tüm zorbalığına rağmen hayatın, hala naif kalmaya çalışan insanları üzmeyin.

İyi niyetle ve sağlıcakla kalın.

Kahverengi İpek Mendil

Çikolatalı kahve tadında bazı anlar vardır. Lezzeti zihninizden çok kalbinizi etkisi altına alır. Kendinizi atmosfere bırakıp sadece düşünürsünüz… Bir şiirlik düşünürsünüz ve tek bir yaprakta bütün bir ormanı görürsünüz; kalbinizle.

Karşınızdaki insanı dinlemekle ceketin cebine özenle katlanıp konulmuş mendili dinlemek arasında tercih yapmak durumundasınızdır.


Bir mendil… Eski adı ile ‘mandilon’ … Yunanlıların sadece yüz kurulamak için kullandığı mandilon nasıl olmuştu da Kudüs’te yüzlerce yıl önce bulunmuş kilden bir pipoyu hatırlatmıştı? Ya da nasıl olmuştu da bir bez parçası insanı kalbinden tutuvermişti?

Her şey gibi değerini kaybetmiş, kullanıp atılan mendillere inat hatırlanan, insanla bağı olan, bazı anıların ağırlığıyla kahverengi mendil yıkanmış, ütülenmiş ve itinayla katlanarak ceketin cebine konulmuştu.

 

Sisli bir kış gecesinde, kestane kokan küçük bir kafede, kalbinize dokunan bir mendil ne söyleyebilirdi?