24.5 C
İstanbul
Çarşamba, Ağustos 6, 2025

Her Gün Bir Dakika Teşekkür Edecek Birini Düşünün

Richard Carlson’un “Ufak Şeyleri Dert Etmeyin” kitabında bahsettiği, uygulaması yalnızca birkaç saniye süren bu strateji, en önemli alışkanlıklarımdan biri olmuştur. Gerçi farkında olsak da olmasak da yeni güne şükürlerini sunarak başlamak, yapmadığınız bir şey değildir diye düşünüyorum.

Her sabah, güne başlamadan önce teşekkür edecek birini düşünmeye çalışırım. Benim için, şükran ile iç huzur birbirlerinin ayrılmaz parçaları olduklarından, bana verilmiş olan yaşam denilen bu hediye için ne kadar minnettar olursam o kadar huzurlu olurum. Bu nedenle minnettarlık, geliştirmek için çaba harcamaya değen bir duygudur bence.

Eğer sizde benim gibiyseniz, o zaman hayatınızda arkadaşlar, aile bireyleri, geçmişinizde kalmış kişiler, öğretmenleriniz, gruplar, iş arkadaşlarınız, size ihtiyacınız olan fırsatı vermiş kişiler gibi minnettar olduğunuz sayısız kişiler vardır. Hatta size yaşam verdiği için ya da doğanın güzelliği için ilahi güce de teşekkür edebilirsiniz.

Teşekkür edecek birisini bulmaya çalışırken bu kişinin, trafikte size yol vermiş, sizin için kapıyı tutmuş ya da hayatınızı kurtarmış bir doktor gibi herhangi biri olabileceğini unutmayın. Buradaki asıl amaç, tercihen sabah ilk iş olarak dikkatinizi şükretmeye odaklamanızdır.

Uzun süre önce, beynimi her türlü olumsuzluğa ne kadar kolay açabildiğimi fark ettim. Negatifliğin içeri girmesine izin verdiğimde ilk kaybettiğim şey minnet duygumdur. Hayatımdaki insanları göz ardı etmeye başlar ve genelde hissetmekte olduğum sevgi, yerini kırgınlığa ve kızgınlığa bırakır.

Bu alıştırma, yaşamımdaki güzel şeylere odaklanmamı sağlar ve teşekkür etmek için birini düşünmeye başlamam kaçınılmaz bir şekilde aklıma peş peşe başkalarının da gelmesine neden olur. Kısa bir süre sonra zihnim, sağlığım, yuvam, kariyerim, yazılarım, hürriyetim ve bunun gibi şükrettiğim birçok şey ile dolar.

Bu, size son derece basit bir öneriymiş gibi gelebilir. Fakat gerçekten çok işe yarar! Gördüm. Eğer sabah kalktığınızda güne şükrederek başlarsanız gününüzün huzurlu geçmemesi imkânsızdır.

Gölge – Ⅳ

İçindeki tarifsiz korkuyla birlikte, sesin olduğu tarafa doğru yöneldi. Kapıya doğru bakınca gözleri iri iri açıldı. Hava yeterince sıcak olmasına rağmen Zeynep soğuk soğuk terliyordu. Olduğu yerde çivi gibi çakılıp kaldı, ne olacaksa kaderine razı bir şekilde bekler gibiydi. Kapıda sert ve öfkeli ses tonuyla seslenen Selami’ydi.

Bu sertlik ve öfke davranışlarına da yansıyarak bir anda kapıyı kapattı. Zeynep’in üstüne doğru yürüdü ve sertçe iki eliyle kollarından tuttu. Sarsarsak hırsını almaya çalışır gibiydi. Çünkü onu defalarca uyarmıştı ama sonunda korktuğu başına gelmişti. Arka arkaya sorular sormaya başladı.

‘’Ne gördün, ne! Söyle çabuk, nerelere girdin? Şimdi mi girdin içeri? Nasıl girdin? Sana ne demiştim, ne anlaşmıştık?’’

Öfkesi o kadar artarak gidiyordu ki, kendine hakim olmakta güçlü çekiyordu resmen. Zeynep korku dolu bakışlarla bir şeyler söylemek istedi ama dedikleri anlaşılmıyordu bile. O kadar korkmuştu ki yüzüne bakamıyordu Selami’nin. Tek isteği oradan çıkıp gitmekti bir an önce. Ellerinden bir anlığına kurtulup kapıya doğru yöneldi ve hızlı adımlarla gitmeye, daha doğrusu kaçmaya başladı. Selami buna asla izin veremezdi. Ne gördüğünü bile bilmiyordu. Zeynep tam çıktım ve kurtulacağım derken, kolunda beliren acıyla birlikte bir anda kendisini kapıdan savrularak uzaklaşırken buluverdi. Selami o kadar güçlü çekmişti ki, Zeynep yere düşüp, kafasını bile kaldıramadan ağlamaya başlamıştı.

İki saniyeliğe gözden kaybolan Selami, elinde bir iğne ile gelmişti. Zeynep oturur vaziyette yerde sürünerek iğneye bakmış ve ayakları, elleriyle geri geri kendini itip bir kedi gibi duvarın dibine kıvrılmıştı. Tek haykırdığı şey;

‘’Yapma, yapma, yapma…’’

Ortalık karanlığa bürünmüştü. Aradan kim bilir ne kadar zaman geçmişti. İğne ile bayıltılan Zeynep yavaş yavaş kendine gelmeye başlamıştı. Önce hafifçe gözlerini açmaya çalıştı. Olduğu yer çok karanlıktı ve kendini bile aydınlatmaktan aciz, cılız bir ışıkla birlikte etrafındaki olup biteni anlamak için kendine gelmeye çalışıyordu. Kafasını güçlükle kaldırmış ve gözlerini açmıştı sonunda. Elleri ve ayakları bağlı, rahatsız edici tahta bir sandalyede oturuyordu. Karşısında tam tersi bir sahne ile, tamamen özgür ve rahat bir sandalyede oturan Selami’yi gördü. Korkusu azalmış, azalan korkunun yerini öfke almaya başlamıştı ve o öfkeyle birlikte gözlerinin içine bakarak hiç alışkın olmadığı şeyler söylemeye başladı.

‘’Adi herif, pislik! Şerefsiz! Çöz beni, bak bağırır herkesi toplarım buraya! Pislik! Çöz beni! Canım acıyor.’’

Hafif bir tebessüm ile gülüyordu Selami ve kendi sahasında maç yapan futbol takımı rahatlığında üstünlüğünü hissedercesine duyduğu zevkle söze girdi.

‘’Yapma ya. Bağırsana Allah aşkına. Bağır bakalım duyan olacak mı? Şu an yerin tam iki kat altındasın Zeynep Hanım. Sabaha kadar bağırabilirsin. Hem herkes gitti, sizden hiç kimse kalmadı. Onları zevkle yolcu ettim. Sizinkilere, annemden sonra yorulduğunu ve birazcık başının ağrıdığını, uyumak istediğin için odaya çıktığını ve uyuya kaldığını söyledim. Beni o kadar çok seviyorlar ki, sana iletmem için selam bile gönderdiler.’’ (gülerek)

‘’Allah belanı versin! Şerefsiz!…’’ (tükürür)

‘’Aaa… Hiç yakıştı mı senin gibi bir hanımefendiye. Ne bu şimdi. Bela okuma, başımıza bir şey gelir.’’

‘’Senden nefret ediyorum! Nefret!’’ (ağlayarak)

‘’Bunu bana söyleyen ilk kadın değilsin, muhtemelen son da olmayacaksın.’’

Zeynep duydukları karşısında ne yapacağını bilmiyordu. Çünkü sessiz sakin bir ömür yaşamış ve çoğu insan gibi böyle şeylerle hiç karşılaşmamış, ancak dizi ve filmlerde görmüştü. Meğerse gerçekmiş ve bu kabusun içinde, tam ortasında bizzat kendisi vardı. Öfkeyle çözmeyeceğini anlamış gibiydi, bütün yolları denemek istiyordu. Dikenlerini indirmiş ve yalvarmaya başlamıştı.

‘’Selami, ne olursun yapma. Bak sen böyle biri değilsin. Lütfen bırak gideyim. Bak söz veriyorum, annene sorunun bende olduğunu söylerim ve boşanırız. Söz kimseye bahsetmem ve yemin ederim bir daha karşına çıkmam. Ne olursun Selami yalvarırım, lütfen. Bırak beni gideyim.’’

Biraz sessiz kalıp boşluğa bakarken Selami, bir umut belirdi Zeynep’in içinde. Sanki bir anda insafa gelip bırakacağını hissetmişti. Gözlerinin içine bakmaya çalışıyordu ama boşluğa baktığı için bir türlü denk getiremiyordu. Ortamdaki sessizlik bir anda bozuluverdi.

‘’Yok! Olmaz! Canım istemiyor. Sen benim misafirimsin. Gelmişsin o kadar, seni güzelce ağırlamadan, hiçbir yere bırakmam.’’

Öfkesi tekrar geri gelmişti ve olduğu yerde küfürler ederek çırpınmaya başlamıştı. Çıkan gürültüden rahatsız olan Selami kalkmış ve kapıyı kapatıp gitmişti. Arkasından uzun uzun bağıran ve yardım çığlıkları atan Zeynep, bir süre sonra güçsüz düşmüş ve yorulmuştu. Başını öne salmış, bilekleri çırpınmadan ip kesikleriyle yanarken, asıl yangın yeri olan yüreğinin acısını bastırmaya çalışıyordu.

Bir süre böyle sessizce durdu, gelen giden olmayınca etrafı incelemeye başladı. Fakat işine pek yarayacak bir şey yok gibiydi. Hem ışık o kadar cılızdı ki, ne var ne yok etrafta tam göremiyordu. Sandalyeyi devirip biraz ileri gitmek istedi. İpler çok sıkı bağlanmıştı. Çırpınması sonucu biraz gevşetse bile, bu onun pek işine yaramayacaktı. Sandalyeyi düşürmek için bir hamle yaptı ama olduğu yerde kaldı. Tekrar denedi ve tekrar hiçbir şey olmadı. Üçüncüyü denemek yerine, hiç kımıldamayan sandalyenin ayaklarına bakmak gelmişti aklına. Ayaklarından yere çivilenmiş bir sandalyede oturduğunu fark etti. Çaresizliği kabullenmiş gibi omuzlarını düşürüp, başını tekrar öne eğerek ağlamaya başlamıştı. Artık göz yaşları pek gelmiyordu. Uzun süre ağladığı için onlar da kendini tüketmişti.

Karşısında duran ve hapishanedeki hücreleri andıran demir kapı arkasından sesler gelmeye başlamıştı. Kısa süre sonra kapı açıldı ve içeri Selami girdi.

‘’Uyanmışsın. Sakinleştin mi bakalım?’’

‘’Selami, tuvaletim geldi.’’

‘’Tamam yapabilirsin altına, burası çok temiz bir yer değil zaten.’’

‘’Selami, lütfen.’’

Açık kapının arkasına doğru gidip, elinde bir tepsiyle geldi.

‘’Sana yemek getirdim. Şimdi onu yedireceğim. Yanlış bir şey yapmaman, senin için en doğru seçim olacaktır.’’

Zeynep yemeği duyunca açlık hissini fark etmişti. Aklına bile gelmemişti saatlerdir aç olduğu. Hem saatin kaç olduğunu bile bilmiyordu. Yerin iki kat altında havayı görmek zaten imkansızdı.

‘’Aç mısın?’’

Başını olumlu yönde salladı.

‘’Bir şey yapmaya kalkma tamam mı?’’

Tekrar olumlu yönde salladı.

‘’Aç bakalım ağzını, bir şeyler ye ki güçsüz düşme.’’

Zeynep yavaş yavaş bir şeyler yemeye başlamıştı. Sanki yediği yemek hiç yabancı değil gibi hissetmişti. Orada yediği ilk yemek ya da son yemek değil gibi bir his. Karşılıklı sessizliği bozan tabi ki Selami olmuştu. Zeynep’in tek amacı iki lokma yemek yiyip, kendine gelmekti.

‘’Ye güzelce, daha çok buradayız. Güçsüz düşersin bak sonra.’’

Bunu duyduktan sonra öfkesi tekrar baş göstermişti, ağzındaki çorbayı yüzüne tükürdü ve gülmeye başladı.

‘’Ne! Ne yapıyorsun sen! İyice kafayı yedin!’’

Selami de kendi öfkesine yenik düşüp, sert bir tokat attı.

‘’Sana yemek falan yok! Aç kal bütün gün aklın başına gelsin!’’

Zeynep gülmeye devam ediyordu. Gözleri hiç normal bakmıyordu, sanki delirmiş gibiydi. Bir anda Selami’nin dediği cümle dikkatini çekmişti. ‘Aç kal bütün gün’ işte aradığı ip ucunu bulmuştu. En azından saatin sabah saatleri olduğunu anlamıştı. Bu kadar basit bir şeyden bile mutlu olmuştu. Selami giderken arkasından seslendi.

‘’Güle güle hayatım. Yine bekleriz.’’

Dünya Hayal Ettiğin Kadardır

Tek sen varsın gibi hissettiğin anlar olurken,

Herkes yine seni zorla düşüncelere boğarken,

Umut yıldızlarda gibi olsada burnunun dibi kadar yakındır.

Ve dünya aslında hayal ettiğin kadardır.

Dağlar, denizleri koşarak aşabilirim!

Uçabilirim istersem, neyi arzularsam olabilirim.

Ve dünyam yıkılır bazen uzun uzun ağlayabilirim.

Ama

Gözyaşlarım mercek olduğunda yıldızları yakından görebilirim.

Sevgi Nedir

Doyamayacağım bir sevgi arıyorum. Bir inancım var, seven insan mutludur, mutlu insan yaşar. Yaşamaktan zevk alır. İşte ben de sevmek ve mutluluğu sonuna kadar tatmak istiyorum.

Gerçek sevgiyi bulmak büyük bir mutluluktur. Çok defa sevdiğini sanırsın. Ancak gerçek sevgiyi bulduğunda diğerlerinin sevgi olmadığını anlarsın. O’nunla her konuda uyum sağlarsın. Uyum sağladığını da o kadar kısa sürede fark edersin ki, kendin de şaşarsın. Yaşamının kimseye söylemeyeceğini sandığın olaylarını O’na bir anda anlatırsın. O da sana anlatır. İşte bu sevgidir. O’nunla yaşamında her şeyi ama her şeyi paylaşmaya hazırsındır. Bu gerçek ve yürekten gelen bir paylaşmadır. Paylaşmak için hiçbir engel tanımazsınız. Çünkü ikiniz de seversiniz birbirinizi…

Zaman olur ki, mantığın engeller çıkarır. Yüreğini duvarlar içine sıkıştırırsın. Doğruyu yaptığını sanırsın ve mantığına esir olur, sence doğru olanı yaptığını kabul edersin. İşte o zaman mutlu olmak için önüne gelen en büyük fırsatı yok etmişsindir.

Neden yüreğini dinlemezsin? Neden sevdiğine koşmazsın? Neden O’na zulmedersin? O’na bütün kapıları kapatmışsındır. Seni aramasını yasaklamış, bir de O’ndan söz almışsındır. O da sözünü tutar. Ne pahasına? Bir gün belki bilmek istersin? O’nu mutluluk yerine üzüntü dolu bir yaşama terk etmişindir.

Ayrılırken, seni üzmek istemiyorum demişindir. Aslında O’nu şimdi üzmektesindir. O seninle her sıkıntıya katlanmaya hazırdır. İşte sevgi budur. Belki de aşktan da üstündür, senin dediğin gibi. Aşk gelir geçer, sevgi kalıcıdır.

Bir Hayat Düğümü

18 Kasım 1827’de Almanya’nın Magdeburg kentinde Ludwig Karl Friedrich Detroit adında bir çocuk dünyaya gelir. Babası müzik öğretmeni olan, annesinin ise mesleği bilinmeyen Karl Detroit’in akrabaları, aile içi sorunlar ve anlaşmazlıklar nedeniyle sürekli kavga edilen bir evde büyümesini istemez ve onu Fransız asıllı bir yetimhaneye yerleştirirler.

Yetimhanedeki ağır şartlara ve şiddete dayanamayan on iki yaşındaki Karl Detroit kaçmaya karar verir. Bir gece bütün arkadaşları uyurken birinci katta bulunan yatakhanenin penceresinden çarşafları birbirine bağlayarak kaçar. Bu kaçışı tıpkı çarşafları birbirine bağlarken attığı düğüm gibi birçok insanın hayatını birbirine düğümleyecektir.

Kaçtıktan sonra büyük bir liman kenti olan Hamburg’a gelir ve burada bir gemide miço olarak çalışmaya başlar. Böylelikle Almanya’dan da ayrılır. Bu gemide bir mevsim boyunca tüm Akdeniz limanlarını dolaşır. Gemi, bir bahar günü Marmara Denizi’nden İstanbul Boğazı’na ulaştığında Karl Detroit birden güverteden denize atlar ve o zamanlarda cüzzamhane olarak kullanılan Kız Kulesi’ne doğru yüzmeye başlar. Kız Kulesi’ndeki bekçinin yardımıyla karaya çıkar ve gemiye geri dönmek istemediğini söyler. Önce yetimhaneden, sonra Almanya’dan, en sonunda da gemiden kaçan Karl Detroit İstanbul’da kalmak ister ve cüzzamhanede çalışmaya başlar.

Bir süre sonra Almanlar gemilerinden kaçan küçük çocuğu geri istediklerini bildirirler. Haberi alan şair kimliği ve birçok dili iyi derecede konuşabildiği bilinen dönemin sadrazamı Mehmet Emin Âli Paşa, önce merakla gemiden atlayarak Kız Kulesi’ne doğru yüzen on iki yaşındaki bu cesur çocuğu görmek ister.

Sadrazam Mehmet Emin Âli Paşa

Karl Detroit paşanın huzuruna getirilir ve Âli Paşa neden kaçtığını sorar. Karl, “Yetimhanede dayak vardı. Gemide de beni dövüyorlardı. Kaçtım, geri de dönmek istemiyorum.” der. Âli Paşa sorar: “Peki, gemin Akdeniz’in bütün limanlarını dolaşmış. Neden o limanların birinde kaçmadın da İstanbul’da kaçtın?”

Karl Detroit, küçük parmağıyla Paşa ile görüştüğü bu ihtişamlı binanın penceresinden görünen Kız Kulesi’ni gösterir ve şöyle der: “Suyun içindeki şu beyaz kule var ya, işte onu çok sevdim!”

Âli Paşa bunun üzerine Almanlara çocuğu vermeyeceğini söyler ve küçük Karl Detroit’i evlat edinir. Önce ona Mehmed Ali ismini verir ardından da askeri okula gönderir. İyi bir eğitim alan Karl Detroit, birçok savaşa katılır ve paşa unvanını alır.

1878’de Berlin Antlaşması’nda Osmanlı Devleti’ni temsil eden üç önemli kişiden biri olur. Hazır Almanya’dayken kaldığı yetimhaneyi görmek isteyen ve Magdeburg’a giden Karl Detroit’in haberini alan yetimhane görevlileri büyük bir hazırlık yaparak onu iyi bir şekilde ağırlarlar. Ve Karl Detroit, bu kez yetimhanenin birinci katındaki yatakhanesinden çarşafları birbirine bağlayarak kaçtığı o pencerede bir Osmanlı paşası olarak durur.

Mehmed Ali Paşa (Karl Detroit)

Orada okuduğu okulunu da ziyaret eder ve okulun şeref defterine bir şiir yazar. Daha sonra bu şiiri dönemin saray şairi Anton von Werner‘in şu sunumuyla bir gazetede yayımlanır: “Şiirlerini Alman, Fransız, Yunan, Fars ve Arap dillerinin tümünde aynı maharetle kaleme alabilen bir şair.” Şüphesiz torunlarına en büyük miraslarından biri de şairliği olacaktı.

Almanya’dan geri dönüş yolunda ise Arnavutluk’ta yolunu kesen eşkıyalar tarafından linçlenerek trajik bir şekilde öldürülür. Ne acıdır ki bir daha Kız Kulesi’ni göremez.

Mehmed Ali Paşa İstanbul’dayken evlenmiş ve dört kızı olmuştur. Kızlarından biri siyasetçi Mehmet Ali Aybar‘ın anneannesidir. Kızı Zekiye Hanım’ın oğlu Mustafa Kemal Atatürk’ün Harp Okulu’ndan sınıf arkadaşı ve silah arkadaşı olan Ali Fuat Cebesoy‘dur. Diğer kızı ise Türk Edebiyatı’na başyapıt eserler veren Sabahattin Ali‘nin babaannesidir. Bir diğer kızı Leyla Hanım’ın da iki kızı vardır: Münevver ve Celile. Münevver Hanım’ın oğlu Oktay Rıfat; ilk Türk ressamlardan olan Celile Hanım’ın oğlu ise ünlü şair Nazım Hikmet Ran‘dır.

1938 yılında dönemin okul kitaplarında şiirleri okutulan Nazım Hikmet’e Beyoğlu’nda bir sinema çıkışı askeri öğrenci Ömer Deniz yazdığı şiirleri okutmak ister. Ancak “Orduyu isyana teşvik” suçuyla ikisi de tutuklanır. Nazım Hikmet mahkemede savunmasında şöyle der: “Benim de bir neferi olmaktan onur duyduğum emperyalizmi dize getiren ordumuz eğer kendisini bu çocukla isyana teşvik ettireceğime inanıyorsa, buna gerçekten inanıyorsa bu doğrudur.”

Mahkemede Nazım Hikmet’i suçlu bulan beş hakimin dördü hukuk eğitimi almamıştır. Çıkan karar sonucu Nazım Hikmet, on iki yıllık hapis sürecine başlar. Ancak onun gibi haksızlığa uğrayan Ömer Deniz’den ise çoğu kişi habersizdir.

Ömer Deniz yedi yıl altı ay hapis yatar. Serbest kaldığında ise çocukluğundan beri hayali olan askerliğe başvurur ancak yasalar gereği hüküm giymiş biri askeriyeye kabul edilmez. Bu olay sonucu haksızlıklarla mücadele etmek isteyen Ömer Deniz, hukuk okumaya karar verir ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazanır. Ancak yoksul bir adamdır ve geçimini sağlamak için Fatih’te bir oyuncakçı dükkanı açar. Burada tahtadan oyuncaklar yaparak onları satar ve okula devam eder.

Ömer Deniz bir gün oyuncak yaparken dükkana bir çocuk gelir ve oyuncakçıda çalışmak istediğini söyler. Ömer Deniz bu çelimsiz çocuğu kırmaz ve onunla birlikte çalışmaya başlar. Okuldan sonra oyuncakçı dükkanına gelen çocuğun görevi oyuncakları boyamaktır.

Yine bir gün oyuncakları boyarken küçük çocuk, Ömer Deniz’e hiç oyuncağı olmadığını söyler. Ömer Deniz, sabah okula gitmeden dükkana uğramasını ona bir oyuncak yapacağını söylediğinde çocuk çok sevinir. Sabaha kadar heyecandan uyuyamaz ve güneş doğar doğmaz oyuncakçıya koşarak gider. Ömer Deniz’i hukuk kitapları ve tahta oyuncaklarla dolu masada uyuyakalmış şekilde bulur. Hevesle uyandırarak oyuncaklarını sorar. Ömer Deniz çocuğa elleri, kolları, bacakları, başları iplere bağlı kuklalar yapmıştır. Kuklaları alan küçük çocuk, okumakta olduğu Hırka-i Şerif İlkokulu’na giderek o gün arkadaşlarına kuklalarla ilk gösterisini sunar. Ve bugün o çocuk hâlâ gösterisini sunmaya devam ediyor. O küçük çocuk kim mi?

Müjdat Gezen

Kaynak: https://youtu.be/-siaqbvG5C0

Eskiye Rağbet Olmalı Bit Pazarına Nur Yağmalı

İki kelamın yerini çoktan ‘like’ler almıştı.

Sözcükler daha kulağa varmadan eskimeye başlıyordu.

Neyin, niçin yapıldığı ya da söylendiği hiç önemli değildi !

Beğeni sayıları ile birlikte kalabalıklaşıyordu yanlızlıkları.

Ne anlattıkları hiç önemli değildi çekilen videoların.

Saçmalıkları mı ? Manşet olacak cinstendi.

Kitaplar, dergiler dekordan öteye gitmiyordu.

Bir şeyin cildi renkliyse, içinin karanlığının bir önemi yoktu.

Rol yapmak artık tiyatroculara özgü bir şey değildi.

Sosyallik bir cihazın içine sığıyor ; gülücükler, mimikler hatta üzüntüler bile emojilerle resmediliyordu.

Atasözleri, deyimler ‘tbt’lere zincirlenmiş, anılar çoktan arşivlenmişti bile.

Önemli günler bildirimlerle anılıyor, takvim yaprakları artık sararmıyordu bile.

Samimiyetleri hikâyelerinde filtreden geçiyordu.

Rol modellerin yerini fenomenler alıyordu.

Onbeş saniyeye sığıyordu yaşamdaki nefesleri.

Kalp atışları görüntülenme sayıları ile eşitti.

Farklı olacağım diye raflara kalkmıştı arkadaşlıkları.

Parmakları dillerden daha çok konuşuyor, lehçeleri hiçbir tarih kitaplarında yazmıyordu.

Okumuyorlardı ama çok biliyorlardı !

Yorumların bilgiden daha önemli olduklarına inanıyorlardı.

Sır verip ser vermiyorlardı !

Büyükleri isimle çağırıyor, küçüklerin ismini bile hatırlamıyorlardı…

Bu Nasıl Çağ

Ne kadar çok benimsemişiz, Bu zihniyeti bu çağı; Bu nasıl çağ, Bu nasıl benimsemek, Bu nasıl sevmek, Bu özenmek…

Bu kirli çağ bizim çağımız değil idi ; Nasılda değişiyor insan zamanla, Kötülerin büsbütün egemen, Olduğu bir çağ bu, biliyorsun!

Adına modern çağ dedikleri bu olsa gerek ; Yetmedi! Şekil değişti, dünya aktörleri, Çoğaldı:Sefalet ve barut kokusu sahnesi, Hiç değişmeden hep aynı kaldı, Filim tekrar ettikçe insanlık daha da çok yara aldı…

Kırk tuzak kurduğu çağdayız, Hasretlik sürdüğü bir çağdayız, İhtiras sardığı çağdayız, İnançlar sarılmış, umutlar yetik çağdayız, Bu çağda insanca yaşamayı özledik…

Atladık bir çağdan bir diğerine, Dedim ya bir çağın yangını bu; Medeniyet denilen, Bir devir daha küllerinden doğar sabahından…

Bu nasıl çağ; Teknolojilerin zirve yaptığı, Yapay bir uygarlığa gidiyoruz: Yeniden başlamaya vakit yetmez, Gittikçe şişen şehirlerden kaybolursun.

Ben Bu Çağın Çağdaş’ı Değilim.!

Her Sonbahar Başka Dert

Her sonbahar başka dert
Bir genç kız ağlıyor parkta
Bakışları yorgun ama sert
Bir genç kız ağlıyor bankta


Her sonbahar başka dert
Genç kız kalkıyor banktan
Yürüyor bu karanlık parkta
Beklentisi tükenmiş hayattan


Görüyor yol kenarında bir minibüs
Ve içindeki şoförün boğazından
Geçen birkaç yudum bira
Sanki o da hayata küs


Görüyor yolun diğer kenarında
Küçük bir erkek çocuğu
Konteyner’dan çöp toplayan
Çocuk değil annesinin kollarında


Bir genç kız ağlıyor yolda
Tanımadığı bir beyefendi
İstiyor ondan bir şiir
Sonbahar hakkında


Genç kız ilk mısrasını yazıyor gözyaşlarıyla:
“Her sonbahar başka dert”
Ve kaleminden dökülüyor mısralar,
Gözlerinden gözyaşları...


Geçiyor meskenine bu genç kız
Kelimeleri tükenince
Ve belki uyuyacak yılların ardından 
Fakat önce,


*Genç kız tanımadığı beyefendiye
Teşekkür ediyor ilham için  
Her sonbahar başka dert, diye
Yazıyor son mısrasını
Bu tanımadığı beyefendi için. 


Her sonbahar, başka dert...

İnsan Ne Zaman Büyür?

Ne zaman büyür insan?

İlk adımını attığında mı, yoksa ilk konuştuğunda mı? Bana kalırsa, ne yürüdüğünde, ne de konuştuğunda; ağladığında büyür insan.

Hayatla bir başına kalınca anlar büyümenin ne olduğunu. Bitmek bilmeyen mücadelelerden, heyecanlardan, endişelerden, umutlardan alır derslerini.

Hatalarla büyür. Hiç durmaz ki insan, ölene kadar büyür. Zaman alır, verir, götürür, bazen de getirir.

Bazen öyle çok götürür ki senden, hiç oldum zannedersin. Nefes almaya mecalin kalmaz, ama alırsın. Bağıra çağıra, haykırarak belki, ciğerini delip geçse de alırsın işte o nefesi.

Nasıl yaşar ki insan nefes almadan? Kimi zaman sen kaçarsın da, o bırakmaz peşini.

Yaş aldıkça değil, yaşadıkça büyür insan, gerçekten yaşadığında.

Bazen hayat bir dokunuşla değişiverir. Bir dokunuş kaç ömre bedel olabilir? Kaç canı yakabilir, kaç yüzü güldürebilir?

Öğrendikçe büyür insan.

Kırılgan

Zincirlerle sarmalanmışken
Başladığın ve yaşadığın
Zincirlerle,
İlk yaşam

Eğer varsa öteki
Özgür ve ölümsüz,
O, zincirleri kırıp
Kazandığın

Anlamı; senin oluşu.
Büyük bir hengâme içinde
Belki hiç olamayacaksın.

Seni Beklemek

  • Seni bekliyorum
  • Sabırla, inançla,
  • Bir gün gelecek olmanla,
  • En güzeli bu belki de :Seni özlemek,
  • Ufuklara yakıştırıyorum en çok aramızdaki mesafeyi…
  • Herhalde beklemek şimdiye kadar en güzel olanı bu olsa gerek,
  • Seni beklemek ;
  • Bunca beklemenin sana değdiğini bilmek demek,
  • Ve beklemek, yine beklemek,
  • Umut etmek,
  • Soranlara bir gün gelecek demek ;
  • Geleceğin günü düşlemek,
  • Geleceksin biliyorum…
  • Gelip durdu bir umut;
  • Gözlerimin önüne,
  • Bir çiy düştü Ekim’e
  • Bu nasıl beklemek böyle,
  • Büküldü boynu kalemin,
  • Mısra düştü,
  • Hece düştü,
  • Şiir düştü…
  • Ve sevecekse sevilen ;
  • Bu gidişe yakışan
  • Seni beklemek, seni düşlemek,
  • Seni sevmek..!

Vazgeçtim


Çok kez bekledim gelişini.
Çok kez ümitlendim hayaline.
Çok kez yanıldım.
Çok kez bunaldım.
Çok kez bulandım.

Bulandım kokuna.
Bulandım korkuna.
Bulandım hırsına.
Bulandım ruhuna.
Bulandım arşına.

Gelir mi günler?
Dünler gider mi?
Geleceği istemiyorum.
Bana geçmişimi geri verirler mi?

Uykuya dalmak mümkün değil.
Sallanıyorum dünyanın dizlerinde.
Adım adım, canhıraş,
Koşuyorum belirsiz izlerinde.

Yoruldum beklemekten.
Çelme taktılar emeklerken.
Çık gel, henüz kelebekken.
Zambak beyazı yüzünde
Hüzünlerinle gülüşü beklerken.

Gidenler bir gün gelir diyorlar.
Gelenler gitmeyi bilmiyorlar.
Bir gece, bir de gündüz,
Geceden güneşle eksiliyorlar.

Deliremiyorum.
Bel kemiksizlerin diyarında
Güneşi geri getiremiyorum.
Gücüm direnmeye yetmiyor.
Merkepten kitapları indiremiyorum.

Cümleler kurulurken
Yıkıldı dağlar, döküldü denizler.
Yine de anlatılamadı,
Ne yaşatılanlar ne de dehlizler.

Vazgeçtim ölümden kaçmaktan.
Sevgileri, nergisleri koklamaktan.
Fırtına dinmeden gider miyiz?
Bir kez olsun karşılıklı güler miyiz?

Hasret

Sonu olan her şeyin
Varsa bir başlangıcı
Başlangıcı olan her şeyin de
Var mıdır bir sonu
Yoktur efendim
Size kanıtlayayım
Sadece “hasret” diyerek
Bu önermenin
Yanlışlığını. 

Özlemi Tüketmeden

Günümüz teknolojisi, hepimizi değilse de birçoğumuzu bilgisayarlar dünyasına itti. Bu teknoloji sayesinde kitaplar eski önemini yitirmekte. Elbette ki kitaplardan uzaklaşmamızın nedeni bir tek bu teknoloji değil. Fakat en büyük rol ona sahip diyebiliriz. Burada üzerinde durulması gereken asıl konu sözlü ve yazılı kültür.

Daha çok iletişime ve duyuma dayanan sözlü kültür, insanlara yazılı kültürden daha güven verici gelmekteydi. Çünkü yazılı kültür beraberinde sahteciliği de getirmekteydi. Günümüzde hala devam eden yalan yanlış yazılar, sahte belgeler vb. bunun varlığının hala devam etmekte olduğunu göstermekte. Fakat şu an yaşadığımız bu teknoloji dünyası bir şeyi anlamamızı zorlaştırıyor: Sözlü kültür. Çünkü sözlü kültür aslında gördüğümüz, okuduğumuz yazılardan çok duymayı gerektiriyor. Sıralama üstüne kurulu olan belirli bir tümce yapısına sahip olan bu kültür aslında bir tekerrür gerektiriyor. Yazılı kültür ise bu konuda bizlere kolaylık sağlıyor. Sağladığı kolaylıkların en başında internet geliyor. Bilgisayarlar dünyası dediğimiz bu internet toplumunun bizlere sunduğu yararlar ve bunun yanında verdiği zararlar günümüzde büyük bir tartışma konusu.

Felsefe gibi derin bir alanda ve en önemlisi sonu olmayan, kümülatif bir şekilde ilerleyen konular hakkında düşündüğümüzü varsayalım. Bu düşünceler yazıya aktarılmadığı sürece hafızamızda nereye kadar birer düşünce olarak kalabilir? Daha dün yaşadığımız olayları güçlükle hatırlayan bizler eski düşüncelerimizi nasıl anımsayıp onları yeni bir bilgiyi desteklemek için kullanabiliriz? İşte sözlü kültürün önemli bir özelliği olan iletişim, burada kendini gösterir. Sözlü kültürde, uzunca bir konuyu düşünmek ve onun üzerinde durmak iletişime bağlıdır. Bu zorlu iletişim kelimelere ritim kazandırmıştır. Sözlü kültürün önemli bir yapısı olan deyişler bu ritmik yapısından dolayı günümüze kadar gelmeyi başarmıştır. Çünkü kelimelere ritmik ve şiirsellik kattığı gibi güçlü bir bellek için de oldukça etkili bir yoldur.

Dikkat ettiğimiz zaman her şeye duyulan özlemi hep eskilerde aramaktayız. Yeni şeylere duyulan özlemimizde elbette ki ortada. Fakat bugün bile adından söz ettiren nice yazarlarımızın kitaplarını bulmak için saatlerce araştırıyor, bulmak için birçok yol arıyoruz. Dinlediğimiz zaman bizi içerisine çeken ve saatlerce etkisinden çıkamadığımız o nostaljik parçalarda cabası. Eskiye olan özlemimiz her alanda olduğu gibi sanat içinde çok fazla. Peki bizi bu eskiye iten özlemimiz en çok nereden geliyor?


Her şeyi tükettiğimiz gibi teknolojiyi de tüketiyoruz. Hangimiz artık bir kitap kokusunda kayboluyor? Gerçek bir bilgiye ulaşmak için saatlerce uğraşıyor? Bize zaman açısından avantaj sağlayan kitle iletişim araçları aslında bilgiyi gerçekten almayı sağlamak yerine onu çok kolay bir şeymiş gibi gösterip değersiz kılıyor. Yani tüketici konumundayken kendimizi tükettiğimizi fark etmiyoruz. Bu yüzden mutluluğumuzu eskilerde arıyor, en çok gerçek bilgiye ve bize bu bilgiyi ulaştıran insanlara özlem duyuyoruz.

İçimizdeki bu özlemin bitmesini istemiyoruz elbette. Fakat yeni bir bilgiyi eski bilgiler ışığında gerçek bir öğretiye dönüştürmek, bu bilgileri doğru kullanıp tıpkı sözlü kültürde olduğu gibi onlara yeni ritmik anlamlar yükleyip ortaya özgün bir şeyler çıkartmak ilk amacımız olmalı. Kendimizi tüketmeden, bilgi dolu, ışıklı ve özgün bir yola!

Bayram Sızısı

Sabah uyandığında bir çift ayakkabı ve bayrama yakışır bir takım bulma ümidiyle kapattı gözlerini. Mesuttu, her şeyden önemlisi sabaha saatler kalmıştı. Acaba nasıl bulacaktı bayramlıklarını, renkleri nasıl olacaktı? Ayaklarında nasıl duracaktı yeni kunduraları? Bu düşüncelerin içinde kaybolarak kendini uykuya teslim etti.

Annesini kaybedeli beş yıl olmuştu küçük Ali… Şimdi yedi yaşındaydı. Hayatın derdini yüklenmek için çok küçüktü. Annesini hatırlıyor muydu? Orası bile meçhuldü. Çok sessiz ve içine kapanık bir çocuktu bu yüzden okulda “Sessiz Ali” olarak bilinirdi. Sessizdi elbette, konuşsa anlayacak kimi vardı ki? Babası annesinin ölümünden bir ay geçmeden köyden Nazife kadınla evlenmişti. Nazife kadın sertti tıpkı bir kaya gibiydi yüreği. Acıma nedir bilmezdi… Hele ki Ali onun gözünde başına kalan bir ayak bağından başka bir anlam ifade etmezdi. Nerden kalmıştı bu çocuk başına? Hep böyle düşünür gününün güzel geçmemesinin sebebini bile Ali’den bilirdi. Uğursuzdu bu çocuk ona göre; varlığı bile insanın tepe taklak olmasına yeterdi. Ali’nin babası Ahmet Efendi, çocuğuna sahip çıkan bir baba değildi. O da küçükken hırpalanmıştı ama bak sonrasında hayatı öğrenmişti, böyle düşünürdü. Nazife kadın, Ali için doğru olanı bilirdi o da sonuçta bir anaydı. Bu yüzden Ali’nin Nazife kadın tarafından hırpalanmasına söz etmezdi. Kim el bebek gül bebek büyümüştü ki?

Ali uyuduktan sonra söylenerek mutfakta işlerini bitirmeye çalışan Nazife kadın her zamanki gibi çok yorulduğundan dert yanıyordu. Yarın bayramdı, şunun şurasında iki-üç saat sonra kalkacak kazanlarda yemek pişirmeye başlayacaktı. Hiç hali yoktu; yaşının verdiği yorgunluk yüzünden okunmaktaydı. Mutfaktan geldiği gibi sedire uzandı, Ali’ye baktı. Yine sağ kolu açık uyumuştu. Bu onun her bayram yaptığı bir alışkanlık haline gelmişti. Nazife kadın onun neden böyle yattığını bilirdi. Yine bir bayramlık yolu gözlemekteydi Ali, bayram sabahı için. Sinirli bir şekilde güldü Nazife kadın; “ Ekmeği buldu da yemeye bir de utanmadan bayramlık yolu gözlüyor” dedi.

Nazife kadın, kendi çocuklarını Ahmet Efendiyle evlenirken babasına bırakıp kaçmıştı. Babasının artık bir ayağı çukurdaydı. Acaba bakabiliyor muydu çocuklarına? Bunları düşündü bir an. Bayram akşamı babasının yanına gidip elini öpmeliydi. Sabahtan gidemezdi, Ahmet Efendinin hısım akrabası çoktu. Bütün gün insanlara hizmet etmek zorundaydı. Bu düşüncelerle gözlerini kapattı ve uykuya daldı….

Sabah olmuş gün ağarmadan kazanları kaynatmaya başlamıştı Nazife kadın. Ahmet Efendi caminin yolunu tutmuştu bayram namazı için. Güneş ışıklarının gözüne vurmasıyla uyandı küçük Ali. Koluna baktı; bomboştu. Ağlamak istedi; boğazına bir şey düğümlendi. Hayalini kurarak uyuduğu bayramlık da ayakkabı da kollarının arasında yoktu. Gözlerini odada gezdirdi, yine hüsrana uğradı. Yoktu işte hayal ettiği hiçbir şey yoktu o eski odada. Sonra düşündü küçücük yaşı ama kocaman aklıyla. Neydi ki bu bayram? Dedi. Bir çocuğa bir çift ayakkabıyı bir takım elbiseyi layık görmeyen Nazife kadın gibi bir şey miydi? Parmak uçlarına bakarak ağladı, çorapları delineli belki de aylar olmuştu. Uzun uzun baktı sonrasında eskiyen çoraplarının içinden görünen parmaklarına… Bir bayram sabahı yine gelmiş ama dünden bir farkı olmamıştı onun için. İşte yine yırtık çorapları, yırtık gömleği, taş kalpli Nazife kadın ve baba sevgisini bir kez olsun göstermeyen Ahmet Efendi! Kaderine razı olarak boynunu büktü küçük Ali, bundan sonra bayramdan bir beklentisi olmamak üzere kapattı cılız kollarını sonsuza denk ve uzandı yatağına, düşündü uzun uzun; bayramlar bir fazlalık getirmeyecekse niye vardı ki? Olmasa olmaz mıydı? Başkalarının güzel elbiselerini görmek için mi vardı? Eksiklikleri tamamlamak için değil, eksiklikleri daha çok hissettirmek için mi vardı? Bir annenin, bir babanın, bir takımın ve bir çift ayakkabının eksikliğini hissetmek için mi vardı? Evet, bayramlar hep burun sızlatmak için vardı!