Denizde çok güzeldin. Deniz de çok güzeldi. Dalgalar çarptı kirpiklerine. Hissettim dokunuşunu iliklerimle. Boşuna orada değil Demişti yüzsüzce kimileri de. İki dudak arasında garip bir ömür; Geçmek bilmez, aymak bilmez. Tuttular iki yakandan, Zalimler durmak bilmez. ‘’Biz yalnızca kendimiz için değil, İnsanlık için güzel günler düşlemede. Ne güzel bir cümle değil mi? Başkası için yaşamak, Benini biz denizine atıp Zamandan amade, Sonsuzluk koridorlarında yürümek. Zamanın içinde kaybolmak da var tabi. Herkesin içinde, Karanlığın içerisinde, Fenerin olmadan, yolunu bulamadan, Zamansızlığın peşinde.’’ Demiştin kaleminle Dudaklarından dökülsün istedim, Göstermediler zemheride. Bıçak açmayan ağızlar, Şov yaptılar pelerinle. Salmadılar Okawa’yı, Âhı kaldı ellerinde.
Belirsiz ve karmaşıksın. Kendi duvarlarını yıkmaya çalışan küçük birini gördüm. Bulunduğun o çemberin dışına çıkıp etrafa bakmak istiyorsun. Bu zor değil. Çünkü ben, çok daha fazlasını gördüm gözlerinde. Ellerine öylece bakıyordun. Gökyüzünün ihtişamlı güzelliğinden eline doğru kayan o ilham tomurcuklarıyla göz göze geldim. Ellerin parlıyordu sanki. Bunun farkındasın değil mi Lusin? Yıldızlara doğru kaldırdın başını ve bir yıldızla konuştun o an. Yıldızına, nasıl bu kadar parlayabildiğini sordun. Ona, ‘’Dünya bu kadar siyahken bu kadar umut vermen adil mi?‘’ dedin. Ve aynadaki benliğinin soğukluğuyla çarpıştın o an. Seni bu kadar zıt bir şekilde hiç görmemiştim. Sen gerçekten kimsin? Gözlerin, içi gülerken bu kadar nasıl sıkabilir kendini? Gözlerinin arkasında sakladığın gerçek benliğinle, göz göze geldim. Bana onu neden gösterdin? Fark ettim ki, gözleri korku dolu ve dehşet içinde. Dünya seni bu kadar nasıl yaralayabildi? Lütfen, hepsini anlat bana. Seni dinlemek istiyorum. Seni anlamak istiyorum. Bir ağacın altında, rüzgar seninle çarpıştığında ona artık sarıldığını gördüm. Eskiden kaçardın. Sana ne oldu böyle? Sen çok değiştin, Lusin. Belki bunu duymak istemeyeceksin. Sen, gerçekten değiştin. Sana daha yazacak çok mektubum var. Korkuyorum bir gün beni bırakıp mektuplarımı okumayacaksın diye. Çünkü sen herkesi bırakıyorsun. Gelmek isteyen biri geliyor sana ve gitmek isteyen de gidiyor. Yollarına bir çiçek bırakıp çekiliyorsun. Bunu asla umursamıyorsun. Korkutucu. Bu kadar kendine yetebilmen beni korkutuyor. ‘’Bir elin tutmasına gerek yok artık.’’ demiştin. Ben bu cümleden kendimi sarkıttım ve birkaç dakika öylece bakındım etrafa. Dalların gittikçe güçleniyor. Ben de o dallara tutunabilir miyim? Gülümsediğini gördüm o dallarda. Belki de kabullendin çoğu şeyi. Gerçekten beni şaşırtıyorsun, Lusin. Yaşamdan bu kadar tiksinirken neden bu kadar çabaladığını anlamak istiyorum. Neden hiçbir zaman yaşamaktan vazgeçmiyorsun? Ben senin dallarına tutunmak isterken sen hangi topraktan güç alıyorsun?
Mektubuma daha fazla devam etmek istemiyorum. Çünkü, çok fazla sorum var sana. Öncelikle bunları anlamalıyım. Lütfen bana kızma, Lusin. Beni, ikimizin olduğu o kabuktan dışarı atma. Seninle resim çizmek istiyorum. Siyah dünyasını güzelleştiren sanatçılar olacağız seninle. Kalem var oldukça ben de var olacağım demiştin. Ellerini sımsıkı tutuyorum, korkma.
İnanıyorum ki kendi dünyamızın kıyısına yakın duraklarda mevsim geçişleri psikolojisini atlatabiliriz bir güz akşamı. Hem o vakitler bulutları ceplerimize doldurabilme hayali kurma imkanı sağlamaz mı duraklardaki kum saatleri ? Kim bilir tersine çevirdiğimiz her başlangıç yeni bir gerçeğe kapı aralar belki. Sahi söylemiş miydim daha önce ? İçim bir avuç kadarcık gökyüzü olabilmeyi dilerdi…
Derin bir kış uykusu Karanlık gecede geziniyor Ölümün korkunç soğukluğu Sinsice yayılıyor Arsız bir yalnızlık korkusu Zihnimde dolanıyor Hastalıklı düşüncelerin kokusu Artık kelimeler üşengeç Özledim, vakit çok mu geç? Kaburgamda ince ağrı Yanıyor içim izbe bir gece yarısı Gözlerimin önünde Dökülüyor ömrümün geri kalanı Kıyılarımda birikmiş yüreğimin tüm sızısı Şimdi duvarlarım ıssız Saçlarım öksüz Omuzlarımda bir battaniye Uykularıma örtülmüş Üzerime sinmiş ansızın Bir kabusun vahşeti Biter mi hiç, Nefretin ateşi, Hasretin alevi, Ya da sevginin yangını?
Kaybedilen bir şuurda hatıra gelir gözlerin Işıktan korkan bir yıldıza bürünür suretin Hatırladım mı seni; Bir okka mavide boğulur düşlerim. Bir tutam yakamoza gömülür Aydan mahrum ellerim… Süt ağızlı çocukların çatal dillerinde filizlenir ismin Her şeyi öldüren gecenin karanlığında yankılanır sesin Duydum mu seni; Cehennem ateşinde yanmayan bir kibrit olur gözlerim Her şeyi aydınlatmaya çalışan bir ışık tapınağına gömülür Geceden karanlık sözlerim… Yağmurların güneşe dönüştüğü bir yeryüzünde belirir bedenin Güneşin zifirinde leylak açar saç tellerin Dokundum mu sana; Buğdaysı teninde kavrularak şehit düşer dudaklarım. Seni zikreden bir toprağa gömülür Leylaktan zehirlenen parmaklarım…
Çok genç yaşlarda resim yaparak başladığı sanat hayatına; afiş tasarımı, reklamcılık, film jeneriği üretimi, şairlik, fotoğrafçılık ve burada buluşmamızın sebebi olan yönetmenlik ile devam eden Abbas Kiyarüstemi, İran sinemasının lokomotifi olarak adlandırılmıştır. Peki neden?
Rejim sonrası getirilen yasak ve sansürlerin ardından, çoğu yönetmen meslek hayatını yurtdışında sürdürmeye karar vermişken; Kiyarüstemi ülkesinde kalıp devrim sonrası yeni bir “İran Sineması” oluşması için çalışmıştır. Çokça emek verdiği ve Avrupa’da ses getiren bu filmlerin, İran Devleti tarafından yasaklanması üzerine Kiyarüstemi şunları söylemiştir: “Hükümet geçtiğimiz on yılda hiçbir filmimi göstermemeye karar verdi. Bence filmleri anlamadılar ve yalnızca istemedikleri bir mesajın ortaya çıkması olasılığına karşı gösterilmesini önlediler.” Fakat her ne olursa olsun; başta Abbas Kiyarüstemi olmak üzere pek çok başarılı yönetmen sayesinde İran sineması kendi kimliğini kazanmıştır.
Kiyarüstemi filmlerinde çoğunlukla bir belirsizlik hakimdir. “Seyircinin müdahil olması ve boşlukları, eksikleri doldurması için tamamlanmamış ve bitirilmemiş bir sinema tasavvur etmek gerekir.” der, Kiyarüstemi ve filmlerindeki “bir sonu olmama” durumunu böyle açıklar. Gerçekten de seyirciye tamamlanmamışlıklar için pay vermek filmin seyirci sayısı kadar farklı sona sahip olmasına yol açar. Özellikle “Kirazın Tadı” filmiyle emeline ulaştığına bizzat şahit olmuşumdur. Çevremde kime önerdiysem, hayalinde farklı bir son oluşturmuştur. Acaba siz Kirazın Tadı’nı nasıl bir son ile bitireceksiniz? Yeri gelmişken benim favorim olan bu filmden bahsedelim.
Kirazın Tadı, intiharın eşiğinde olan ve intiharından sonra para karşılığı mezarına toprak atması için bir yardımcı arayan Bedii Bey’in serüvenini konu alıyor. Film boyunca, gerek imgeler ile gerekse apaçık bir şekilde; yaşam ve barındırdığı çelişkiler, yoksulluk, din gibi konular tartışılıyor. Film ismini Bedii Bey’e intiharında yardım edecek olan Bakari Bey’in “Kirazın tadından vazgeçmek mi istiyorsun?” diye sormasından alıyor. Bakari Bey filmde olgunluğu temsil ediyor. Bitmeyen yollarsa yaşamı… Seyirciye bir bakış açısı vermeyi seven yönetmen bu filminde araba penceresini kullanıyor. Filmden filme bakış açımız değişiyor. Kimi zaman bir ayna oluyor kimi zaman bir kapı aralığı.
Köker Üçlemesi
Kiyarüstemi’nin bu üçlemesi; Arkadaşımın Evi Nerede?, Ve Yaşam Sürüyor, Zeytin Ağaçları Altında filmlerinden oluşuyor. Aynı köyde (Köker) çekildiği için üçleme olarak adlandırılan bu serinin ilk filmi: Arkadaşımın Evi Nerede?: Film, defterini vermek için arkadaşının evini arayan, bulana kadar da iki yakın köy arasında mekik dokuyan ilkokul çağındaki çocuğun hayatından ufak bir kesiti sunuyor. Çocuğun ailesi tarafından görünmez oluşu, sesini duyuramayışı ve daha birçok özelliği bize bir yerlerden tanıdık geliyor. Profesyonel oyuncuların yer almadığı, çoğunlukla size sizi hatırlatan Kiyarüstemi filmleri hepimizin hayatından bir parça taşıyor.
Ardından serinin ikinci filmi: Ve Yaşam Sürüyor: Birinci filmin çekimlerinin üstünden biraz zaman geçiyor ve köyde büyük bir deprem meydana geliyor. köydeki can ve mal kaybı çok büyük. Şehirden gelen bir adam ve oğlu ise bu kargaşanın içinde ilk filmdeki başrol çocuğu arıyorlar. her filminde olduğu gibi insan doğasının derinlerine inen Kiyarüstemi yine yollara, dağlara ve insanlara odaklanıyor. Sonunda da yine etkileyici bir film çıkıyor ortaya
Ve üçüncü film: Zeytin Ağaçları Altında. bu filmde ise yine depremin etkileri sürerken ilk filmlerin yönetmeninin başka bir filmi için Köker köyünde yaptığı oyuncu seçmelerini konu alıyor.
Zeytin Ağaçları Altında
Kiyarüstemi-Ceylan
Yönetmene Venedik Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü kazandıran Rüzgar Bizi Sürükleyecek; “gözbebeğim” dediği Yakın Plan; Şirin ve diğer filmleri… Beni en çok etkileyenlerine detaylıca yer verdiğim yazımın sonuna yaklaşırken; Kiyarüstemi sinemasına hayran, filmlerinde yaptığı göndermelerle ona olan bu hayranlığını ifade eden Nuri Bilge Ceylan’dan bahsetmemek olmaz. Eğer Kiyarüstemi sineması sizi etkiliyorsa Nuri Bilge’nin sinemasının da üzerinizde benzer bir etkiye yol açacağına emin olabilirsiniz. Hepimizin karşısına en az bir kez çıkmış olan “Bir Zamanlar Anadolu’da” filminden, elma yuvarlanma sahnesi nereden esinlenilmiş dersiniz?
Her karakterin her hareketinin altında yüzlerce incelik ve mesaja yer veren Kiyarüstemi; imgelerin manasını bilseniz de bilmeseniz de size anlatması gerekeni anlatıyor. Bitmeyen yolları, benim gibi bir insanın yaşamı olarak değil de yalnızca arabanın geçtiği bir mekan olarak düşünseniz de keyif veriyor. Ayrıca “Rüzgar Bizi Sürükleyecek” filminde 10-15 karakterin sadece sesini duyuyoruz. Görmüyoruz onları, gördüklerimiz ise çoğunlukla birer silüet. Yani bir sinema eleştirmeni de herhangi bir seyirci de filmden ihtiyacı olanı alıyor. Ama illaki ihtiyacı olan o şeyi buluyor…
Rüzgar Bizi Sürükleyecek
Filmleri üzerine saatlerce konuşulabileceği gibi etkisi uzun süre üstünüzde kalıyor. Fakat benim tüm bu izleme ve araştırma serüvenimi başlatan; ne Kiyarüstemi’nin filmleri ne de yazdığı bir şiirdi… Bütün bunların sebebi, ölümünden kısa bir süre önce çekilmiş bir video. Solmaz Naraghi “Nobahari” şarkısını söylüyor. Ölüm Kiyarüstemi’ye çok yakın. Şarkının sözleri ise şöyle:
Lazım bir ömür daha;
Ölümümüzden sonra.
Zira süren ömrümüz
Geçti umutlanmakla.
Hayatı hep yanlış yorumlamışım şimdiye kadar. Hep bir gün mutlu olacağımı düşündüm durdum. “Her şey yoluna girecek”ti. Bunun için çabaladım, direndim, didindim. “Yolun sonu aydınlık” dedim her seferinde. Oysaki bir farkım yokmuş sabah sokakta yürüyen bir körden. Gelecek hakkında plan yaparken bugünümü yok saymışım hep. Geçmişi düşünürken bugunümden harcamışım. Meğer ben hiç bugünü yaşamamışım.
Benim için hayat bir biriktirme sanatı oldu işin özünde. Anılar biriktirmeye başladım. Sevdiğim, seveceğim, kalbimden sıcaklığını eksik etmeyecek insanlar biriktirdim. Kederimi, sevincimi, sabaha kadar ağladığım geceleri, sevinçten yere göğe sığamadığım günleri biriktirdim. Şarkılarım oldu içime kazınan, altını çizdiğim cümlelerim oldu. Ve şiirler… Kitaplardan kopardığım şiirlerim var, her birini yaşamımın en güzel köşesine astım. Sanmayın ki şiir kitaplarındadır en güzel şiirler, koparılan sayfaları bulmadan…
Doğdum ve başladı keşfim. Bir okyanusun tam ortasında açtım gözlerimi. Yüzme bilmiyorum, debeleniyorum. Battım önce ama en dibi görüp çıktım yine gün yüzüne. Suyun kaldırma kuvveti der fizikçiler belki, ama hayatın ta kendisi. Okyanusta cayır cayır yakmasını da bilir suların üzerinde yürütmesini de… Gözlerimi gökle buluşturdum. Kar yağıyor her yere. Hiçbirinden bir tane daha yok. Ellerimi açtım ve yakalamaya başladım birer birer. Tenimle buluşan her kar tanesinin bana karışmasını hissediyorum. Topluyorum teker teker insanlarımı, anılarımı, şarkılarımı ve altını çizeceğim cümlelerimi… Gözyaşlarımı da akıtmaktan korkmuyorum artık, bıraktım onlar da kavuşsun suyla. Gökten gelen suya kavuşmak için yağarken nerden bileceğim içimdekinin bana ait olduğunu. Akıttım içimdekini, o da kazandı zaferini. Temizlendim ve temizledim suyu.
Hayatımın tek bir amacı var artık; anılar biriktiriyorum. Tozlu raflara kaldırmıyorum hiçbirini, başucuma diziyorum teker teker. Beni ben yapan, iyi ki dedirten, pişman ettiren, hayatımı inşa eden ve mahveden her bir anıyı topluyorum. Bu hayatta böyle var oluyorum. Umarım siz de yaşamınızı nasıl var olacağınıza karar vererek yaşıyorsunuzdur. Aksi halde hayatınız delik cebinizden geçtiğiniz yollarda kaybolur gider.
Bir şiir kanatlandırsam göğsünün yeşiline Kıskanacak maviler ama olsun Bir şiir, bin umuda gebe Şavkı yansıyan gecenin Güneş utandıran lahzasında Bir şiir, bağrında memleketimin Lavanta özünde açan Buram buram karanfil Yansıması doğanın.. Bir şiir kanatlandırsam göğsünün yeşiline Kekik kokulu dağlar yıkılacak ama olsun Bir şiir, bulutsu hayallerle dolu Rengarenk alkımlar yayan Mübeşşiri gök fabrikasının Bir şiir, gölgesinde gözlerinin Can bulan kırlangıç. Tane tane dökülen yağmur Rahmeti, bereketi gönlümün Bir şiir kanatlandırsam göğsünün yeşiline Göğsüm yarılacak ama olsun Olsun…
Ben bir şairim ; Kalemimden çıkan Her satırım, Her mısram, Her cümlem, Belki Ekim bana ilham olur…
Kim bilir dedi kalemim Belki Ekim sana iyi gelir. Bekliyelim! Yetişemedim, Yine olmadı, Yazamadım mısralar içimde kaldı…
Mayhoş cümlelerim. Ben bir şairim ; Bir şarkı duyarsın, Bir kitap okur, Anlık gelen mısralar, Belki bir şiir bile yazarım Aşk’ı tekrar kaleme alırım , En saf en temiz olanı anlatırım belki…
Mayhoş cümlelerimde Ben bir şairim ; Yeni demlenen, Demlendikçe değerlenen, Belki sahiden iyi gelir bana Ekim.
Dağınıksa saçlarım suçlu parmaklarındır. Her telde ayrı ahın var, her telde ayrı günahın. Yıldızlar yağmıyorsa içime ve aydınlatmıyorsa çehremi Gök hırsızı gözlerin kapanmıştır bir yerde. Bulutlar şiir kokmuyorsa şayet Bir şiirde kesmişsindir bileklerini bilirim. Bir kuşun kanadında görmezsem çocuksu gülümsemeni Ya da içimdeki çocuğun adını dahi anımsamaz isem; Mübarek eylerim ölümünü, kimseyle kıyaslamam. Çocuklarıma verebileceğim bir isim olmazsın belki Ama yetimlere okuyacağım şiirlerin sevabı senindir Bir şiirde kurur ise dudaklarım hani unutursam öpmeyi, Özlersem ayrılıkları, Ve sarılırsam gitmelere Ne anamdan saklarım Ne de yeniden doğursun isterim beni. Başkasına yandığın dünyada kıyaslarken tenimi Mecbur kaldığın her şiirde öldürürken şiirlerimi Ve boğarken gözlerinde kavmimi Ne aman dilerim Tanrıdan Ne de yeniden yaratsın isterim beni. Yedi lisanda toplayamadığım bir merhaba, Dudaklarımda kokusu karanfilli şiirlerin, Elimde ölümün en güzel goncası, Tenimde yanık mektuplar. Görür isem seni bu halde Ne bir daha Ne de yeniden Ruhum giymez elbisesini masmavi bir deriden…
Yalnızlığınızı sevin diye öğütlerler etrafı insanlarla dolu kişiler. Onlar için yalnızlık, akşamları evde tek başına geçirebileceğiniz okuma saatleridir. Yalnızlık, kimseye hesap vermeme halidir. Arkadaşlarla istediğin planları yapmak, istediğin kişiyle flört etmektir.
Yalnızlığınıza sarılın diye öğütlerler geceleri sokak lambalarını hiç seyre dalmamış olanlar. Şimşek çakan bir sonbahar akşamı korktuklarında sarılabilecekleri birileri mutlaka vardır. Bir yorgana sarılmakla bir insana sarılmak arasındaki titretici farkı bilmezler. Ve bilmedikleri bir sürü şeyden dem vururlar, ağız dolusu ve sere serpe.
Tek başına istediğini yapmak, İstediğin yere gitmek, İstediğin şeyi yemek, İstediğin kişiyle flört etmek, Kendine istediğin zaman aralıklarını tanımak Yalnızlık değil, Özgürlüktür.
Yalnızlığınızı değil, Özgürlüğünüzü sevin bence. Yalnızlık bir tercih hakkı olsaydı Bunu deneyimlemiş hiç kimse onu tercih etmezdi. Mutsuz olduğunuz insanlarla yaşamak zorunda kalıyorsanız şayet, yalnızlık elbette daha iyi bir şeydir. Fakat bu da yine, kötünün daha kötüsü bir tercihtir.
Ben yalnızlığıyla her akşam Ve her gündüz Ve her gece raks eden bir kadın olarak, Bu duyguyu bana en iyi tanımlayan sözleri bu parçada buldum.
Geceleri yalnızken daha iyi görüyorsun yıldızları, karanlığı ve ay’ı.
Şöyle diyor, Bırak ay gitsin, Sen kal bu gece. Umudumsun sen.
Saat 03.07.44. Gecenin en ağır ve ağrılı saatleri. Yelkovan bile son çeyrek dilimi tırmanırken hep bir saniye geç kalıyor. Uyuyamamasının, uyuşamamasının bir nedeni var.
03.09.15- 03.09.16 arasında aklında bir imge çakıyor. Milyonlarca insanın karşısına çıktığında izlemeden geçmedikleri, insanlara “günlük rahatlama dozlarını” veren, arasına konan her şeyi ezip parçalayan, dümdüz eden bir makine. Şimdi de ona rahatlama vaadi veriyor. Yalnız bu sefer, o makinenin arasında ne sağlamlık testi için konan telefonlar var, ne rengarenk plastikler ne de insanların gözlerini devirecek başka bir şey. Kafasını o makinenin içine sokup kafasına binen onlarca ağırlığın onu bir nebze rahatlatabileceğini düşünüyor.
Düşünebilmesinin yanı sıra çok zorlanarak da olsa birkaç şey yapabiliyor. Belli belirsiz düşüncelerinin artıklarını mırıldanabiliyor, uğuldayabiliyor, terden sırılsıklam olmuş sünger yatağında dönüp durabiliyor, elleriyle şakaklarındaki damarları ezercesine bastırmaya çalışabiliyor. Son olarak müthiş bir sancıyı göze alarak çatlayan sesiyle salondaki televizyonun karşısında uyuyakalmış annesini uyandırabiliyor.
Annesinin gördüğü manzara karşısında kapıldığı endişe, yıllar önce ölen kocasıyla yaptıkları samimi bir yatak sohbetinin bölünmesinden doğan öfkeyi bastırıyor. Sayıklarcasına soruyor: “Neyin var, ne oldu, oğlum, oğlum!” Ama bu sorular sık sık sorduğu “Geldin mi? Kalktın mı?” sorularından farksız çünkü gördüğü, aynı baş ağrısının bilmem kaçıncı çöküşü.
O, yardımının yanıt bulmasıyla rahatlayarak sağlayamadığı kontrolü annesine devrediyor. Başlangıç olarak 100 mg Majezik’in yanında bir yudum suyu midesine indiriyor. Ara sıcak olarak masajlar servis ediliyor. Ana yemekte ise üç Felak bir Nas ve Ayet-el Kürsi sunuyor annesi, şüphelerle boğuşan oğluna. Üç Felak ve bir Nas, annesinin nefesi yüzünden akıyor, “Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla” annesinin sesi kulaklarına doluyor…
04.29. Kadının kucağındaki kafatası artık zonklamıyor. Aydınlanmaya başlayan günde kendisi için hala aydınlanmamış bir cevap bulunuyor. Hangisi? Laktoz, mikrokristalin selüloz, kolloidal silikon dioksit, magnezyum stearat, titanyum dioksit; şakaklara, tian zhu, he gu, zan zhu noktalarına masajlar, zaman, anne, Allah…