31.6 C
İstanbul
Pazar, Temmuz 27, 2025

Farzet

Şarkıcı Sertab Erener’in yeni şarkısı FARZET. Geçtiğimiz hafta yayınlandı ve daha şimdiden 400 binden fazla dinlendi.

Şarkı ilk saniyesinde insanı büyülemeyi başarabiliyor. Öyle bir tınısı var ki “Bu şarkıyı daha önce duymuştum” dedirtiyor. Sözleri de müziği de kendimi bildiğim bir yerde olmanın hissettirdiği o tatlı hisleri hissettirdi. Veda içeren sözlere sahip olsa da..

Şarkı sözleri Sertab Erener & Ersel Serdarlı’ya ait.

Dinlemek isterseniz 🙂
https://www.youtube.com/watch?v=6lXMkqjJTNs

Kalın Sesli Kişi

  Merhaba. Bugün 8 Ağustos 2020. Bu ses kaydını psikoloğumun isteği üzerine yazıyorum.

  Umarım, sesimden tanıdın beni. Evet, artık öğrenmiş oldun; psikoloğa gittiğimi. Ama abartılacak bir şey değil bu.  Sesimi kaydetme sebebimi açıklayayım sana. Seanslarda gerçekleşen “soğuk koltuk” yöntemi varmış. Koltukta, içindekileri söylemek istediğin kişi karşındaymış gibi oturuyorsun. Ve ona söyleyemediğin her şeyi anlatıyorsun. Biliyorsundur virüsü, karantinadayız. Şu anda  virüs sebebiyle seanslarımızı online  şekilde devam ettiriyoruz. Bu yüzden şimdiye kadar sana söyleyemediklerimi anlatıyor gibi yapacağım. Aslında, seninle hep konuşurum, ama duyamazsın… Duymamakla duyamamak arasındaki farkı sana karşı sustuğumda öğrendim. Muhtemelen, şimdi beni duysaydın yapacağın ilk şey neden psikoloğa gittiğimi sormak olurdu. Bu soruyu psikoloğum sorduğunda “Sokrates’in idamı” yüzünden demiştim. Hani Sokrates hep sormuş, anlatmış ama insanlar onu anlamak yerine şikayet etmiş ya. Mahkeme de idamına karar vermiş. Onu seven birçok kişi, Sokrates’i kurtarmak için para bile teklif etmiş mahkemeye. Ama Sokrates bunu reddederek idamı seçmiş. Anlaşılmadığı için, hayal kırıklığına uğradığı için. Daha çok sebebi vardı belki de.  Sokrates’in zehir içmesini okuduğum anda üniversitenin bahçesinde  ağlamaya başladım. Adam değil de, seçimi sana o kadar çok benziyordu ki baba. Birilerini uyandırmak için  konuşan kişiyi, uyanması gerekenler, ebediyen uyumaya terketmiş. Tıpkı, senelerce devleti için çalışmış bir asker olarak, generali tarafından ihanete uğrayan, anlaşılmayan ve kendini alkole veren sen gibi baba. Alkolik  teşhisini bir an olsun kabul etmeyen sen gibi. Biliyor musun, yeri ve zamanı fark etmeden her an hayalini düşünüp saatlerce ağladığım tek şey senin ölümün. Bu keder, dünyadan ayrılmandan daha çok, umudunu da beraberinde götüreceğin için bu kadar ağır. Ben senin iyi bir baba olacağına olan umudumu asla kaybedemedim. Kaybetmek için çok çalıştım, ama olmadı. Mantığınla olmayacağını bildiğin bir şeye kalbini vermen, hayal kırıklığı getirir. Bazen bir  süreliğine dua edememeye bile. Ama işte, her “baba” kelimesi geçtiğinde kalbimde kederin yanında inanç da yer almakta. Sayende  bir şeyi öğrendim. Bazen insanlar kaybetmediği inançları için kendisiyle gurur duyar. Oysaki, şunu bilmeliyiz: inançlar karar verir bizi kaybedip etmeyeceğine. Neyse… Sana şeyi anlatmanın tam zamanı. Psikoloğum bana “babana en çok hangi anını anlatmak isterdin?” diye sorduğunda ona verdiğim cevabı. O hatıramı anlatmak isterdim hep, ama kalbini kırmaktan korkuyordum. Tam sekiz sene önce ilk hikayemi yazmıştım. Hani hep yazar olmak isterdim ya, hâlâ istiyorum. İlk sana okuttum tabii ki. Ceketinin cebine bırakmıştım. Dur anlatayım sana:

“Bahar, babasıyla konuşmak istiyordu hep, ama asla adım atamıyordu. Çünkü babasını kaybetmemek için babasının ona olan sevgisini feda etmek zor geliyordu, ama kararlıydı. Babası alkolü bıraksın diye konuşacaktı onunla. Onu çok sevdiğini, sarhoş olmadığı zamanlarda çok iyi bir baba olduğunu söyleyip, eğer kabul ederse alkolikliğini beraber yenebileceklerine tüm kalbiyle inandığını… Bahar babasına tüm varlığıyla inandığını söylemeye kararlıydı. Bu akşam geldiğinde konuşabilmesi için onu arayıp sarhoş gelmemesi için ricada bulunacaktı. Bodrum katındaki sıçanlı evin en naif, en zarif rica kurallarından biriydi bu. O an ev telefonu çaldığında Bahar’ın açması sanki, kaderin yazılmış senaryosuydu. “Alo”dan sonra döndü Bahar. Zaman dondu, güneş dondu, rüzgarın oynattığı saçları bile dondu. Ama gözlerinden akan iki damla yaş sükûtu bozmuştu. Bahar neden ağladığını üç saniyelik de olsa sorguladı. Annesini döven, evdeki herkese küfredip her gece kavga çıkaran babası bunları bir daha yapamayacaktı. Buna rağmen ağlıyordu ama. Çünkü ölüm, sadece babasını değil, onun umudunu da almıştı. Evet, arayan polisti. Bir bankta  uyuyakalarak aşırı dozdan ölmüştü babası. Bahar, anlatmak için çok geç kalmıştı. Babası da iyi bir baba olmaya. Herkes çok geç kalmıştı….”

Sana, “devam edersen böyle oluruz” diyemiyordum. Bu yüzden ismimi bile değiştirmeden yazmıştım anlayabilmen için…

Babacığım, bu hikâyemi okuduktan hemen sonra beni aramıştın. “Allah’a yemin ederim ki, bir daha içmeyeceğim, kızım” demiştin. O an kendimi dünyanın en değerli insanı olarak gördüm. Bizi, hiç olmadığımız kadar, mutlu bir aile gibi hissettim. Başarmıştık. Bu kâbus bitmişti.

 Ama… Âh, “ama” ile başlayan cümleler yok mu, insana bırak yeni sayfalar açtırmayı, yeni kitaplar yazdırır. Ama,  işte baba, sadece iki gün. İki gün sürdü bu mutluluk. Kapıyı açma şeklinden anladım; anlamak istemiyordum, yanılmayı arzulamıştım. Ama sen içeriye sarhoş halde girdin. Zaten o hafta içinde her yaz olduğu gibi yine evimizi sıçanlar basmıştı, kavgalara da dayanamayıp ilk ve tek intiharımı gerçekleştirmiştim. Anneme çok yalvardım sana zehirlendiğimi söylesin, ölmek istediğimi değil. Çünkü, bilseydin bile yine her şey aynı şekilde devam edecekti ve ben hayallerimde bile seni sevememeyi riske alamazdım. Zehirlendiğim için daha dikkatli olmamı önermene hâlâ gülerim. Belki de sen daha dikkatli bir baba olmalıydın. “Keşke” demeyeceğim, keşkeler boştur. Her şey olması gerektiği için olur. Hatta, çok istersen iyiye doğru olur. Bak, mesela tüm bu olanlar daha iyi insan analizi yapmama yardımcı oldu. En çok da kendimi tanımaya. Eksikliğini doldurmak için çok şeyi abarttım. Nazı, bazen fedakarlıkları, nefreti, sevgiyi, dansları, süslü olan her şeyi, bir dönem sessizliğimi, siyah renkli her şeyi hep abarttım. Kendi üzerimde çalıştıktan sonra başkalarını anlamaya çalıştım. Bayağı bayağı oluyordu ha! İşte, ne bileyim bir masada arkadaşlarla oturduğumuzda ailesinde sevgi eksikliği görenleri tanırım. Genellikle, en çok bağırarak konuşan, en çok gülen ve en güzel gülenler olur. Hep kendilerini ispatlamak için yaşarlar. Şanslı olan varsa kendisinin farkına varır ve bunu değiştirmeye çalışır. Bazen en olgunu da yine bu kişiler olur ve küçüklüğünü yaşayamayanlar her zaman çocuk olarak kalmak ister. Bir de bu “babasız kızlar” olarak hepimizin  ortak noktası her acıya aynı şekilde ağlamamız… “Babasız kızlar” dediğim babası yaşamayanlar değil; sevgisini veremeyenlerdir. Yoksa, yaşayan çok ölü var, yaşayan ölüler sevgi vermeyenlerdir baba. Ama biliyor musun? Ben seni çok seviyorum. Alkolikliğinin başladığı ve hâlâ devam ettiği bu on dört sene boyunca ikinci defa bıçakla saldırdığın gece kaçmak zorundaydık. Anneme ben yalvardım gitmemiz için. Çünkü annem, bizim için her gece ağzının kanamasına dayanıyordu. Ve benim, seni çok sevmeme rağmen bunu annemden ben istemeliydim. Adalet çok farklı baba; sevgiye bakmaz, bakmamalı. Ama ben seni her zaman seveceğim. Sen bana çok şey öğrettin. “Tüm insanlardan uzak dur, insan oldukları için.”  Bu cümleni asla unutmam, hâlâ kulaklarımda söyleyiş tarzın. Alakasız anlarda bile bu tavsiyeyi verirdin. İşte ben de çoğu insana kullandım bu tavsiyeni. Bu yüzden çoğu kişiden uzaklaştım kavgalarımla, bazılarını da kaybettim. Sonra dediğinin yanlışlığına değil de, yanlış uyguladığıma karar verdim. Ben kendimden uzak durdum. Kendime uzaktan bakmak, beni hayal dünyamdan çıkarıp gerçek hayatta ağlamadan, savaşmadan yaşamama yardım etti. Sana hep bahsetmek istediğim, çocukluğumdan beri devam eden sevgimi, ilişkimi bile geri verdi. Meğerse, beni ben olduğum için seven birinden, baba sevgisini almaya çalışıyormuşum. Ama o bana bunu asla vermedi. İyiliğimi düşünüp bana hep kendisi gibi davrandı. Ailesinde sevgi boşluğu olan birinin başına gelebilecek en büyük imtihan, hayatına alacağı kişinin sevgisini o boşluğa koymadan ona yeni bir sayfa açmaktır. Ve itiraf etmek gerekirse, onu kendisi gibi sevmek hayallerimden daha güzelmiş.

     Aklıma şu an geldi, öğrettiğin başka bir şey. Sen bana korkumun üzerine gidebileceğim kadar güzel bir şey öğrettin aslında baba. Her gece eve sarhoş  geldiğinde annemle kavga etmemen için seninle sohbet etmeye çalışırdım. Sen de bana sürekli anlamadığım, ama başarılı olabileceğim bir konu üzerine konuşurdun. Felsefe! Yıllar sonra  felsefe konularını okumak o gecelerin korkusunu hatırlatsa bile, okuduktan sonra en çok ihtiyacım olanı, Yaradanı bulduğum bir yer oldu felsefe. Bunun için sana çok teşekkür ederim. Bizi ağlatan sebeplere bile teşekkür etmemiz gerekir. Çünkü seni sen yapan her şey, her detay özgürlüğünün zerreleridir.

Ve son olarak baba, sana bir söz vermek istiyorum. İçimdeki aile tablosunda olan kalın sesli kişinin yerini, baba sevgisinin boşluğunu kimseyle doldurmayacağım. Seni olduğun gibi seviyorum. Çünkü acını anlayabiliyorum baba. Ve başından beri senin tek ihtiyacın olan şey buydu: Anlaşılmak!

Seni hep anlayacağım! İçtiğinin, zehir değil de alkol olarak kalması için!

     Hoşça kal, baba…

Haşere

Çürümüş bir etin üzerinde gezinen böceklerle denk geldik
İrili ufaklı onlarca böceğin gözlerinde gördüm,
Kemirmeye çalıştıkları etin aciz anılarını.
Mütehevvir bakışlarımı böceklere yönelterek bekledim,
Yaşam belirtisi göstermeyen nahoş etin üzerinden ellerini çekmelerini.

Yama tutmayan ipin koptuğu yerde yumuldum ben de akbabalar gibi,
Bir parça etin üzerine.
Afir böcekleri kıskandıracak şekilde iştahla yedim,
Soğuk olmasına rağmen içimi yakan et parçasını,
Donuk gözlerime anıların sıcaklığı tekrar gelsin diye.

Ne?

Ne lan bu!
Altı üstü yaşamak
Bi bak lan olum!
Etrafına bi bak!
Bu heves bu hayat
Şu sallanan hamak
Bu bakış bu saklambaç
Geldik bak bu da son ramak
Yalnızız lan ne bu iş
Ne bu buz kesmişlik bu damak
Kuşlar, balıklar, salyangozlar
İplikler, çilelker, marangozlar
Soytarılar, kalem, balyozlar
Şu şehir, şu sahil, şu boyozlar
Havlu atanlar, gece yarısı ekspresi
Kalk lan ayağa kalk
Kalk, kalk, kalk, kalk, halk, kal.

Masallarda Avunmak

Şair, bana bir masal anlat!
Kafdağı’na uçur beni,
O’nun gönlüne düşür beni.
Ve de
Sevenler kavuşsun,
Gökten üç elma düşsün,
Biri senin biri benim,
Biri de bu şiiri okuyanın başına.
Haydi başla, anlat bana
Böyle bir masal!
Sarsın ruhumuzu,
Hayali de olsa heyecanlar!..

Zor Değil

Dokunmak geceleri aya,
O kadar zor değil.
Zor değil rüzgarı,
Parmaklarının arasında hissetmek.
Zor değil bir tebessümle,
Gönül alması.
Ufak bir virgül,
Nasıl değiştirirse tüm anlamları.
Zor değil hayata
Mutluluk katması.

Çığlıklarıma Ses Olun

Çığlıklar atıyorum her gün. Avazım çıktığı kadar bağırıyorum her an. Ama sesimi duyan yok. Karanlık gözlerimi kör etmiş. Kimse yok yanımda ama çok kişi var aslında. Birileri var sürekli elleri bedenimde, gözleri üzerimde. Çekmiyorlar gözlerini üzerimden baktıkları her yer yanıyor bedenimde, dokundukları her yer kabuk bağlıyor tenimde. Çok ağrıyor ruhum. Pis gözlerinin, bedenlerinin, sözlerinin ağırlığı altında eziliyorum. Kalkamıyorum, çığırıyorum, duyuramıyorum.

Birileri var… Onları istemediğim için çocuğumun yanında boğazımı kestiler. Eve gitmek için otobüse bindim önce tecavüz ettiler, sonra yaktılar. Hayallerim vardı, ses yarışmasına katıldım, beynimden vurdular. Sevmedim diye öldürdüler, bedenimi varile koyup üzerime beton döktüler. Sokakta yürüken canı istedi diye bıçaklayıp öldürdüler.

Ama benim kocam da var. Yemeği tuzsuz yaptım diye saatlerce döven, başkalarına pazarlayan, boşanmak istediğim için sokak ortasında öldüren, kızıma tecavüz eden, üç kuruş için evlendiren… Benim kocam var ya da celladım ne fark eder ki?

Birileri daha var. Katilimi sokağa salan, celladımı rahat ettiren birileri var. Aslında niyeti beni öldürmek olmadığı için iyi hal indirimi veren var. Eteğim kısa olduğu için arandığımı, gece o saatte ordaysam vardır bir hafiflik onda diyenler var. Mezardaki bedenim üzerinden hâlâ namus davasını sürdürenler var. Bu birileri var ama niye var?

Ben ölüyorum her gün. Evlatlarım, kardeşlerim, annem, babam… Ölüyoruz biz her gün. Her gün anıt sayacından artan rakam değil sadece, ben hepimizim ve hepimiz ölüyoruz. Hepimiz her gün yaşayabilmek için dua ediyoruz. Taksiye binerken plakalarını alıyoruz, otobüse binerken başka kadın yoksa binmiyoruz, yazın şort/elbise giyemiyoruz, sokakta yürürken takip ediliyor muyuz diye arkamıza bakmaktan önümüzü göremiyoruz.

Evet önümüzü göremiyoruz. Hayallerim var yaşamak için hedeflerim var ama etrafta ışık yok göremiyorum. Ablalarım var mezun olmak için çabalayan, hayata tutunmaya çalışan ama yürüyemiyoruz. Annelerim var huzur isteyen, her sabah kalktığında bedeninde yeni bir morlukla uyanmak istemeyen. Fakat arkamızda hep birileri var; iğrenç bakışları, pis elleri ve vicdansız düşünceleriyle hep varlar. Onlar varken bizim hayatta olmamız yaşadığımız anlamına gelmiyor.

Her gün çığırıyorum. Duyurabileyim artık sesimi. Bir kere daha ölmek istemiyorum. Annem benim yüzümden ağlasın istemiyorum. Tutun ellerimi hep beraber kalkalım ve ayağa kaldıralım her yeri. Yaşayabilmek için bağırmayalım daha fazla gülebilelim. Ses olun çığlıklarıma. Lütfen…

“Çelik Yay”dan Komünizm’e Fırlatılan Oklar

Yazar’ın Hayatına Kısa Bir Bakış

Mihail Bulgakov, eserleri gittikçe geniş kesimlere ulaşan, yaşadığında nail olamadığı ilgiye yeni yeni kavuşmaya başlayan Rus edebiyatının önemli yazarlarından biridir. Aslında oldukça üst düzey bir yazar olan Bulgakov’un niçin yaşadığı dönemde hak ettiği ilgiyi göremediğinden kısaca bahsetmek istiyorum.

Çelik Yay

Bulgakov, tıp eğitimi almış olmasına rağmen doktorluktan pek de hoşlanmayan ve hayatını yazarlıkla idame ettirmeyi yeğlemiş bir edebiyatçıdır. Yazarın edebi çalışmalarına hız verdiği dönemde Sovyetlerde Stalin devlet başkanı olmuştur. Sovyetlerin edebiyata bakışı ise daima “devrim güzellemesi” yapan eserler yazılmasını görmek ve bu tür eserlerin yazılmasını teşvik etmek olmuştur. Kısacası Sovyetlerde edebiyat “güdümlü” olmak zorunda kalmış, ideolojinin emrine girmiştir. Zaten birçok Rus yazarı da ya isteyerek ya da mecburiyetten kalemlerini ideolojinin emrine sunmuşlardır. Tabii neticede rahat bir hayatı da elde etmişlerdir. Ama bazı yazarlar, bu tutumu yanlış bulmuşlar, fikirlerini edebiyatın ve sanatın şerefini düşünerek korkmadan savunmuşlar ve yazmışlardır. İşte Bulgakov, ikinci gruba rahatlıkla dahil edebileceğimiz yazarlardan birisidir. Elbette bu tutum Komünizm gibi baskıcı ve despotik bir ideolojinin şekillendirdiği bir devlet olan SSCB’de hiç de hoş karşılanmamıştır. Bulgakov, hayatı boyunca devletin baskısını ensesinde hissetmiş, Sovyet Yazarlar Birliği tarafından yok sayılmış, yazarların ikiyüzlü tavırlarına maruz kalmış, eserleri sürekli sansüre uğramış bir yazar olmuştur. Bulgakov’un eserleri yer yer kısmi sansüre tabi tutulurken 1929 yılından sonra eserleri tamamen sansürlenmiştir, hiçbir eserini yayımlama imkanı bulamamıştır. Yazara adeta yaşam hakkı tanınmamıştır. Bulgakov, 1930’da ülkeden göç izni istese de bu isteği Stalin tarafından reddedilmiş; kendisine basit bir iş verilerek yatıştırılmaya çalışılmıştır. Ancak Bulgakov, bütün baskılara rağmen zihnini ve kalemini omurgasız kişilerin rahatlıkla yaptığı gibi kiraya vermemiştir. Eserleri hakkında sürekli haksız eleştiriler yapılmasına rağmen kendisini savunmak için hiçbir fırsat tanınmamıştır. Bu kendini savunamama durumu yazarı gerçekten üzmüştür. Hayattayken birçok eserinin yayımlandığını göremeyen yazar, bütün “ölümsüzler” gibi günümüzde büyük bir ilgiyle okunmaktadır. İlerleyen satırlarda incelemesini ve özetini okuyacağınız “Köpek Kalbi” de yazar hayattayken yayımlanamamıştır. 1925 yılında kaleme alınan roman Batı’da 1968 yılında SSCB’de ise ancak 1987 yılında yayımlanabilmiştir.

“İki tanrıya kulluk edilmez.”

Kitaptaki olaylar 1924-1925 yılları Moskava’sında geçiyor. Oldukça etkileyici bir kitap. Bir kere yazıldığı döneme ve yazıldığı ülkeye bakınca yazara cesaretinden dolayı hayranlık duymamak elde değil. Çünkü dönemin Rusya’sı Stalin diktası altında idare ediliyor. Stalin’in ne tür bir mahluk olduğunu anlamak için birkaç örnek yeterli. Türklere yaptığı birkaç zulümden bahsedeyim: Bugün Gürcistan sınırları içinde kalan Ahıska’dan ve Ukrayna sınırları içinde kalan Kırım’dan (Bugün de Rus işgali altında) binlerce Türk’ü zorunlu göçe tabi tutup yurtlarından sürmüştür. Stalin vahşetleriyle ilgili birçok belgesel hazırlanmış, birçok kitap yazılmıştır. Merak edenler bunlara piyasadan rahatlıkla ulaşabilir.

Konumuza dönecek olursak şunları söyleyebilirim: Dikkatinizi çekmek istediğim birinci nokta kitap tam da Komünizm idaresi günlerinde sıcağı sıcağına kaleme alınmış. Yani o günleri yaşayan, gören ve oldukça etkileyici bir üslupla yazıya döken üstün nitelikli bir yazarın elinden çıkmış bir roman. Bizim ülkemizde de halen soyu tükenmekte de olsa devrimcilik oynayan devrimbazlara şiddetle tavsiye ettiğim bir kitap. Okusunlar ve Komünizm ideolojisinin pratiğe döküldüğünde kendilerini nasıl bir hayatın beklediğini görsünler. Tabii bugün Çin denen terör devletine de bakınca Komünist idarenin altında türlü işkencelerle katledilen, hem kültürel hem de fiziksel soykırıma tabi tutulan 40 milyon Türk’ü görünce de -kalplerine mühür vurulmamışsa, gözleri kör kulakları sağır değilse- Komünizm’in ne mal olduğunu kavrayacaklardır.

Kitabın konusuna gelecek olursak kısaca şunları söyleyebilirim: Kitabı özellikle ilk bölümlerde dikkatli okumak gerekir. Dikkatsiz bir okuyucu kitabı yarıda bırakabilir. Çünkü Köpek Şarik ve yazarın zihni yer yer birbirine karışabiliyor. Hakim anlatıcı olan yazar yer yer kendi zihninden Şarik’in zihnine atlıyor, bu da bir karmaşaya sebep oluyor. Köpek Şarik, aç biilaç yiyecek peşinde dolaşmaktadır. Üstelik taş kalpli biri onu yaralamıştır. Profesör F. F. (Flip Flipoviç) onu önce besler sonra evine götürür. Bir süre evde bakımını yapar, yardımcısı Doktor Bormental’le tedavi eder. F.F. önemli bir buluş üzerinde çalışmaktadır. Hipofizin insanlar üzerindeki gençleştirme etkisi. Bir gün Bormental, henüz ölmüş olan 28 yaşındaki birinin cesedini ameliyathaneye getirir ve F.F. çalışmasını uygulamaya koyar. Şarik’i ameliyata alırlar ve cesetin hipofizini ve er bezlerini Şarik’inkilerle değiştirir. Sonuç beklenen sonuç olmamıştır: Şarik gün geçtikçe insan yapısına bürünür. Bir süre sonra tamamen insan görüntüsüne ulaşır ayrıca konuşmayı da öğrenir. Bundan sonrası Profesör için işkenceli bir hayatın başlangıcıdır. Şarik, bina yöneticisi Yoldaş Şvonder’in telkinleriyle tam bir aptal komüniste dönüşür. Sonuçta Şvonder’in vasıtasıyla iş bile bulur. Sokakları hayvanlardan arındırma birimine şef olur. Kedileri vahşice katleden bir birim. Komünist hümanizması böyle bir şey. Gerçi öldürdükleri milyonlarca insanı görünce pek de şaşılacak bir şey yok. Şarik bir süre sonra F.F.’ye saldırır. Bormental Şarik’i engeller ve onu boğuşma sonucunda öldürür. Şarik’i tekrar ameliyata alırlar ve Şarik artık eski haline dönmüştür.

“Elbette, kedilere neler yaptığını gördük. Adamda köpek kalbi var.
“Yoo yoo hayır!” dedi Filip Flipoviç iyice uzatarak. Çok büyük hata yapıyorsunuz, doktor. Şunu anlayın ki asıl korkunç olan artık köpek kalbi değil insan kalbi taşıması. Hem de doğada var olanlar arasında en rezilini.”

Romanın olay örgüsü böyleydi. İdarenin acayipliğine de şu örneği vereyim: Devlet tarafından apartmanınıza resmi apartman sorumlusu olan bir grup insan atanıyor. Bu yönetim evinize metrekare hesabına göre belirli bir metrekareden sonra zorunlu olarak rastgele başka insanları yerleştiriyor. Evinizin büyüklüğüne bile karışan bir sistem. Hayvan Çiftliği’nde de bu sistemin sembolik anlatımını bulabilirsiniz.

İyi Niyetli İnsanlara

Ben öfkeye aşığım
Acıdan beslenen tipik insanlar gibi
Örselendim hep toplumda zamanında
Bu yüzden herkese tepeden bakarım
Kimseyle anlaşamam burnum havada
Kimseyi sevmem herkesten nefret ederim
Kızarım öfkelenirim gürlerim
Bu yüzden beni de hiç sevmezler. ama,
Samimiyetsiz de olsa saygı duyarlar

Bir zamanlar hep gülerdim
İnsanlara
Ne oldu peki hep suistimal oldu
İyi niyetin bedeli
Ama şimdi ben buyum
Artık hiç değişmez huyum
Böyle mi olmalıydı illaki
Yaşamak için bir arada
Öfkeye mi aşık olunmalı?

Yolculuk Var

Sakin kalmalıyım ağlamamalıyım..

Zaten ağlasam kendimi teselli edicek tek cümlem yok. Teselli olunamaz bir haldeyken ağlanır mı ki? 

Ben bu aralar iliklerime kadar insanım. Önümde  çaresizlik ve acizlikten başka bir şey yok. Tesellisi olmayan ağıtlara karşı oluşumdan, bolca asık surat yüklüyüm. 

Konuşmak çözüm değilse susarım ki, bazen çözüm bulamama rağmen bir umut, susmadan konuşurum. Umudun bittiği yerdeki sessizliğim. Önümde, sessizlik ve sabır..

Yolculuk var. İnsanlığımdan uzaklara bir yerlere yolculuk bu. İnsanın kendini koruması, insanın kendini kendinden koruması. Mutlu olmaya çalışmaktan çok uzağım. Ne kadar insanlıktan kaçarsan kaç, insansın sonuçta. Gülümsemeye gücün yetmiyor bazen. Ama yine insansın ya işte, unutuyorsun, kapılıyorsun hayata. 

Önümde çaresizlik, acizlik, sessizlik var. Birde insanlığımdan koruduğum, üzsede unutmak istemediğim anılarım. Sabır silinik, varla yok arasında. 

Ben bu aralar iliklerime kadar insanım. Fark edilmek için oturdum buraya, oturdum sokağın en tenha kaldırımına. Daha görünür bir yere otur diyorlar, ben de oturdum ya işte diyorum.. 

Oturdum ya işte, tüm dünya karşımda. Görüyorum ben sizi ve fark ediyorum benim gibi yüzlercesini. 

Tesellisi olmadan ağlayanlar var, şaşırıyorum. Nasıl kabul ettin de akıttın gözlerinden sicim sicim dertlerini? Herkes görüyor ya işte ağladığını, gözlerin konuşuyor ya, korkmuyor musun? 

Yolculuk var, insanlığımdan uzaklara. Kara trene binmişim, koskoca vagonda tek başıma. 

Karanlık çökmüş en sarı papatyanın üzerine. O heybetli dağlar karışmış geceye. Ağaçlar sıra sıra, esiyor sanki rüzgar. Ağaç gönülsüzce sallanıyor, gönülsüzlükten çıkan yelde hayır yok. Uçuruyor bekçinin, çürümüş çatısını. 

Yolculuk var, insanlığımdan uzaklara. Bir tilki ölmüş yol kenarında, karanlıkta belli olmuyor. İnsan neden insanlığından kaçmasın ki ölüm peşindeyken? Ölümün olduğu yerde, canın ister mi ne çalışmak, ne de yemek yemek? Kaçıyorum işte. Önümde acizlik, çaresizlik, sessizlik ve yalan var. 

Uyusam uyku tutmuyor, uyumasam yol bitmiyor. Şehrin sınırından çıktı kara tren, nereye gittiğimi bilmez halde insanlığımdan kaçıyorum. Arkamı kolluyorum ara ara, ne takip edenim var ne de gitmeye niyetlendiğim bir yer. Açsam bezimi sersem bir göl kenarına, suya bıraksam ağırlığımı. Benden ne kalır bilmiyorum ama, ruh çıkınca bedenden, haberi olur mu kurtuluşumdan, kurtulduklarımın ? Ruhumla çıksam da  baksam et yığınına, gülümseyecek mi özgür kalınca ? 

Ağustos Ayında Birlikte Okuyalım

Bu ay için bir kitap listesi oluşturmadınız mı? Ben hepimiz için oluşturdum. Keyifli okumalar 🙂

Kemal Sayar/ Yavaşla
Nevzat Tarhan/ Güzel İnsan Modeli
İrem Yaşar/ Neşesi Yeter
Şermin Çarkacı/ Ev Yapımı Sihirli Değnek
Stefan Zweig/ Bir Çöküşün Öyküsü

Michael Ende/ Bitmeyecek Öykü

Aldous Huxley/ Cesur Yeni Dünya

Müthiş Psikoloji/ Hayır Diyebilme Sanatı

Cevapsızım Bu Gece

Cevapsızım bu gece
Tek bir kelimesine muhtacım
Ağlatma sevgili senin için kapanmayan gözlerimi
Cevap bekliyorum
Teselli edecek bir haber bekliyorum

Korkuyorum cevapsızlığından
Bekliyorum ağzından çıkacak kelimeleri
Bekliyorum kalemi eline almanı
Niye böyle yapıyorsun

Üşüyorum
Yalnız kaldım
Gözlerini göremeyen gözlerime ne cevap vereceğim bilmiyorum
Seninle konuşamadığım bu gecede
Titriyorum
Uzun zaman sonra tekrardan yalnızlığı hissediyorum

Nur Işığı, Ay’a bakarak izliyorum seni
Belki cevabını verirsin gözlerinle
Ellerin, suda geziyormuş gibi
Bekliyorum bir hareket, bir cevap

Saat iki oldu söndü ışıklar bir Ay var parlayan
Açsam içimi aydınlanacak tüm evren
Haykırsam aşkımı kainata
Korkuyorum,
Belki sen uyuyorsundur.

Nur Işığı bugün sende bir hal var
Cevapsızım ve cevapsızsın
Korkuyorum, üşüyorum
Hâlinden korkuyorum, yalnızlığımdan üşüyorum.

Hayır Delirmedim, Yıldız Konuştu

Ben: Gözümü kamaştırıyorsunuz.. Kendinizden bahseder misiniz?
Yıldız: Karanlığın içindeki aydınlık, kaybolduğunuz yerde bulduğunuz yön benim.

Ben: Bu mesafe fazla değil mi? Uzanıp dokunamıyoruz.
Yıldız: Dokunup da mahvettiklerinizden olmamak büyük bir lütuf benim için. Uzak o kadar da kötü değil, izliyorum dinliyorum ve görüyorum. Bu kadar da değil gösteriyorum ve hayal kurmanıza imkan sağlıyorum. İstediğiniz zaman dokunabilseydiniz bana değersizleşmez miydim diğerleri gibi?

Ben: Bazen sizleri göremiyoruz, neden?
Yıldız: Hepimiz bazen ara vermek isteriz. Görünmez olmayı dilediğiniz anlar olmuştur eminim ki. Ben bunu başarabiliyorum.

Ben: Bir dilek tutmuştum sen kayarken, ne oldu ona?
Yıldız: Sönüp giderken ben, tutunmaya çalıştın bir dileğe bir umuda. Unutmamışsın dileğini demek hala umutlusun, demek hala bekliyorsun. Endişelenme yanımda o dileğin, aklımda isteğin. Zamanı gelecek eğer unutmazsan beni.

Ben: Yani dileğimin gerçek olması için sizi unutmamalıyım. Peki neden?
Yıldız: Tam silinirken gökyüzünden fark ettin beni. Gördün ve şahit oldun. Artık ben yokum ve varlığımın bilinmesi için senin hatırlaman gerek. Beni hatırlayan kimse kalmadığında hiç var olmamış olacağım, dileğin de hiç dilenmemiş olacak. Bu yüzden hatırlamalısın..

Ben: Yalnız mısınız?
Yıldız: Bilmem öyle mi görünüyorum? Aslında hiç yalnız değilim. Sizden uzaktayım evet ama kendime ve kendim gibi olanlara çok yakınım.

Ben: Bu güzel sohbet için teşekkür ederim. Söylemek istediğiniz başka bir şey var mı?
Yıldız: Onlarca şarkı söylendi adıma, şiirler yazıldı, hayaller kuruldu. Hatırlandıkça ve var oldukça umut hep olacak. Karanlığın içindeki ışığım siz baktıkça hiç yok olmayacak. Bir gün kaybolursanız hayatın karmaşasında, ben sizin için hep orada olacağım. Yeter ki kafanızı kaldırıp bakmayı bilin..

Glamping Longosphere İle Türkiye’de

Longosphere, benzersiz ve lüks turizm modeliyle Trakya’nın marka değerini yukarıya taşıyacak.

Sürdürülebilir turizmin öne çıkan akımı “glamping”in Türkiye’de gerçek anlamdaki ilk ve tek örneği olan Longosphere, kapılarını açtı. Benzersiz ve lüks turizm modeliyle Trakya’nın marka değerini yukarıya taşıyacak ve aynı zamanda bölgenin gastronomi merkezi olmaya da aday olan Longosphere Glamping’in açılış törenine Kırklareli Valisi Osman Bilgin, Kırklareli Milletvekili Selahattin Minsolmaz ve Kırklareli Belediye Başkanı Mehmet Kesimoğlu katıldı. Longosphere Glamping CEO’su ve Genel Müdürü Yiğit Küçükkınay, “Bir bölge projesi olarak gördüğümüz Longosphere Glamping’in tüm İğneada için yeni fırsatlar doğuracağına inanıyoruz. Bölgeniz cazip turizm bir destinasyonu haline gelmesi, buradaki doğal güzellikleri daha çok turistin deneyimlemesini yürekten arzu ediyoruz” dedi.

Sürdürülebilir ve özel ilgi turizminin öne çıkan akımı “glamping”in Türkiye’de gerçek anlamdaki ilk ve tek örneği olan Longosphere, 24 Temmuz’da kapılarını açtı. Sürdürülebilir bölgesel kalkınmaya destek olurken Trakya turizmini ve marka değerini de yukarı taşıyacak olan Longosphere Glamping’in açılış törenine Kırklareli Valisi Osman Bilgin, Kırklareli Milletvekili Selahattin Minsolmaz ve Kırklareli Belediye Başkanı Mehmet Kesimoğlu katıldı.

Üç deniz ile çevrili eşsiz bir coğrafyaya, Longoz Ormanları gibi doğal güzelliklere sahip olan Trakya bölgesi; tarımı, hayvancılığı, bağları, şarapçılığı ve mutfak kültürüyle turizmin yeni gözde destinasyonlarından. Longosphere Glamping ise, büyüleyici doğasıyla nefes kesen Kırklareli İğneada Longoz Ormanları’nın ortasında 270 dönümlük orman arazisi üzerine kurulu benzersiz ve lüks turizm modeli sunan özel bir tesis. Longosphere Glamping, yarım asırdan fazla süredir faaliyette olan Kınay Şirketler Grubu’nun bir yatırımı. Kınay Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Tahir Küçükkınay ve eşi Finans Direktörü Canan Küçükkınay yönetimindeki Kınay Şirketler Grubu’nun turizm alanında başka yatırım planları da bulunuyor. Longosphere Glamping’in başında ise Küçükkınay Ailesi’nin genç kuşak temsilcisi Yiğit Küçükkınay var.

Kırklareli Valisi Osman Bilgin

“Burası klasik bir tesisten öte kültür, turizm ve cazibe merkezi”

Kırklareli Valisi Osman Bilgin, açılış törenindeki konuşmasında şunları söyledi: “Yaşamımız boyunca geriye hep dünyaya kattığımız değerler kalıyor. Tahir Küçükkınay, hayallerini gerçekleştiren şanslı insanlardan biri. Hayallerini doğduğu topraklara yani Kırklareli’ne bir hizmet olarak kazandırdığı için, bölgesel yatırımların farklı bir yöne evrilmesine katkı sağladıkları için Tahir Bey ve ailesini tebrik ediyorum. Kırklareli ilinin Demirköy ilçesine bağlı olan İğneada, doğa, tarih ve kültür olarak pek çok zenginliğe ev sahipliği yapıyor. Longoz Ormanları’nın yanı sıra Trakya’nın turizme açılan ilk ve tek mağarası olan Dupnisa, İstanbul’un fethinde kullanılan top ve güllelerin döküldüğü Fatih Dökümhanesi gibi dünyada görülmeye değer yerlerin bir arada olduğu bir yer. Longosphere, klasik bir konaklama tesisi değil. Adeta bir şehir altyapısı üzerine inşa edilmiş kültür, turizm ve cazibe merkezi. Longosphere’in farklı vizyonuyla İğneada ve bölgenin anlamlı ve özel bir yer olduğunu anlatarak hem bölgenin hem de ülkemizin gelişmesine önemli katkılar sunacağına inanıyorum. Ayrıca bu gibi özel tesis yatırımlarının başarısı, iş insanlarının da cesaretini artıracaktır.”

Kırklareli Milletvekili Selahattin Minsolmaz

“Longosphere’in bir kültür elçisi gibi çalışacağı inancındayım”

“Özel sektör yatırımcılarının, kendi doğdukları topraklara yatırım yaparak bir şeyler yapma çabası çok anlamlı. Bu yüzden öncelikle Tahir Bey’e ve eşi Canan Hanım ile kıymetli oğulları Yiğit Bey’e teşekkür ediyorum” diyerek konuşmasına başlayan Kırklareli Milletvekili Selahattin Minsolmaz, sözlerine şöyle devam etti: “Büyük bir coğrafyada doğayı koruma ve kullanma dengesi gözetilerek, estetikten taviz vermeden tesis kurmak çok zor. Bu konuda ülkemiz ciddi mesafe alsa da güzel örneklere her zaman ihtiyacımız var. Longosphere de bu güzel örneklerden biri. Bu tesis, sadece konaklama ihtiyacını karşılamanın ötesinde büyük bir anlam içeriyor. Tahir Küçükkınay’ın hayali, aslında Kırklareli’nin hayaliydi. Trakyalılar bir işe kalkışırken çok kolay karar veremez. Tahir Küçükkınay, hayalini bu özel proje ile gerçekleştirdi. Bu ve benzeri hayali olan pek çok genç kardeşimize de emsal olacağı inancındayım. Longosphere’in misyonu ve vizyonu doğrultusunda buranın bir kültür elçisi gibi çalışacağını düşünüyorum. Bölge adına katma değer sağlayacak önemli bir adım. Tebrik ediyorum.”

Kırklareli Belediye Başkanı Mehmet Kesimoğlu

“Kentimize böyle bir yatırım yapılmasından gurur duydum”

Zengin bir coğrafyayı ülke ve dünya kamuoyuna taşıma konusunda geri kaldıklarını belirten Kırklareli Belediye Başkanı Mehmet Kesimoğlu, yatırımlara ihtiyacı olan Kırklareli’ne böylesi bir özel tesis yapılmasının kendisini çok gururlandırdığını dile getirdi. Kesimoğlu, konuşmasına şöyle devam etti: “Bölgemizin, kentimizin böylesi yatırımlara çok ihtiyacı var. Çünkü biz bugüne kadar ihmal edilmiş bir kentte yaşıyoruz. Bizim zenginliğimiz çok fazla ancak bunları belli bir plan, program dahilinde ülkemize ve dünyaya tanıtmamız gerekiyor. İnanıyorum ki Longosphere gibi güzel ve özel bir tesise öncelikle Kırklareli ve Demirköy halkı sahip çıkacak. Hem yurtiçi hem de yurtdışından gelecek konuklar da bu güzelliği değerlendirecekler. Longoz Ormanları’nın dünyada üç örneği var. Doğada var olan her şeyin yaşamını sürdürülmesinden yanayız. Yaşadığımız bu doğayı atalarımızdan miras değil, çocuklarımızdan emanet aldık. Longosphere’in yeni bir bakış açısıyla, farklı beklentilere uygun, kendi kuşağının ve öncesinin beklentilerini de gerçeğe dönüştürecek bir yaklaşımla bunu gerçekleştireceğine inanıyorum.”

Kınay Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Tahir Küçükkınay

“Biz Longosphere’i bölgenin projesi olarak görüyoruz”

Türkiye için oldukça yeni bir tatil anlayışı olan ‘glamping’in dünyadaki en başarılı örnekleriyle yarışacak bir tesisi Longoz Ormanları’nın eşsiz doğasına taşıdıklarını anlatan Tahir Küçükkınay, konuşmasına şöyle devam etti: “Türkiye’nin en büyük glamping tesisini bölgeye kazandırmış olmanın gururunu taşıyoruz. Doğa ile yüzde yüz uyum içinde bir deneyim sunmak zor olsa da mümkün dedik ve bunu başardık. Bugünkü mutluluğumuzun sebebi elbette sadece bir hayali gerçekleştirmiş olmak değil. Longosphere’in tüm İğneada için yeni fırsatlar doğuracağını inancımız çok güçlü. Bu da ilçemizdeki istihdamın artmasına ve ekonomik canlılığın yükseltilmesine pozitif katkı sağlayacaktır. Yöre insanının emeğinin değerlendirilmesi, bölge üreticilerinin ön plana çıkarılması gibi bir misyon da edindik. Tesisimiz içinde satılan ve restoranda kullanılan ürünlerin seçiminde hep bu bakış açısı ile hareket ettik ve edeceğiz. Önümüzdeki dönemde; Longosphere’in bölge gastronomisini sahiplenen ve ön plana çıkaran bir merkez olmasını da hedefliyoruz. Kısacası biz Longosphere’i bölgenin projesi olarak görüyoruz; birlik duygusuna ve kolektif faydaya son derece önem veriyoruz.”

Longosphere Glamping CEO’su ve Genel Müdürü Yiğit Küçükkınay

“İğneada’nın daha cazip bir destinasyonu haline gelmesini arzuluyoruz”

Longosphere Glamping CEO’su ve Genel Müdürü Yiğit Küçükkınay ise tesis ve yatırım hakkında şu bilgileri verdi: “Tüm dünyada yükselen bir turizm trendi olan glamping’i, doğanın güzelliklerini son derece konforlu bir şekilde deneyimlemenizi sağlayan bir tatil şekli olarak tanımlayabiliriz. Doğa tatili denince çoğu zaman kamping tesisleri akla gelir ve doğayı yaşayabileceğimiz bir tatil için konfordan vazgeçmek gerektiği düşünülür. Biz misafirlerimize konfordan vazgeçmeden bu eşsiz coğrafyanın bize cömertçe sunduğu güzellikleri deneyimleme imkanı sunuyoruz. Mimari projemiz, doğayı kucaklayan ve ekolojik dengeye saygı duyan tavrımız ile şekillendi. İğneada’nın daha cazip bir turizm destinasyonu haline gelmesini, buradaki doğal güzellikleri daha çok turistin deneyimlemesini yürekten arzu ediyoruz.”

Lüksle sarmalanan doğal bir tatil deneyimi sunuyor

Longosphere, sosyal mesafenin bir hayli önemli olduğu bu zamanlarda konuklarına doğanın huzurlu kollarında aradıkları konforu vadeden özel bir tesis. Bir tarafında oksijen dolu yemyeşil bir orman, diğer tarafında Karadeniz’in sonsuz maviliğine sahip Longosphere, konuklarına 5 yıldızlı tatil konforunu endemik bitkiler, kartpostal kareleri sunan saklı göller ve muhteşem manzaralar eşliğinde sunuyor. Günübirlik keyif rotası olarak dizayn edilen Longosphere Daily’inin yanı sıra Longoz Ormanları’nı sembolize eden biyolojik göletin etrafında konumlanmış doğayla uyumlu glamping çadırlar, doğayı seven ve konforuna düşkün tatil severlerin yeni adresi olmaya aday.

DCIM\100GOPRO\GOPR1776.JPG

Ne Mi İsterim ?

Bir oltanın ucundaki telaşlarımla,
Hayallerimi tutmak isterim.
Kum olmak, umut olmak;
Ümidin kıyısına vurmak isterim.

İki mavinin arasında;
Denizin gökyüzüne yudumladığı kanat çırpışlarında,
Bir balıkçı gibi sahil kenarlarında,
Sükûtu aramak, tatmak isterim.

Sabahların iyi gecelerinde,
Hırçın denizlerin bir bardaklık keyiflerinde…
Hâl olmak, lâl olmak;
İçimdeki insanı bulmak isterim.

Islıklarımla eşlik ettiğim şarkıda,
Çığlık atan kuşların habercisi olmak isterim.
Bir sarraf gibi insanların yankısında;
Bergüzâr olmak, tebessümle anılmak isterim.