26.2 C
İstanbul
Cumartesi, Ağustos 2, 2025

1800 Yıl Önce Ay’a Çıkmışlar !

Biri çıkıp “Bundan 1800 yıl evvel Ay’a çıkmışlar.” dese inanır mısınız? Muhtemelen hayır. Samsatlı Lukianos 1800 yıl önce bizi Ay’a çıkarmış.

Samsatlı Lukianos

Ülkemizin güneydoğusu sayısız medeniyetlere ev sahipliği yapmış Mezopotamya topraklarını içine katıyor. Her şehri, ilçesi, köyü, bucağı ayrı zenginliğe sahip Güneydoğu her köşesinde bin bir hikâye ve tarih barındırıyor.

Adıyaman’da, Atatürk barajının arasında kalmış küçük bir ilçe var, adı Samsat.  Bu Samsat aslında yeni Samsat diye adlandırılabilir çünkü eski Samsat baraj yapımı ile sular altında kalmış. Ne yazık ki sular kadim ilçenin yerini değiştirmekle kalmamış, barındırdığı tarihin delillerini de yutmuş. Kadim kelimesi bu ilçe için tam yerinde kullanılmış bir kelimedir çünkü Samsat’ın tarihi bugünden 8000 yıl geriye M.Ö. 6000’li yıllara kadar uzanmaktadır.

Samsat’ın bu derin tarihinin bir kıyısından geçen, belki de birçoğumuzun tanımadığı biri var. Samsatlı Lukianos…

Lukianos, M.S. 125 yılında doğduğu tahmin edilen Samsatlı bir işçi ailesinin çocuğudur. O dönem Süryani şehri olan Samsat’ta doğup büyüyen Lukianos heykeltıraş dayısının yanında çalıştı bir süre. Burada Yunancayla tanışan Lukianos, Yunan kültürüne ve edebiyatına da ilgi duymaya başladı.

Bir dönem Antakya’da avukatlık yapan Lukianos kendini gerçekleştirmek için daima bir arayış içerisinde oldu. Avukatlık döneminden sonra Atina’ya gitti ve orada sofist oldu. Sofist olduktan sonra kendini şehir şehir gezip felsefe öğretmeye adayan Lukianos Roma’da felsefeci Nigrinos ile tanıştı.

Atina’ya döndüğünde değişmiş olan Lukianos sofistliği bırakarak gördüğü eksikleri ve yanlışları yazmaya başladı.

Lukianos Yazmaya Başlar

Anadili Süryanice olan Lukianos yıllar içerisinde Yunan dili ve edebiyatına ileri seviyede hâkim oldu. O kadar ki bu dilde 80 kadar eser verdi. Günümüze kadar ulaşan eserlerinin düzyazı, şiir ve genellikle diyalog türlerinde olduğu görülmektedir.

Düzyazı ve öykülerinde birçok farklı karakteri konuşturan Lukianos kalemini sivriltmekten asla kaçınmamıştır. Dönemin en önemli gücü olan Roma imparatorluğu içerisinde eleştirilemez denilen birçok gücü eleştirmiş, yermiştir. Sadece yöneticileri değil başka yazarları, felsefecileri, kendini peygamber ilan edenleri kısacası yanlış gördüğü herkesi ve her şeyi eleştirmiştir Lukianos.

Samsatlı Lukianos’un en çok dikkat çeken eserleri: Dalkavukname, Tanrıların Konuşmaları, Deniz Konuşmaları, Ahirete Varış, Öbür Dünyada Konuşmalar, Tarih Nasıl Yazılmalı, Gerçek Bir Hikaye…

Gerçek Tarih

Lukianos’un 80 kadar eseri arasından onu farklı kılan, hepsinden ayrı bir kitabı vardır. Dünya literatürüne “İlk Bilim Kurgu Romanı” olarak geçen ‘Gerçek Tarih’ (True History) kitabı.

Milattan sonra 175 yılında yazılan kitap, bir grup gezginin gemi seyahatindeyken yaşadığı sıra dışı olayları anlatıyor. Bindikleri geminin büyük bir fırtınada sular üstünde kalkıp inerken, kalkıp Ay’a kadar gittiğini anlatan kitapta Ay’da yaşayanlar ile Güneş’te yaşayanların Venüs için savaştıkları anlatılıyor. Kitabın detaylarında o tarihte düşünüldüğüne inanılmayacak birçok tasvir var. Savaşta ölenlerin kanlarının bulutları kırmızıya boyadığı ve Güneş batarken bazen bu bulutların göründüğü hikayesi ilgi çekici tasvirlerden yalnızca biridir.

Kitap Ay’a yolculuk edebilme düşüncesini hiciv ve bilim kurgu yoluyla da olsa ilk defa akıllara getirdiği için büyük önem taşıyor. İnsanoğlunun hayal etmeden hiçbir şey yapamadığı ve hayal ettiğinin de peşinden gittiğinin 2000 yıllık kanıtıdır bu kitap.

Senden Geriye Kalan

Senden geriye kalanla avunuyorum;
Birkaç yırtılmış, solmuş fotoğraf; hırkan ve bitmeyen geceler.
Her zamanki gibi sesini duyamadan geçiyor günler,
Gülüşüne sarılamadan,
Mutluluğunu hissedemeden,
Hissemeden bitiyor…

Senden bir haber bekliyor yüreğim,
Aklım sende sürekli.
Bu dört duvar üstüme-üstüme geliyor;
Gidemiyorum bir yere, gidemiyorum…

Hep sana ayarlı, sana bozuk bu yüreğim,
Hayal meyal düşlediklerimin tortusu bu.
Senden geriye kalan;
Sımsıkı sarıldığım mâzin şimdi.

Hissetmiyorum

Kat kat sarılmak istiyorum.
Yorgan, döşek
Belki bir kağıt parcası;
Ne bulursam işte.
Ben neydim, kimdim ki?
Aşarken zaman boyumu.
Gömsem başımı.
Kızgın bir kum da olur,
Turkuvaz bir deniz de.
Belki bir çift kehribar,
Onda bulurum kendimi.
Acımasız, acınılası dünya;
Hissetmiyorum artık.
Ne varsa parmak uçarımda.
Sen yan hâline.
Derinlerde bir yerde;
İçimden el çekmeyen,
Mütemadiyen bir savruluş.

Edebiyatın Bilinmeyen Yanları

Çok sıkı bir vejeteryan olan Praglı yazar Franz Kafka, arkadaşı Max Brod’a öldükten sonra eserlerini yakmasını söyledi. Ancak Brod’un ihanetinden dünya edebiyatına müthiş bir soluk doğdu.

Fransız yazar Albert Camus on yedi yaşına kadar futbol oynadı. Verem hastalığına yakalanınca futbolu bırakmak zorunda kaldı ve içindeki tüm cevheri ortaya çıkaran yazarlığa yöneldi.

“Benim yaşımdaki insanların sıkça yaptığı şeyi yapıyorum. Son günlerimi tek başıma ve sükûnet içinde geçirebilmek için dünyadan vazgeçiyorum.” notunu ardında bırakarak evinden ayrılan Rus Edebiyatı’nın önemli isimlerinden biri olan seksen iki yaşındaki Lev Nikolayeviç Tolstoy, birkaç gün sonra tren istasyonunda donarak öldü.

İngiliz yazar Charles Dickens‘ın “Dünyanın elektrik akımları, pozitif ve negatif elektrik” diyerek açıkladığı tuhaf bir takıntısı vardı: Uyurken başını kuzey kutbuna doğru uzatmak.

İrlandalı şair Oscar Wilde ile Amerikalı gazeteci ve yazar Ernest Hemingway’in anneleri psikolojik sorunlarla baş ediyordu. Bu nedenle çocuklarını, kız çocuğu kıyafetleri giymeye zorluyorlardı.

Alice Harikalar Diyarında’nın yazarı Lewis Carroll bir matematik dehasıydı. Aynı zamanda çok iyi kelime üretirdi. Ürettiği pek çok kelime hâlâ İngilizce’de kullanılıyor. Scrabble oyununun ilk örneği de ona aittir.

Arthur Conan Doyle, dünyanın en ünlü dedektifine “Sherringford Hope” adını verdi. Daha sonra Alfred Sherlock ve hukukçu Oliver Wendell Holmes’un isimlerinden Sherlock Holmes ismini yarattı.

Sefiller’in Fransız yazarı Victor Hugo görünüşüne önem verirdi. Bu yüzden her sabah soğuk su dolu küvete girerdi.

Ünlü Fransız yazar Honoré de Balzac kahveyi çok severdi. Günde elli bardak içer, ona kahve yapacak kimse olmadığında ise kahve çekirdeği çiğnerdi.

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski gerçek bir kumarbazdı. “Kumarbaz” adlı kitabını, borcunu ödemek için yirmi dokuz günde yazdı.

İlk milyoner yazar olan Jack London intihar girişiminde bulunmuştu. Pasifik’te yaptığı bir gezi sırasında yakalandığı tropikal hastalığı kendince tedavi etmeye çalıştı. Ancak yanlış tedavi böbreklerini iflas ettirdi. Hâlâ şüpheli olan ölümünün nedeni, intihar olarak da düşünülmekte.

Pardon, Kokunuzu Üzerimde Unutmuşsunuz

Hiç planlamadığım şekilde gelişti tüm olaylar her adımımı haftalık takvime göre yaşadığım bir zamanda. O denli planlı, o denli düzenli ve o denli akla uygun olmaya çalıştığım bir zamanda yani.
Üstelik olanların akıllı bir insanın yapacağı hiçbir şeyle uzaktan yakından alakası yoktu.
Kalple alakası olduğu kesindi.
Herkesle olabilecek şeyler, bu sefer daha başka oluyordu.
Unutmuş olduğum gibi,
Hatırlamayı özlediğim gibi,
Ve tüm reddedişlerine rağmen beynimin
Olmuşa hiç pişman olmadığım gerçeği gibi.

Kokusunda bir şey vardı.
Gözlerinde, sesinde, ellerinde mesela başka başka şeyler.
Ben kavuşulamayacak aşkları hiç sevmem.
Korkak adamları, ruhsuz kadınları, yapılmış olsun diye yapılmış işleri sevmem.

Ama sen beni tanısan çok seversin eminim.
Zaten öyle güzel bakıyorsun bana.
Bakışmalarımız da sarılmalarımız gibi zaten.
İnsan bakışarak da sarılır mı?
Sarılıyormuş.

Kokunuzu burnumun üstünde bırakmışsınız bayım.
Yavaş yavaş azalıyor.
Ama şimdilik,
Ben ve kokunuz birlikte yaşıyoruz.

Gölge – Ⅰ

…Ve soğuk kanlılıkla çayından bir yudum aldı…

Dünyadaki çoğu insan dışarıdan göründüğü gibi değildir. Bazen birini kılık kıyafetinden, bazen hal ve hareketlerinden, bazen ise tamamen önceden yaşadıklarımıza dayanarak yaptığımız çıkarımlar sonucu değerlendiririz. Çünkü o insanı tanımıyoruz ve hakkında hiçbir bilgimiz yok. Bu davranışa çoğu zaman ön yargı denir. Haklı çıktığımız zaman da olmuştur, haksız çıktığımız zamanda. Birileri hakkında yapılan tahminlerin hepsi tutmasa da bir kısmı tutar.

Fakat bu söylediğim Selami ve çevresi için geçerli değildi. Hiç kimse onun nasıl biri olduğu konusunda doğru tahmin yapamamıştı. Ta ki o güne kadar…

Selami otuz sekiz yaşında, eskiden ünlü bir ses sanatçısı olan Semiha Bağcı’nın oğlu, sessiz sakin halk arasında ‘ağzı var dili yok’ tabirinin birebir karşılığı olan, en büyük zevki film seyretmek olan kendi halinde biri. Selami o yaşına kadar ailesinden gelen zenginlik yüzünden hiç yokluk çekmemişti. Evli değildi ve annesinin yanında yaşıyordu. Babası Selami 33 yaşındayken vefat etmişti. Ailenin tek çocuğu olduğu için ayrı bir sevgi ve ilgi görüyordu. Semiha Hanım hayatı boyunca çektiği zorlukları oğlu çekmesin istiyordu. Her şeyini kontrol eder ve ondan habersiz adım dahi atmasına izin vermezdi. Bu yıllarca böyle şekilde devam etti. Belki de Semiha Hanım öyle zannediyordu.

Selami ve annesi her şeyin başladığı o günden kısa bir süre önce tatlısıyla meşhur bir yerde beraber oturmuş bir şeyler yiyip içiyorlardı. Mekandaki çalışanlar Semiha Hanımı tanımış ve ayrı bir ilgi göstererek istediklerini getirmişlerdi. Börek ve çay sonrası tatlısını da yiyen annesine sadece bir bardak çay içerek eşlik ediyordu Selami. Çay ikram etmek isteyen çalışanları “Ben pek çay sevmem. Teşekkürler.” diyerek hafif bir tebessümle geri çevirmişti. Karnını doyuran Semiha Hanım, Selami’ye dönüp “Sana birini buldum. Tam senin gibi aile terbiyesi görmüş, hanım hanımcık bir kız. Ekrem Beylerin kızı, hani yazlıktaki komşumuz olan Ekrem Bey. Kızcağız da seni görmüş, babası da olur deyince kendisinin de rızasını almışlar. Bir gün hep birlikte bir akşam yemeğine çıkalım diyorum. Kızın adı Zeynep belki hatırlarsın.”

Bu duydukları Selami’nin hiç hoşuna gitmemişti. Yüzü düşmüş olsa da bozuntuya vermeden “Anladım annecim yine birilerini bulma evresine girdik demek ki. Peki tamam sen nasıl dersen” dedi. Bir an önce oradan uzaklaşıp konunun kapanmasını isteyen Selami garsona seslendi. Kalkmak için hesabı istedi ve hesap geldi. Selami ödemek için cebini eline attı. Cebinden bir tomar yüzlük para çıkarttı ve içlerinden bir tanesi seçip hesabı ödedi. Hesabı almaya gelen garsona naif bir ses tonu ve aynı tebessümle “Üstü kalsın” dedi. Neredeyse hesap kadar bahşiş bıraktığı için çalışan teşekkürlerle kapıya kadar onları uğurladı. Şoför aşağıda arabayla bekliyordu. Arabaya binip yaşadıkları köşke gittiler.

Akşam yemeği için köşkteki çalışanlar yoğun bir koşuşturma içindelerdi. Yemek saati geldi ve yavaşça hep birlikte sofraya geçtiler. Evde birlikte yaşadıkları dayısı, yengesi ve teyzesi vardı. Ailenin ekonomik gücünü sağlayan ablaları Semiha Hanım olduğundan ve her zaman onlara bir anne gibi kol kanat gerdiğinden, ayrıca efendiliği ve saygısından dolayı, Selami onlarında göz bebeğiydi. Çok severler ve hep onu el üstünde tutarlardı. Herkes yemeğe gelip sofraya oturunca her akşam olduğu gibi bir süre sonra sohbet etmeye başladılar. Artık biricik oğlunun mürüvvetini görmek isteyen Semiha Hanım konuyu tekrar açtı.

“Eee Selami, ne zaman ayarlıyoruz bu akşam yemeğini?”

“En kısa zamanda ayarla annecim.”

Şaşırmış bir şekilde aldığı cevaptan mutluluk duyan Semiha Hanım yemeğine devam etti. Uzun süredir annesinin evlilik baskıları sürüyordu. Vasiyetinde ise evlendiği zaman bütün mirasını oğluna bırakacağı yazıyordu. Eğer evlenmeden ölürse sadece mirasının yarısını alabilecekti. Para herkes için değerli olduğu gibi Selami için de değerliydi. Bu yüzden o da çok geç olmadan kendi gibi sessiz sakin birini bulup evlenmek istiyordu.

Birkaç gün geçtikten sonra akşam yemeği ayarlandı ve hep birlikte ünlü bir Restaurant’ta buluştular. Mekanın ve yemeklerin güzelliği geceye de yansımıştı. Selami’nin evleneceği kişide istediği şey sessiz ve sakin olmasaydı. Kısacası kendisi gibi olsun istiyordu. Zeynep’te aradığı tüm özellikler vardı. Herkes evine dönerken dayanamayıp annesi arabada beklenen soruyu sordu;

“Eee, nasıl güzel kız değil mi? Tıpkı senin gibi efendi ve hanım hanımcık.”

“Evet annecim çok güzel biri. Eğer o da beni beğendiyse ben razıyım.”

“Ne! Hemen mi? Öncekileri neden bu kadar çabuk beğenmedin?”

“Annecim ben kendim gibi birini istiyordum. Zeynep’te öyle biri gibi duruyor. Hem nişan sürecine kadar birbirimizi daha iyi tanımış oluruz. Sonrası zaten belli. Hem artık yaşım da geldi. Armudun sapı üzümün çöpü derken yaşlandık değil mi anneciğim?.” (hafif bir tebessüm ile)

“Tamam, ben yarın ilk iş babasıyla ve annesiyle konuşuyorum o zaman.”

“Tamam sultanım, sen nasıl istersen.’’ (annesinin yanağından öper)

Görünen o ki, Semiha Hanım yıllardır istediği oğlunun mürüvvetini görmeye iyice yaklaşmıştı. Bu yüzden eve gider gitmez, keyifli bir şekilde harika bir uyku çekerek uyudu.

Belki de bu onun keyifli ve huzurlu uyuduğu son uykularından biriydi…

Gökyüzü’m

Gece,
Gözlerini kapatman bile huzur,
Yıldızların yol gösteriyor.
Gündüz,
Gözlerinin ateşi çok yüksek,
Oysa aylardan eylül.
Güneş,
Gözbebeğin o kadar güzelki insanlar bakamıyor.
Ay,
Gözlerini kapatsan bile sönmüyor.

Seni anlatamam,
Güneş, Ay tutuluyor seni görmeye çalışırken.
Yağmur, gökyüzünün sevinç ağıtı
Meğerse seni görmüşler,
Gökkuşağı ise bu müjdeyi duyup geliyor.

Geceleri, seni gören sokak lambalarında ışık,
Bastığın kaldırımlarda çiçekler açıyor.
Ha bir de yıldızlara bakma,
Sana kavuşmak ümidiyle kayıyorlar.

Soyut

Kaldırımda,
-insanların ve seslerin kıyısında-
kulaksızlığımı takıp
açmayı unuttuğum herhangi şarkı
neyi ifade ediyordu?

Kafamda Bir Ağaçkakan: OKB

Bu cümleleri okuyan herkese merhabalar! Bu yazıda size beş yaşından beri yakamdan düşmeyen bir hastalıktan, obsesif kompulsif bozukluktan bahsedeceğim. Öncelikle sizler için kısaca obsesyon ve kompulsiyon kelimelerini tanımlamak isterim:

Obsesyon: Zihinde var olmasına engel olunamayan, zihinden çıkarılamayan düşünceler ve dürtülerdir. Kişinin mantıkdışı bulduğu bu düşünce ve dürtüler zihinde istek dışı var olurlar ve sıkıntıya, huzursuzluğa (anksiyete) sebep olurlar.

Kompulsiyon: Obsesyonların sebebiyet verdiği huzursuzluğu azaltmak veya yok etmek için sergilenen yineleyici davranışlar ve zihinsel eylemlerdir.

Bu iki tanımdan da anlaşıldığı üzere obsesif kompulsif bozukluk, obsesyonlar ve kompulsiyonlar dizisinden oluşan bir kaygı bozukluğudur. Genellikle ergenlik döneminde başlamasına karşın diğer herhangi bir yaşta da görülebilen bu ruhsal rahatsızlık, her 100 kişiden 2’sinde veya 3’ünde görülür. Bu hastalığa sahip olma nedenleri arasında genetik etkenler, çocukluk travmaları (özellikle anne ile kurulan sağlıksız bağlar veya cinsel istismar), kişilik özellikleri, beynin kimyası yani serotoninin işlevindeki bozukluklar sayılabilir.

Ufak bir örneklendirme yapmam gerekirse sizin için birkaç obsesyon ve kompulsiyon çeşidi yazayım:

-Kuşku Obsesyonu ve Kontrol Kompulsiyonu

-Düzen/Simetri Obsesyonları ve Düzenleme Kompulsiyonları

-Bulaşma Obsesyonu ve Temizlik Kompulsiyonu

-Sayma Kompulsiyonu

-Dokunma Kompulsiyonu

-Biriktirme ve Saklama Kompulsiyonları

-Dini Obsesyonlar

-Cinsel Obsesyonlar

-Batıl inançlar, uğurlu/uğursuz olguları

Ya Siz veya Bir Yakınınız OKB’den Muzdarip İse?

Herhangi bir durumda tıbbi olarak OKB hastası sayılmanız için söz konusu düşünce ve davranışlarınızın günlük hayatınızı sizin için zorlaştırması, günlük hayatınızın kalitesini düşürecek kadar yoğun ve şiddetli olması gereklidir. Eğer OKB’nin sizde olduğunu düşünüyorsanız size verebileceğim en iyi tavsiye bir psikiyatri uzmanına ulaşıp profesyonel yardım talep etmenizdir. Şimdi, bir OKB hastası olarak hoşlanmadığım ve hiçbir OKB hastasına yapılmasını tavsiye etmeyeceğim birkaç önemli ayrıntıdan bahsetmek istiyorum.

Öncelikle tüm yazıyı oluşturma sebebimin bu cümlenin devamındaki paragrafları sizinle paylaşmak olduğunu itiraf edeyim. İlk tavsiyem hastalığı olan veya olmayan herhangi biriyle “obsesif” kelimesi üzerinden dalga geçmemeniz gibi çok da farklı olmayan bir tavsiye olacak. OKB, inanın bana, gerçekten çok can sıkıcı bir hastalık. Bu yüzden dalgası da pek eğlendirici olmuyor. Elbette bile isteye bir hasta ile dalga geçilmesi ihtimali daha düşük, yani ben buna maruz kalmış olmama rağmen öyle umuyorum en azından. Fakat anlatmak istediğim, bunun dışında, kelimeleri anlamları içinden çıkartılmış şekilde kullanıp öylece tüketmemiz. Örneğin çok büyük çoğunluğumuz “Depresyona girdim.” cümlesini öylesine kurmuştur veya bu cümleyi duymuştur. Oysaki gerçek anlamda depresyonda olan bir insan için bu cümle ağır bir dalga geçme şekli olabilir ve hatta belki de bunu bir çeşit hakaret olarak algılayabilir. Çünkü gerçek depresyonu yaşayan bilir…

Bunun dışında, birkaç yıl önce bu hastalığın adını “ay ondan bende de var hastalığı” koydum. Bunun sebebi çevremdeki birbirinden farklı yaş gruplarındaki birçok insanın bu hastalığa sahip olmak için can atıyor olmasıydı. Bunu garip bulmayı bir kenara bırakıp onları anlamaya çalıştım fakat elde var sıfır. “Belki kendimi hastalıklı ve dışlanmış hissetmeyeyim diye aynı hastalığa sahip olduklarını kendilerinden bu kadar emin bir şekilde iddia ediyorlardır.” diye bile düşündüm. Fakat sonra bir anıyı hatırladım: Bir gün çok değerli ve bilinçli bir öğretmenim ben soru çözerken bir kompulsiyonumu yakaladı ve bana bu konuda birkaç soru sordu. Konuya hakim olduğunu bana hissettirdiği için sorularını rahatlıkla cevapladım. Bu konuşmaya kulak misafiri olan bir insanın aradan geçen birkaç günün ardından bulunduğumuz kurumda defalarca “Bende obsesif kompesif bozukluk var.” dediğini duydum. Amacı dalga geçmek değildi, bundan emindim. İki gün içerisinde kendisini obsesif kompulsif bozukluktan muzdarip olduğuna inandırmıştı ve kendisine yamuk sırayı düzeltmek gibi sahte kompulsiyonlar çıkarıp insanlara literatürde var olmayan bir hastalığa sahip olduğunu söylüyordu.

Başka bir gün dünyanın en dağınık ve kötü görünen çalışma masasında yer alan bir tanıdığım benim hastalığımı bir şekilde öğrendikten sonra kendisinde temizlik ve düzen kompulsiyonları olduğunu iddia etmişti. Ben öylece masasına bakmıştım.

Gerçekten çok bilinçli olduğunu zannettiğim ve yaşamı hakkında yakından fikir sahibi olduğum, gayet sağlıklı bir yaşantıyı gözler önüne seren bireylerin “Ya ben de OKB’yim aslında.” dediğini duydum.

Bende bu örnekler bitmez. Belki bu cümleler size basit gelmiştir, size hak vermiyor değilim aslında. Yine de son olarak, kendimi daha iyi anlatabilmek için terapistime hastalığımın en yoğun dönemlerinden birinde yaptığım bir isyan konuşmasını hatırladığım kadarıyla buraya yazacağım:

“Neden insanlar OKB hastası olmak için böyle can atıyorlar? Ne olur bana mantıklı ve kabul edilebilir bir sebep söyleyin yoksa gerçekten çok sinirlenecek ve üzüleceğim. Ben yıllarca bu hastalığa sahip olduğumu kendimden bile saklarken, ellerini başlarının arasına alıp ağlayarak kendi kafalarına “Yeter, sus artık!” diye bağırmadıkları için mi bu kadar rahat söylüyorlar OKB hastası olduklarını? Onların rahatça girip çıktığı kapıdan sağ ve sol ayağımla yirmişer kez girip çıkma zorunluluğum varken neden istiyorlar bu hastalığı böylesine? Keşke bir günlüğüne ben sağlıklı olsam, onlar da gerçekten OKB hastası olsalar. Belki o zaman istemezlerdi bu cehennemi.”

SİLİNEBİLİR

Ah aynı dünleri yaşıyorum.
Aynı hüzün’ü, mutluluğu, sevinci,
Kaybedişleri, geliş-gidişleri,
Aynı dünleri biriktiriyorum.
Ah dünü’m bugünü biliyor muydun da söylemiyordun…
İtiyatla özlüyorum dünleri.
Ah aynı dünleri yaşıyorum.
Aynı dünleri biriktiriyorum
Neden olduğunu bilmeden kaygılarım var.
Aynı dünleri yaşamaktan
Aynı dünleri yaşıyor olmaktan.
Ah aynı dünleri yaşıyorum
Aynı dünler’i aynı günler’i yaşamaktan korkar oldum.
Dünün bugünden daha iyi olmasından,
Yarın’ın bugünden daha kötü olmasından…
Ah aynı dünleri yaşıyorum.
Aynı dünleri biriktiriyorum
Ah Dünler de Dünler.!

İçimiz, Dışımız

“Düşünmek, ruhun kendi kendine konuşmasıdır.”

EFLATUN

İşte bu yüzden, düşünmeyi seviyorum, bir şeyler üzerine kafa yormayı.

Fakat bu düşünceler, kendime, hayatıma, bana dair olduğu zaman huzurlu ve mutlu hissediyorum. Eğer bir başkasının, onun, bunun, şunun hayatına, özeline kafa yorarsam, bu beni huzursuz ediyor.

Ben, kendimden ve vazifeli bulunduklarımdan sorumluyum. Daha kendimi tam olarak keşfedememişken, başka benlikleri sorgulamak, irdelemek hayli yıpratıcı.

Başkasının hayatını sorgulamak, onun alanına müdahale etmek, kafamızı bunlarla meşgul etmek, zihni yormak ve zaman israfından başka hiçbir şey geçirmeyecek elimize.

Kendimize yolculukta bizi saptıran, varacağımız noktaya yani özümüze ulaşmamıza engel olan, yolumuzu uzatan bu tuzaklara düşmemeli. Elbette insan kendini incelerken, iç dünyasını keşfederken bu düşüncelere dalmadan edemiyor.

Bugün,özellikle de yediden yetmişe sosyal medyanın hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olması sebebiyle, insan kendinden başka herkesin hayatından haberdar; bir başkasının özelini araştırıyor, kendini sürekli bir başkasıyla kıyaslıyor ve hatta bir başkası gibi değil, tam olarak “o” olmak istiyor. Bunları başaramadığı an, mutsuzlaşıyor. İşte tüm bu anlattıklarım, kendini keşfedememenin, kendini bulmadan, dışarıya yönelmenin olumsuz etkilerinden birkaçı.

Belki de, olmak istediğimiz, benzemeye çalıştığımız diğerlerine nazaran, kendi içimizde, benliğimizde farkına varmadığımız, fakat bize has, yalnızca bize ait cevherler gizli. Sadece keşfedilmeyi, dokunulmayı bekliyor. Bir kıvılcıma muhtaç.

İçimizdeki bu arayışları, özümüzü, dışarıda, uzakta, bir başkasında değil, yine özümüzde bulabileceğimizi düşünüyorum.

Evet, her insanın kendisine ilham veren, örnek aldığı, saygı duyduğu, “gibi” olmak istediği birileri elbette vardır. Olmalı da. Fakat bu beğeniş, bu yolundan gitme, bizi biz olmaktan alıkoymamalı.

Kısacası hepimiz, içimizin derinliklerine, benliğimize, özümüze dönmedikçe, birilerinin hayatıyla meşgul olmaktan vazgeçmedikçe, kendi yolculuğumuzda son durağa varamayacağız.

Haydi, hep birlikte özümüze yolculuğa çıkalım!

Atiye 2. Sezon yayınlandı!

Netflix’in ikinci türk yapımı olan dizisi Atiye’nin ikinci sezonu artık Netflix’te. Senaryosu Göbeklitepe’deki  olayları konu alan ve Beren Saat, Mehmet Günsür gibi isimlerin rol aldığı dizinin 2. sezonu 8 bölümden oluşuyor.   2. sezon farklı senaryosuyla izleyicilerine bu sefer de heyecanlı anlar yaşatacak. Diğer yandan dizinin 3. sezon çekimlerinin başladı ve “Atiye” rolü ile başrol oyuncusu Beren Saat şu sözlerle duyurmuştu: “Yeni Ay’da başladık çekimlere, Atiye’nin mucizeleri yine bizimle. Aylar süren bekleyişten sonra tüm tedbirler alındı ve yeniden başladık üretmeye! Atiye’nin ilk sezonuna gösterdiğiniz ilgi, sevgi ve destek için emeği geçen herkes adına çok teşekkür ederim. 3. Sezon yaratıcı ekibimize ve tüm çalışma arkadaşlarıma hayırlı, uğurlu olsun.”

Mars Retrosu: “Asla Deme Asla”

Veee uzun zamandır beklenen Mars Retro başlıyor. Yani savaş gezegenimiz, yaşam enerjimizi veren gezegen, sevgili Ares dinlenmeye çekiliyor. Bu dönem 9 Eylül’de başlayarak 14 Kasım’a kadar devam edecek. Motivasyonumuzun düşük olacağı, yeni bir işe başlarken elimizin kalkmak bile bilmediği zamanlar…

Aşkın ve sevdanın güzel kadını Venüs’ün ilişkiler arenasını kasıp kavuran retrosundan yaralarımızı daha yeni iyileştirirken geldi çattı Venüs’ün sevdiceği savaş tanrısı Mars’ın retro zamanı.

Zaten uzun zamandır birçok gezegenin retrosunu deneyimliyoruz ancak Mars kişisel gezegen olması itibari ile ayrı bir önem taşıyor hayatımızda. Özellikle de ateşli ve patlamaya hazır bomba gibi olan yönettiği Koç burcunda olması yangına yine körükle gidiyor diyebiliriz. Yöneticisi olduğu Koç ve Akrep burçlarının şimdiden dikkatine 14 Kasım’a kadar ‘Yanıyorsun Fuat Abi!’

Bir gezegen retro olduğunda astrolojik boyutta etkilerine bakıldığında o gezegenin temsil ettiği alanlarda da yavaşlama, gerileme, sorunlar ve garip garip haller görülebilir. Haliyle Mars dedik, harekete geçme enerjisi dedik, güç, cesaret, savaşma gücü, dürtüler dedik…

Bu sürecin en tehlikeli yapısı açıkçası birçoğumuzun ‘Mazeretim var asabiyim ben.’ diye dolaşması daha doğrusu bu asabiliği ne yazık ki pasif agresif şekilde içte yaşanması. Merkür Retrosu iletişimde, trafikte, teknolojide cızır cızır sorunlar yaratırken Mars Retrosu yaşama sevincimiz, motivasyonumuz ve ilişkilerimizde görüntüsü gidip gidip gelen tüplü televizyon gibi olabilir. ‘Adapazarı merkez kafasına göre herkes’ modu zarar getirebilir.

Evren bize diyor ki: “Yavaşla!”

Zaten şöyle bir düşünüp baktığımız zaman arkadaşlarım, eylem demek yani bir şeylere aktiflikle adım atarken hayat bizimle hep konuşur. Bir anda bir şeyleri yapmaya çalışırız pat ayağımız burkulur bir şeyler olur… Orada ne demeye çalışıyordur vücut? ‘Sen çok hızlı gidiyorsun biraz otur.’ Birazcık dinlenmek ve arka planda bir şeyleri gözlemlemek gerektiği bir zamandasın diyordur size. Onun için Mars’ı ve Mars etkileşimi ile gelen sıkıntılara ve kaygılara dikkat etmemiz gerekiyor.

9-10 Eylül’de Mars Stationary (Durağan) ‘S’ pozisyonunda. Yani dur diyor bize.

Asla Deme Asla!

Biliyoruz ki Yaradan dağına göre kar yağdırır. Yani bir sıkıntı geliyorsa onun için kılıç ve miğferlerimizi alma etkisi de geliyordur. Yani neyle baş edeceğiz?

Hayatın hiçbir zaman ‘Asla’ dememeyi öğretmeye geliyor Mars Retrosuyla. Bizler için, yeniden toparlanabilmemiz için, önümüzdeki yılları daha sağlam ve doğru emeklerle yürütebilmek için…

Peki ne yapalım da bu etkileri azaltalım dersek:

  • Sabırlı olmayı öğrenmek gerek. Motivasyon sabırlı olma konusunda oldukça faydalı olacaktır.
  • Nefes çalışması yaparak sakinleşmenin yolları öğrenilebilir.
  • Planlı olmak yine çok önemli.
  • Motivasyon kaybı yaşansa da üretmekten ve çalışmaktan vazgeçmemeli.
  • Doğada vakit geçirmek iyi gelecektir.

Retro boyunca stres kontrolü yapmak, içimizde kışın sızdıran çatı gibi biriken öfkeyi görmezden gelebilmek, enerjileri doğru yere kanalize edebilmek oldukça önemli. Zaten 2020 üzerimize gelmeye devam ederken çember iyice daralabilir ve kendimizi baskı altında bulabiliriz. Dünyaları başarsak da sanki sürekli Monopoly’de başlangıç noktasına geri dön kartını çekmiş gibi hissedeceğimiz zaman:

Yine yine… Enerji seviyenizi dengeleyin. Sınırlarınızı koruyun. Vücudunuza iyi davranın sağlıklı beslenin. Kök çakra üzerine çalışın. Tekrar tekrar… Sabırlı olun.

Herkese bol şans. ? Birbirimize bol şans dileyelim. ?

Duvar

Grup terapisi, aman ne harika.
Nefret ediyorum o insanlardan, nasıl oluyor da aynı kefeye konuyorum onlarla?
Bi kere onlar deli. Banane onların derdinden, banane o şişko kızın babası ölmüşte psikolojisi bozulmuş.
Ya da o yaşlı adam karısını başka bir erkekle yatakta basmış banane.
Ben deli falan değilim sadece dünyayı çözdüm, her şeyin farkındayım benim gibiler deli mi?
Hayır efendim ben bunu kabul etmiyorum.

Grup terapisin de duvar dedikleri bir şey var.
Karşında ki boşluğa içinden ne geliyorsa söylüyorsun. Duvar deyip geçmemeli o duvar
Bazen eksikliğini hissettiğiniz bir kişi oluyor.
Bazen de herhangi bir eşya.

Kaldı ki duvar bile yok orta da, hayali bir duvar
Ve o duvarın üstün de ne görmek istiyorsanız ona sesleniyorsunuz.
Ben mesela bu hafta bir abajüre seslenmeyi düşünüyorum. Maksat geyik olsun.

Grup terapisinde 6 kişiyiz. Aslında benim orada işim olmamalı ama: şey…galiba…evet.
Bir intihar girişimin de bulundum. Sonrasını hatırlamıyorum 9 aydır her hafta salı, perşembe, cumartesi kendimi orada buluyorum.

“Merhaba abajür kendimi hiç iyi hissetmiyorum bu aralar. Sanki bir boşluğun ortasında sürükleniyor gibiyim (gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Bu insanlar çok aptal) boşluk benim içimde ben boşluğun içindeyim sanki.”

Ah Memuriyet

Terden eline yapışmış sayfalar canını sıkmıştı, gazeteyi sertçe katladı. Ayağa kalkmasıyla gözlerinin kararması bir oldu. Bu vasıtayla kahvaltı yapmadığını hatırladı. Uyuşmuş ayaklarını sürüyerek mutfağa gitti. Ağzı sıkıca kapatılmış naylon bir poşetin içinde birkaç günlük tahinli çörek duruyordu. Sinirli hareketlerle çıkarıp, ağzına attı çöreği. Hiç sevmezdi aslında, tahinin o genzi yakan acımsı tadını. Ama yiyecek başka bir şey kalmamıştı evde. Yine de buzdolabını açıp baktı, kenarı hafiften küflenmeye başlamış bir peynir bütün dolabı kokutmuştu. Küflenen yeri kesip, şapırdata şapırdata çiğnemeye başladı peyniri.

Dişlerinde kalan susamları diliyle temizlerken, yatak odasına yürüdü. Komodinin üstündeki dizleri iz yapmış pantolonunu giydi ve kızının iki hafta önce ütüleyip astığı gömleklerden birini geçirdi üstüne. Otobüs kartını ve anahtarını alıp evden çıktı.

Apartmandan sokağa inen merdivende bir kedi yatıyordu. Göz göze geldiler, adamın göz kırpmasıyla kedi kalkmaya yeltendi, bir süre bakıştıktan sonra adam ayağını sertçe yere vurup “Pisst!” dedi. Kedi koşarak uzaklaştı. “Nankör şey.” diye söylendi sokağın sonuna giderken. Geçenlerde evdeki fareyi yakalaması için kediye ihtiyacı olmuş ama bu kedi peyniri yiyip eve girmemişti. Şimdiki siteminin sebebi de buydu.

Tek bir ağacın dahi olmadığı, güneşin alnı kabağında on dakika otobüs bekledi. Gelen otobüs de ağzına kadar doluydu.  “Mecbur binicez” dedi kendi kendine. Aslında hiçbir mecburiyeti yoktu, sadece belediyenin ona verdiği ücretsiz yolculuk hakkını kullanmak istemişti. İçeride herkes kan ter içinde kalmış, birkaç kadın yelpazesini çıkarmış yelleniyor, bir genç kız da üfleye püfleye saçını önce eliyle bir araya toplayıp sonra ensesine geri atıyordu. İhtiyar bu harekete hiçbir zaman anlam verememişti. Arkadan biri “Buyur geç amca,” diye yerini verdi adama. “Sağ ol yavrum.” dedi ihtiyar. Geçip oturdu. Ona yer veren koca kulaklıklı genç, fena halde terlemiş ve otobüste tutunabileceği en yüksek yere tutunarak bu ekşimsi ter kokusunu bütün otobüse takdim etmişti. Yellenen iki kadın genç adama bakıp biraz üflediler, fakat az sonra herkesin burnu bu kokuya da alışmıştı.

İhtiyar, bir kırmızı ışıkta yanında durdukları beli bükülmüş seyyar kokoreççiye bakıp imrendi. İçinden, onu okutup memur yapan babasına biraz sayıp döktü, ne diye bir ustanın yanına verip marangoz yapmamıştı onu, yeteneği de vardı hani. Köyün bütün çocuklarının sapanını o yapardı.  Şimdi bütün gün evde oturup birinin kapısını çalmasını bekliyordu. Bir dükkanı, onu sayıp seven esnaf arkadaşları, belki bir şeyler öğrenmek için gözünün içine bakan bir çırağı olsa fena mı olurdu? Ah memuriyet! Halbuki evvelden mesleği ne tatlı gelirdi gözüne… Şimdi ise yalnızlığına bulabildiği tek sebepti.

Otobüs gittikçe daha sıcak olmaya başlıyordu. İhtiyar ensesinden inen terden gıdıklandı; cebindeki, beyaz üstüne mavi çizgili mendilini çıkarıp terini güzelce sildi. Bu sırada yellenen kadınlardan biri şoförün duyması için bağırarak “Bu sıcakta balık istifi gibi yolcu alıyorlar, bi otobüs fazla çıkarsanız nolur sanki!” dedi. Şoför kadını hiç duymamış gibi yaptı. Kadın buna daha fazla sinirlenip daha hızlı yellenmeye başladı bir yandan “cık cık cık” demeye devam ediyordu.  

Biri bindi ki… Tüm gözler bu yeni yolcuya çevrildi. Çünkü elinde sıcacık, sarıldığı torbasını tamamen ıslatacak kadar sıcacık, bir somon ekmek vardı. Karnı tok olanlar pek oralı olmasa da ihtiyar gibi karnı aç birkaç kişi yutkunarak ve dudaklarını ıslatarak, gizlemeye çalıştıklar duydukları isteği.  İhtiyar eve dönerken ekmek alması gerektiğini düşündü.

Bu sırada ileride bir kalabalık gördü. O gün pazar kurulduğunu hatırladı. Son zamanlarda ağzının tadını iyice kaybetmişti, yediği hiçbir şeyden zevk almıyordu ama şöyle tatlı, ergin bir şeftali olsa yerdi yani…

Kararsız hareketlerle ayağa kalktı. Zaten basılmış olan “Duracak” butonuna bir kez daha basarak arkaya ilerledi. Bir eli dizinde, bir eli otobüsü tutarken indi otobüsten. Pazarın girişinde bir kokoreççi daha vardı.