27.3 C
İstanbul
Cumartesi, Ağustos 2, 2025

Haydi Çocuklar Okula

Yüz yüze eğitimin üçüncü haftasındayız. Öğrenciye, öğretmene, veliye, idareye, kantine, servise hayırlı olsun elbette. Hayırdan kastları ne ise o olsun diyemiyorum.

“Hayır” bol para kazanmaksa, herkese çalıştığı vardır.

“Hayır” bol zaman geçirmekse, zamanı ne ile geçirdiğine göre kardır.

“Hayır” çocukların evden uzaklaştırılması, buna rağmen arkalarından gidip ego tatmin etmekse, her açıdan, herkes açısından büyük zarardır.

Bir veli okulun bahçesinde teneffüs fotoğrafları çekiyor. Sonra bunu sınıf watsapp grubunda paylaşıyor. “Çocuklar hep dışarda, gelin çocuklarınıza sahip çıkın” minvalinde cümleler paylaşıyor.

Velilerin her biri bir taraftan “öğretmen nerde? Neden başlarında değil?” panik cümleleri paylaşmaktan geri durmuyorlar.

Çalışan veliler işyerinde olduklarını, izin alamayacaklarını belirtirken sızlanıyorlar; “lütfen falan hanım, benim çocuğuma da bakar mısınız? Lütfen bir fotoğrafını atar mısınız? Görmesem içim rahat etmeyecek.”

Sadece iki veya üç veli; “Okulda teneffüs olması gereken bir etkinlik. Çocuklar böylelikle sosyalleşecekler. Kaynaşacaklar. Böyle böyle gelişecekler. Öğretmen her dakika başlarında duramaz. Bu doğru değil. Hem bütün sınıflar dışarda. Sadece bizim çocuklar değil” paylaşımları yapsalar da nafile.

En son okuldaki ziyaretçi veli oyun parkının fotosunu çekerek velilere çağrısını yineliyor:

“Ya şu kaydırak yıkılsa, çocuğumuz altında kalsa. Gelin çocuğunuza sahip çıkın!”

Sonrasını tahayyül etmek istemiyorum. Keşke bu kadar kelam arasında bir de; “Lütfen sevgili anneler! Çocuklarımıza sade ve düz maskeler takalım. Rengarenk maskeler ilgilerini çekiyor. Değiş-tokuş yapıyorlar. Lütfen bu hususa dikkat edelim!” yazsalardı.

İyi Çocuk Bakan Anneler

İşinin ehli bir öğretmenden kendi kuşağı anneleri ile alakalı biraz da ağır denebilecek değerlendirmeler dinlemiştim. Geniş açıdan bakınca hak vermemek mümkün değildi. En enfes olan tespit ise her baktığım anne modelinde kulağımda çınlar:

“Bu anneler çocuklarına çok iyi bakmışlar fakat hiç iyi yetiştirememişler.”

Bana göre sözün virgül atıldığı yer burası. Evet çok iyi bakılıp hiç iyi yetiştirilemeyen çocuklar bugünün anne babaları işte… Kuşaktan kuşağa aktarılan “çocuğa iyi bakma “kuralı “çocuk üzerinden çevredeki herkesi ezme” moduna dönüşmüş maalesef.

Sorarsanız en iyi anne onlar. Sadece onların çocukları en iyi, en zeki, en harikulade…

Çocuğa bakarsanız tabir yerinde ise yolda yürümeyi bilmiyor. Nasıl arkadaş olunur? A aaaa, kimselere güvenilmez!

Arkadaşla nasıl oynanır? A aa, bütün oyunları en iyi ben bilirim!

Öğretmenle nasıl konuşulur? A aaa, öğretmenin işini iyi yapması lazım. Onun çocukla nasıl konuşacağı daha önemli!

Ders nasıl dinlenir? A aaa, benim çocuğum hiperaktif. Yerinde duramıyor!

Pandemi dolayısıyla çocuklar çoğunlukla evde olmanın sıkıntılarını zaten yeterince yaşadılar. Yeniden yürümeyi öğrenmeleri için zamana ihtiyaçları var.

Çocuk akranıyla büyür. Arkadaş edinmenin, arkadaşça yaşamanın güzelliklerini en iyi çocuklar biliyor aslında. Anneleri onları kendi hallerine bırakırlarsa…

Sadece öğretmene değil, sosyalleştiği her insanın özeline, emeğine, varlığına, haklarına saygı göstermeyi denemeden nasıl öğrenecekler?

En başta çevresindekilerin haklarına saygı için bile olsa çocuğun hiperaktif diyerek temize çıkarılması ne kadar doğru?

 Bir an olsun çocuklarının ensesinden ayrılmayan kişilerin,

 “Ne güzel çocukluğumuz vardı. Sokakta oynardık akşama kadar. Okul çıkışında itişe kakışa dönerdik eve.

 Çantalarımız ağır da olsa onları taşımak zevk verirdi. Koşarken düşüp dizimizi yaraladığımızın acısı ayağa kalkana kadardı.

Eve dönerken kavga ettiğimiz arkadaşımızla sabah hiçbir şey olmamış gibi kol kola okulumuza giderdik.

Öğretmenlerimizi anne babamız gibi severdik, sayardık.”

Güzellemeleri yapanlarla aynı kişiler olması dışında bir sorun yok.

Ne Yapalım Şimdi Biz?

Herkesin çocuğu kıymetli elbette. Ve dahi öğretmen de sonuçta birilerinin çocuğu. O da kıymetli.

Okul ortamı çocukların hayata bakışını şekillendiren bir yer. O da kıymetli.

Teneffüsler çocukların doyumsuzca koşup oynamaları gereken tek sosyal etkinlikleri. O da kıymetli.

Pandemi dolayısıyla kısıtlanan, belki körelen kabiliyetlerin yeniden gün yüzüne çıkması lazım. O da kıymetli.

E bunlar çocuk… Maskelerini paylaşıyorlar? Elbette önce sağlık. O da kıymetli.

Anladık. En temiz sizsiniz. En iyi anne sizsiniz. En bilgili, en görgülü, en kabiliyetli sizsiniz. Kabul.

Ama lütfen çocukları rahat bırakın!

Picasso ve Fırçası

Bazen şehir karanlığa gömülür, ışık böcekleri belirir etrafta. Kandil kandil aydınlanır sokaklar. Sonra Picasso çıkıverir elinde fırçayla; bir bahar o haneye, bir bahar da Ayşe teyzeye… Kirlenen gökyüzünü maviye boyar, doğayı da yeşile, deniz desen hepten berraklığa. Birçok gökdelen siler, birçokdan fazla da ağaç diker etrafa. Ayşe teyzenin torunu çoktan kurulmuş salıncakta. Picasso bu, durur mu hiç? En afillisinden havada da uçurtma! Süzülen kuşlar, yuvalarında bekleyen yavrular. Etraf çocuk kaynıyor; ip atlayanlar, top oynayanlar. Bir oğlan bir kızın saçını çekiyor. Bir kız bir oğlana gülüyor. Aşk daha yeni icat ediliyor. Renkli renkli kıyafetler, renkli renkli hayaller. Bir şehir bir nesil Picasso hayal ediyor.

Şiir Tutulması

Cümlelerin sessizliğinde iki satır yazacağım
Aç yüreğini kulak ver çaresizliğime
Ayın serenat yaptığı bu gecede
Yüzünü yansıtan ışık mıydı bu harabeye
Gözlerinin derinliğindeki düşünceleri uzat bana
Uzat da tutayım soluğundan
Sır gibi saklayayım içindeki hissimi…
Uyku akan gözlerle yazmış olmalıyım bunları
Ki muhtemelen, uyanınca inkar edeceğim
Sen başını salla, fakat yüreğin aldırış etmesin
Bir gül daha tomurcuklansın yüzünde
Saf ve derun, içten açılmaya meyillice…
Cümlelerimden bahset çocuklara
Gönlüne söz geçirebilirsen; sevgimden bahset
Bülbülün şakımak için sabırsızlandığı
gülünden bahset…
Satırda kalmasın diyeceklerim
sadrına nakşet

Diyeceğim o ki;
Gözlerine ve gönlüne iyi bak, selametle…

Bilginin Şirazesi

Ağustos böcekleri arasından fısıldıyorum bilmek nedir ve kime yakışır? Geçenlerde bir grup öğrenci benimle iletişim kurdu.

Tanımadığınız kişilerle hitap terbiyesi olmayan bu üniversite öğrencilerinin Yunan Tanrılarıyla kafayı bozduğunu görünce grup ile iletişimi sonlandırdım. Çünkü felsefe bütündür. Mitolojiyi severim, hem öğrencilik yıllarım da biteli asırlar sayılır. Öğrenmeyi sürdürmek başka hadisedir.Ben sizin yaşıtınız değilim. Benimle ‘sen’ diyerek konuşamazsınız.  Kültürel etkinliklerle ilgili sosyal medyadan katılımcı toplamaya uğraşıyorlarmış. Teşekkür ederek nezaketimle grup faaliyetlerine katılamayacağımı söylediğimde yanıtları ne oldu tahmin edin? Terbiyesizce ‘’ verdiğimiz emeklere yazıklar olsun, meşgulmüş sanki diplomat’’  hadsizliğine maruz bırakıldım. Daha çoook emek göstereceksiniz küçük hanım öyle daha on sekiz yaşında instagramdan herkese mesaj gönderip, telefon numaramı alıp ciddiyetsiz  kulüp başkanlığı kibrinde öfkeli yazılar gönderemezsin. Gençler, ailesi dışındaki insanlara nasıl davranması gerektiği bilgisini kendi ailesinden öğrenir. Akrabalar dahi aile dışında değerlendirilir. Üniversite kurumu bir terbiye talim alanı da değildir. Kimsenin çocuğuna terbiyeli olun  üslubunu diretmiyorum şu an belirtmek niyetinde olduğum sorumsuzluk üzerinedir.
Bir diğer karşılaştığım ise takip bırakan genç hanım öğrenci ile ilgili. Bir etkinlikte ayrı bir kültürel hazırlık içerisinde grup ile toplandık. Menfaatçi (ben merkezli) öne atlamak, sunuma yön vermek, fikrini bulunduğu gruba kabul ettirmek davranışı, kültür toyluğunu da narsistçe kusmak, yontulmamış cahillik ve saygı aşamasında samimiyetsizlik okunulan bilim dalındaki lisans eğitimini köreltir.

Kitap ezberleyerek, ezberci dikteliği, başkasında hüküm ilan edilen ilim engele takılır. Bu engelin ne olduğu ise kişinin insanlık vicdanını perdeler. Profesörlük hedeflediysen sümüklü lise yıllarını, lise yıllarındaki sıra arkadaşının fedakarlığını unutmayacaksın. Eski çağlarda mağarada insan görünümünde kullanılan figürler gibi ilkel buluşlar kadar sığ ve yavan bildiriler doludur sempozyum odaklı gelişime kapalı manevra savunmasındaki medyatik hareketler. Dolayısıyla un elenecek, elek yeleğe ve lokmaya pişicek hak edildiyse ne ala.

Beyoğlu Sinema Müzesi’nde sergilenen Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nda Kadın Kahramanlar temalı balmumu heykellerle bezenmiş, yazılı panolar ve maket görseller ile zenginleştirilmiş HİSART projesini inceledim. Önceki hafta tesadüf olacak ki, Sahne Maslak’ta halka açık Tiyatro Pas’ın ücretsiz sahnelediği ‘’Asker Fatma’’ piyesi seyirciyle buluştu. Sarıyer Belediyesi katkılarıyla tek perdelik oyunu Sevtap Çapan canlandırıyor. Tam bir aile kadrosu. Başarılarını yakından gözlemlemek ve tarihi coşkuya daima tanıklık etmeyi diliyorum.

Kahraman Kadınlar sergisinde üzerinde durulan belgeler, Kızılay o günkü adıyla Hilal-i Ahmer hemşirelerimizdir. İlk Türk hemşiremiz  Safiye Hüseyin Elbi, Çanakkale Savaşı başladığında gönüllü hasta bakıcı olarak adını yazdırmıştır. Nice hemşirelerin yetişmesinde önderlik etmiştir. Gödesli Makbule Hanım ise yirmi yaşında muharebede garba çelik kuvvet tek gövdesiyle direniş ruhunu ateşlemiştir. Müze fuaye alanındaki tarihi kameraları ve geçici sergiyi mutlaka ziyaret etmelisiniz.

Rusya Konsolosluğu Fedarasyonu programı kapsamınca Kadıköy Belediyesi katkılarıyla düzenlenen ve basın mensubu çalışanlarının aralarında olduğu tarihi film günleri etkinliğinin açılış gününde bulundum. 80. Yıl Büyük Vatan-Vatanseverlik sloganıyla, Almanya cephesine galip gelen SSCB’nin, II. Dünya Savaşı’nda toplama kamplarındaki kurtarılan insanlar, Sovyet halkının sefaleti, göçmenler, cephede çarpışan Sovyet askerleri, kadınlar ve çocuklardan seçilen fotoğraf sergisi de film gösterimi öncesinde arşivsel kaynak niteliği taşıyordu. Açılış konuşmalarında belirtildiği üzere, katılımcılar arasına Gelibolu Belediye Başkanı da teşrif etmişti. Konsolos başkanı, Mosfilm direktörlüğünde askeri görsel tarih belgelerinin hazırlanmasının titizlikle yürütüldüğünü söyledi. Açılış gününde ‘’Bir Asker Destanı’’ filmi gösterime sunuldu. Konusu II. Dünya Savaşı’nda askerliğe yazılan gencin, annesini görmek isteğiyle iki günlük aldığı izin süresine sığdırmaya çalıştığı köye dönüş yolculuğunda karşılaşılan serüvenler anlatılıyor. Gösterim yılına bakarsak, Seventh Seal filminin yapımıyla da farkı yok. Ortak alan düşündürücülüğü ise ‘eve geri dönüş’ metafor mesajını içeriyor. Dikkat ederseniz zaman ileriye akar. Geride bırakılan eskisi gibi değildir. Tarihten beslenmeyen rejim de evsizliğe benzer.

Analiz edilirse şayet, tarihselliğin yetmediğini gözlem odaklı anayasa bütünlüğünden uzaklaşıldığında öznel ve inanç çevresince de biçimin homojen boyutunda yaralandığını tarih üstü çözümler konuşulması gerektiğini tartışabiliriz. Problem diye belirtilen yönetim şekli ise bunun sosyolojik kritiğini daha eğitimli yani toplumun içinden ayrışmadan toplumdan farklı düşünenlerce eğitim seviyesinin aksine kaliteli eğitim almış bilirkişilerce tartışmaya açılması, tasarı hazırlamaları ve seçmene duyurması kanaatindeyim. Önemli bir konuya değinildi. Haber Global Tv’de seçmen yaş kitlesinin 18-25 yaş arasında olduğu, oy kullanacağı yerlerin de gençliğin beklentilerini karşılayıp karşılamadığına yönelik öne sürülen vaatlerce belirlediklerini, halkın koşturmacasında inşaatların değersizliğini, toplumun yönetiminde topluma uyulmaması gerektiğine dair.

Hala bilim ve din ayrıdır konuşuluyorsa insanlığın gençliğe katkısı olamayacağı gibi hangi dini bilimsel verilerde nasıl bir yaşam biçimiyle olumlu/olumsuz zihin yapısıyla homojenleştireceği de şaibeli duruyor. Bizim ülkemizde inanç hususunda sıkıntımız yok. İnancı sorgulayan, partililik haricinde yorumlayanların nereye gitmek istediği bu tartışmayı çekmelerindeki niyet/ard niyet, güven/güvensizlik hususunda soru işaretlerimiz var.

Bilmek, bilgi, bilge, bilen, bilmiş kavramlarını açalım dilerseniz. Bilge Kağan, Kutadgu Bilig, Descartes benzeri lider ruhlu düşünürler (hür ifade) ilahi sistemin mayasından kopmadıkları nedeniyle günümüzde sözlerinin halen düşündürücülüğü (caydırmayan) kılınması fayda getiriyor. Nefes almamız dahi mucizedir.

Görmediğim şeye inanmam diyenler olacak muhakkak. Ama sezgi, mystic, öte alem, mesaj, bilinçaltı korku temasından özgürleşmek, duru görü, vesileler varlığın öz/subje bilinçten bağımsız ruhani verilerin kişiyi ve yaşadığı ülkedeki diğer insanları nasıl da etkilediğini somutlaştıracaktır. Bu durumda kanıtlanacak olan nesnellik duygunun esiri olmayarak temel aşacak sağır dilsiz kalmadan inanılan şuurun arkasında durarak (arkasına kaçmayarak) bir dava temsiliyetinden vazgeçmeyerek ilerleyiş mertebesi kazandıracaktır.

Örneğin, Google’da bir pdf kitap indiriceksiniz. Düşündüğünüz bir proje konusunda tıkanıklık var. Bir arkadaşınız size makale gönderiyor sizin takıldığınızı/ilgilendiğinizi bilmeden gayri ihtiyari biçimde. Makale içeriğine bakıyorsunuz projenizde takıldığınız konuya yönelik tamamlayıcı bir kaynakça belirtilmiş. İndirmeye uğraştığınız o pdf ise zaman kaybı gereksiz bir yayım. Örneklendirdiğim hadise mucizenin görünürlüğünü size kanıksamadan, ön yargısız şekliyle  tümcenizi vuslata dönüştürüyor.

Ne kadar bildiri/tebliğ o kadar tanınmışlık/ün/şöhret/ödül/tören hesabı, kıyasıya rekabet, ezeli düşman mantıksızlığı tarzı döngülerle, kişi bir bildiri hazırlar. Ancak, hazırlanan  bildiri, bildiriyi hazırlayan kişiyi geçmediği/aşmadığı için başkalarının alkış ve katılım belgeleriyle karanlığa gömülür. Sonraki basılan kitabı da okunur ve rafa kaldırılır. İmza günü düzenlenir, fotoğrafa imzalandığı kapak resmi hapsedilir, tarih üstü katkısı olmaz sadece herkesin haberdar olduğu bilinmezlik yeni çıkanlar kervanında yitirilir. Yani bilmek hikmeti görmek üzere kuruludur. Alanı dışında okumalarla zenginleşen elektik merak, insanın özünde ilim alma isteğine hitap ettiğinden (kopya çekmek, taklit, başarı narsizmi, kültür açlığı güdülmüyorsa) davranış biçimine evrilir, o bilgiyi sahiplendiğinin farkında olmayan kişi dinleyicilere bilinmeyeni anlatırken dikkat toparlayıcılığıyla ışık tutar. Dinleyiciler seçkinler ise sırrı öğreneceklerdir.

Sonuç olarak ışığınızın, kısacası kimlik havzanızın dış etkenlerle değişmesine izin vermeyin. Atasözü ”Biliyorsan konuş alim desinler/bilmiyorsan sus adam sansınlar”. Ben bilirim değil, hiçbir şey bilmiyorum dediğimizde hakkında daha çok öğreneceğimiz bilgiyi araştırmacı/researcher unvanını hak edeceğiz. Aynı bilgiyi tekrar söylesek de o bilgi zamanda iz bırakır. Eğer böyleyse adın ve soyadın nesillerce yaşatılır.

‘’Beni koyup gitme ne olursun
Durduğun yerde dur
Kendini martılarla bir tutma
Senin kanatların yok

Düşersin, yorulursun
Beni koyup gitme ne olursun
Düşersin, yorulursun
Beni koyup gitme ne olursun

Bir deniz kıyısında otur
Gemiler sensiz gitsin, bırak
Herkes gibi yaşasana sen
İşine gücüne baksana

Evlenirsin, çocuğun olur
Beni koyup gitme ne olursun
Sonum kötüye varacak
Beni koyup gitme ne olursun

Elimi tutuyorlar, ayağımı
Yetişemiyorum ardından
Hevesim olsa param olmuyor
Param olsa hevesim

Yaptıklarını affettim
Beni koyup gitme ne olursun
Seninle gelmeyeceğim yine de
Beni koyup gitme ne olursun’’

Giden Hiç Döner Mi

Gece ayın ışığıyla uyandırır rüyalarımdan

ne zifiri karanlıklar gelip geçti bu kafesten

 kaç kuş kanat çırptı özgürlüğe

 istemez miydim kanatlanıp uçmak

 bu altın kafeste ruhum bir ömür mahpus yatacak

 biliyorum, biliyorum gidenin dönmediği sonsuzluğa

giden kuşun ardından hayallerimi çaldığını

altından kafesler terk edilir

özgürlüğüne kanat çırpar her yürek

 yalnızlığımı gördüm son defa

Bu son olmayacak biliyorum

Issız bir soğukluk ürperiyor içime

Giden hiç döner mi?

Umut var mıdır?

Giden ölü bir beden, parmaklar ardında bir ruh kalır savaş meydanlarında.

Sanat Dünyasında Léon Bakst İmzası

Asıl adı Lev Samoyloviç Rosenberg olan Rus ressam 1866 yılında Belarus’da doğmuştur. Léon Bakst, özellikle yapmış olduğu sahne ve kostüm tasarımları ile 19. yüzyıl sahne gerçekçiliğine isyan ederek tiyatro tasarımında bir devrimi ateşlemiştir. Léon Bakst, Ballets Russes adlı bir bale topluluğuna yapmış olduğu kostümler ile de şöhreti yakalamıştır.

Léon Bakst tasarladığı kostümler için şunları söylemiştir:

“İşin bir bölümüne körü körüne tabi tutulan bir ressamın tasarladığı manzaraya, yapımda sahte ve yabancı bir hava yakalayan herhangi bir eski terzi tarafından yapılan kostümlere vedadır; oyunculuklara, hareketlere, yanlış notalara vedadır.”

Léon Bakst konu veya ortam ne olursa olsun, pembe saten ayakkabılar ve tütü etek giymiş balerinlerle 1877’de klasik balelerin resmi mim ve virtüöz danslarını reddetmiştir. Ressam yenilikçi tasarımları ile balede rengi, şiddeti ve duygusallığı vurgulamıştır.

Şimdi Léon Bakst‘ın bale topluluğu için tasarlamış olduğu kostümlere göz atalım.

 La Péri (Ölümsüzlük Çiçeği) balesinde tasarlanan kostümler
Mikhail Fokine’nin balesi ‘Narcisse’ için tasarlanan kostümler
“Uyuyan Prenses” balesi için tasarlanan kostümler
‘Daphnis and Chloé’ balesindeki haydutlar için tasarlanan kostümler

Léon Bakst’ın eserlerinde Art Nouveau akımının etkilerini rahatça görebiliriz. Peki Art Nouveau akımı nedir? Art Nouveau, 19.yy’da ortaya çıkan sanat akımlarından biridir. Art Nouveau’nun en belirgin özellikleri arasında; stilize edilmiş, yassı, kıvrımlı, asimetrik ve kavisli şekiller, ritmik motifler, hayvan ve bitkiler, kadın figürü, uçuşan saç ve tüyler, çiçekler, asma filizleri sayılabilir. Bu akım ile birçok mimari eser ve resim yapılmıştır. Aşağıdaki mimari eserde bu akımın etkisini görmekteyiz.

Barselona’da bulunan bir bina

Léon Bakst’ın eserlerine tekrar baktığımızda renkliliğin, stilize edilmiş, yassı, kıvrımlı, asimetrik ve kavisli şekillerin ve ritmik motiflerin ön planda olduğunu görmekteyiz.

Léon Bakst, 1924’te Fransa’da vefat etmiştir. Ancak etkisi bale dünyasının ötesinde bile geniş kapsamlı olmuştur. Sıra dışı tasarımları hem modaya hem de iç tasarıma sıçramış, daha gevşek giyim stilleri getirmiş ve sıkıcı renkleri süpürmüştür.

Aşağıdaki videoda Ballet Russes topluluğunun bir performansı vardır. Bu performanstaki kıyafetlere baktığımızda Léon Bakst’ın gerçekten de baleye yeni bir soluk getirdiğini görebiliriz.

Bu yazıdan sonra ressam Marc Chagall’a da bakabilirsiniz. Marc Chagall, Léon Bakst’ın yanında eğitim almıştır ve ondan etkilenen önemli bir ressamdır.

İadesiz Mektup 2

Merhaba bilinmezim…

Yalnızlığıma vuran hırçın dalgalarla sürüklendim derin karanlıklara ve senin umut yüklü limanına yeniden geliverdim. Ne yapabilir ki insan, içinde taşıdığı yolculara “haydi çık” diyemiyor öyle. Yanlış anlama bu tarifimi. Sen bir yolcu değilsin, sen gönül seferimin daimi şoförüsün. Kontrol sende gidiyoruz seninle her yere. Bitmek bilmeyen duraklar var, aramıza yabancı yolcular giriyor ama ben ne olursa olsun senin kalbinin aynasında görmek istiyorum kendimi. Bak ne hızlı bir giriş yaptım :), uslanmaz biriyim işte biraz aceleci sanki. Her şeye hep geç kalmıyor muyuz zaten niye acele etmeyeyim ki, zaman izin alıyor mu geçip giderken. Zamanın gözlerinin içine bakıp “başını alıp gitmek sevdaya dahil değil” diyemiyor tabii insan.

Ah içimde bir derin sızı ah ki yüreğimin kırık çekmecesinde garip kalan umudum… Yaşadığım her an iyi olmanı umuyorum, bütün umduklarımın içinde parlıyor bu dileğim. Elbette daha da önemli olan iyi kalabilmen, nefes aldığımız sürece yara almamak mümkün değil ama mühim olan ruhun, kalbin yara almasın olur da yara almışsa sancılanmasın çok çabuk iyileşsin.

Hasret

Cümlelere sığdıramadığım çok fazla şikayetim var; tabii öyle kendi kendime, sanki başka türlüsü mümkünmüş gibi, sağırlar yurdunda sessizliğin çığlıkları duyulacakmış gibi… Oyun bozanlar o kadar vicdansızlar ki bozuyorlar güzelliğe dair ne varsa; adeta katlanamıyorlar bir gülün bülbüle bakışına bile. Koparıyorlar gülü, bülbül içli içli ağlıyor sonra gökyüzü ağlıyor ama yine anlamıyor oyun bozanlar. Oyun bozanların oyununu da bozacak bir güç çıkacak elbet diyoruz. Sen içini karartma bizim bunlarla işimiz yok; hem güçleri yetmez ki, suya yazmayı başarsalar da güneşe dokunamazlar! Doğan her güneş biraz daha masumiyetimizi yayacak dünyanın dört bir tarafına.

Bilirsin delilik bende bir yaşam felsefesi, yaşamın içinde hep kol kola gezeriz. Ne yapayım ciddiye alamıyorum bu hayatın hiçbir kaygısını, tek bir şey dışında. O da burayı terk ederken elimde olacak biletim. Bir onu sıkı sıkı tutmaya çalışıyorum biliyorum gittiğim yer buradan hiçbir şeyi kabul etmeyecek. Burada içimde taşıdıklarım oraya giderken bavulumu dolduracak. O yüzden şimdi her önüne geleni sen de içine alma sonra kovamazsın, bazen kovsan da gitmez. Dikkatli ol ne olur… Kalp Allah’ın evi, geçici kiracılara yüz verme yoksa istekleri bitmez, ev sahibi de buna razı olmaz sonunda yine sen hüsrana uğrarsın. Sözlerim öğüt değil seni kendim kadar düşünüyorum, belki bazen kendimden çok kendimi unuturcasına…

Uzaklar yakınlar hep iç içe hayatta, bazen uzağın yakın oluyor bazen en yakının en uzak. Hayat biraz da tahterevalli gibi anlayacağın, bir tarafta umutlar, mutluluklar; diğer tarafta imtihanlar, dertler, hüzünler. İki ucun arasında insanlık, üstelik bu tahterevalliye binmemek gibi bir lüksün de yok. Endişelenme sen, biz seninle sevinçlerimizi gönlümüze yükleyeceğiz ve umudumuz eninde sonunda ağır basacak.

Küçük bir çocuk var içimde seninle oyunlar oynamak isteyen, sonra seninle uzayıp giden masum bir gelecek… Sahi gelecek mi? Gelmese de ne yapayım belkilere yüklediğim umutlarımın anahtarı sende. Bu kadar gözü kara olmak zorunda mıyım? Senin gibi her durumda mantığını dinleyen olsaydım azıcık. Ama bu hayatta çok fazla mantığı kaldırmıyor, mantıklı da yaşasan ille yapacağını yapıyor vereceği dersi yıldızlı pekiyi ile veriyor. Akıllandık neyse ki demeyi çok isterdim, maalesef daha çok düşeriz, kalkarız, kırılırız yine unuturuz. Unutmak da külliyen yalan, sana odanın ışığı karanlıkmış gibi hissettiren hiç kimseyi hiçbir şeyi unutmuyorsun, unutmayacaksın; belki o karanlık ne yaparsan yap içinde bir yerde kalacak ve aydınlanmayacak.

Ama ben tüm kadrajları gülüşüne, tüm umutları gelişine ayarlamışım beni yıldıramaz karanlıklar ve karanlık sayfalar; çünkü kalemim güneş misali. İlhamım sen, mürekkebim sen… Yazıyorum ve yazmaya devam edeceğim, iadesiz mektupların en azından biri gideceği adresi bulur, bulmak zorunda. Bugünlük bu kadar, yorgunluğuma ver yoksa başka türlüsü mümkün değil. Yorgun da olsa dalgalara direnen her gemi gideceği limanı mutlaka bulur…

Bilinmezim, Allah’a emanetsin.

Eylül Geldi Ya 🍂

  • Eylül geldi ya
  • Gözlerim buğulu
  • içimde bir uğultu
  • Ne zaman dalarak bakmışsam ufka
  • Bilin’ ki Eylül gelmiş ,
  • Gözlerimde anılarım,
  • Aklımsa Eylül’ün derinliklerinde..
  • Eylül geldi ya
  • İlk şiirime ilham kaynağı,
  • Yani şair kalbinden başka bir kalp değildir;
  • Sen her halinle bana şiirsin.
  • Sen şiir ol Eylül
  • Ben de  şair olurum.
  • Ve seni yazarım.
  • Bir Eylül sabahı gözlerimi
  • Göğe kaldırdım..
  • Saçlarım sonbahar yeli, püfür püfür…
  • Ruhumu Eylülle bıraktım.

Tramvay Durağı 10. Bölüm

Bugünlerde hava son nefes gibi ılık kokuyor. Ne sıcak cehennem gibi ne de serin cennet gibi; o, kan gibi ılık. Kan, damarlarda dolaşan canlılık iksiri. Çıkıp giden son nefes, cansızlığın simgesi.

Tramvay Durağı! Bugün korkutuyorsun beni. Tramvayın yaklaştığını hissediyorum. Bunca zamandır yılmaksızın beklemişken ben, şimdi gelsen, tüm cesaretimi bir anda kaybedip sana bir kez bile bakmadan dönüp gidecekmişim gibi cesaretsizim.

Hani mutsuzken ya da umarsızca mutluluğu özlerken ölüme yazar ya şiirlerini şairler, her mısramda ölümü özlerken ben de bir zamanlar… Şimdi, gördüğüm yaşayan mezar-lık-lar içimi ürpertiyor. Hala kalbi atıyor olsa da ölümün izleri gözlerinde belirmiş olan suretler… Kimin bakışında yok ki bu izler? Her yerde her birimizde, hatta duvarda asılı aynamdan yansıyan silüette!

Tramvay! Hazır değilim şiirlerimin mısraları arasında sonsuzluğa savrulmaya. Gelme. Damarlarımdan şu ılık kanı, ağzımdan ve burnumdan süzülen şu sondan bir önceki nefesi bir de sevdiklerimi… Bırak. Gelme. Her ânımda seni beklediğimden dolayı henüz yaşamaya bile cesaret edememişken, nasıl gel diyebilirim sana?

Tramvay durağı! Ne oluyor sana böyle? Bir yanında ilkbahar gibi neşe diğer yanında kış gibi kasvet! Yaz nerede? Ya sonbahar..?

Beşinci mevsimi; sanki tramvay hiç gelmeyecekmiş gibi yaşamak değil arzum, bilâkis, gözlerimdeki izlerde görüyorum; hâlâ bugün ölecekmişim gibi donuyor damarlarımda kan ve susuyor dudaklarımda şarkıların fısıltısı. Ve hâlâ bugün ölecekmişim gibi sarılmak istiyor kollarım sevdiklerime.

Git ve konuş susmuşlarla beraber,

Sus ve dinle gelip konuşanları

Bil ve anla buluşanları

Tam yüreğinde hisset

Ölümün ayırdıklarını

Dirilenlerin vuslatını…

Nesnenin Trajik Ve Psikoz Bir Anı

Issız, serin bir bahar gecesiydi. Yıldızlar gökte dağılmış vaziyette; kimi ışıltılı, kimi mat, kimininse ışığı azalıp çoğalmaktaydı. Böylesine belirsiz bir gecede, ay ışığı pencereyi görünür hale getiriyordu. Odada, masanın üzerinde, kağıt ve kalem usul usul duruyorlardı. Duvarlar somurtkan, karamsar ve üzerinde asılı duran tablolar kıpırtısızdı. Odanın ışık görmeyen köşelerinde nesneler birbirine karışmış bir şekilde kapkara görünüyordu. Masa lambasının ışığı kağıdın üzerindeki kalemi karakalem çalışmasına benzer bir şekilde gölgelendirmişti. Masanın en uzak tarafındaki pencere açık bırakılmış odayı saçıp savuracak rüzgar için veli nimetti. Amansız rüzgar, her zamanki gibi odaya destursuz girecek, odada güçsüz gözüken ne varsa sağa sola savuracaktı. Yerden tavana uzanan sarmaşık desenli perde, rüzgarın etkisiyle odanın her köşesine dokunuyordu. Rüzgar narin ve hafif hafif esiyordu ki hırçınlaştı, bir anda etkisini artırdı. Odadaki nesneler neye uğradıklarını şaşırmıştı. Kağıdın üzerinde duran kalem gölgesiyle birlikte masanın bir köşesine yuvarlandı. Kağıtta şaha kalkar gibi oldu fakat kalem onu tutuyor, kağıdın üzerinde bir köşesiyle ağırlık oluşturuyor, masadan uçmasını engelliyordu. Kağıdın uçup ateşte kül olması bir anlıktı. O an için savrulup ateşte yanmak kaçınılmazdı. Odanın tavanında ateşin ışıkları raks ediyor, kuzinede odunlar ‘Çatır çutur’ sesleriyle yanıyordu. Kağıt ateşin kıyısındaydı fakat kalem, ağırlığıyla onu acı acı yanmaktan kurtarıyordu. Rüzgar durulmuş, perde hafif hafif sallanıyor, rüzgarın şiddetlendiği an tedirginlik yaratıyordu. Bir tarafta ısıtmayı sağlayan ateş, diğer taraftan serinleten rüzgar, kağıdın kül olmasına yol açacak en büyük etkenlerdendi. Kağıt mahcup, kaleme minnet borçluydu. Ne zaman pencere kapanacak, kuzinedeki ateş sönecek, o zaman rahat bir şekilde masanın üzerinde duruyor olacaktı. Yok olmayı ve acı çekmeyi bu kadar yakından hissetmek her ruhun kaldırabileceği bir yük değildir. Psikolojik olarak baskı oluşturan bu durum, terlettiriyor, terlendikçe nemli bir hal alıyor ve kağıt beyazlığını köşelerinden yitirmeye başlıyordu. İki yaralayıcı etken zamanı durduruyor, zaman geçmek bilmiyor, varlığının en kötü anlarını yaşatıyordu. Üzerindeki kalemin ağırlığı umut veriyor, kalemi teşekkürlerine boğuyor, şükranlarını sunuyordu. Günün aymasına az kalmıştı. Rüzgar sustu, dindi. Gökyüzü yavaş yavaş aydınlandı; yıldızlar belirginliğini yitirdi. Kuzinenin tavanına değen alevler yerini dingin korlara bırakmıştı. Odanın penceresi hala açıktı. Tertemiz bir havayı içeriye alıyor, odayı kasvetinden arındıyor, güzelleştiriyordu. Bu korkunç, ölümcül anlar son bulmuş; şimdilik feraha kavuşulmuştu.

Eylül

Aylardan sen, çat kapı geldin habersizce. Biraz mutluluk getir biraz huzur… En çok da umut olsun ve bir o kadar da kucak dolusu sevgi. Gördükçe hevesim sevdikçe sevesim gelsin. 4 yapraklı yeşil kahverengi turuncu yapraklarında kendimi kaybetmek… Uçsuz bucaksız gökyüzünde göç etmeye hazır kuşlar, leylekler, kırlangıçlar gibi kendimi süzmek istiyorum iyi gel, güzel gel Eylül…

Kiminin hayali, kiminin gerçeği… Kiminin yaşanmışlığı kiminin yaşayamadığı. Hayat bu, ne önemsenmeye gelir ne de önemsenmemeye… Gerçek şu ki insanlar yorgun, kırgın ve umutsuz söylesene ya ‘Eylül’ neden bu onca keder…

Bir eylüldü başlayan içimde
Ağaçlar dökmüştü yapraklarını
Günler kısalıyordu yavaş yavaş
Çimler sararmıştı rüzgarlar deli gibi esiyordu
Yazın bittiği her yerde söylenirse
Yaşamak ümitli bir iştir
kimisi için;
-eylül çürümektir, kendi içinde.
‘Eylül’ iyi gel, hoş gel ruhumuz tazelensin seninle

Bir Eylül’dü başlayan içimde hiç bitmeyecek bir eylül…

İnsan

Sınırlarını, haklarını ve derinliğini bilmeli insan. Her gece kafasını yastığa koyduğunda kendine sadece benliğinin hesabını veriyor gibi değil, insanlığa hesap verebilmeli. Vicdan yastığını olabildiğince hafifletmeli. Zamanın yıllardır süregelen bu karmaşasında deniz kenarında, ılık bir rüzgarda, sessiz bir kuytuda ruhunu dinlendirebilmeli. 

Bazen dünyanın derdini yük edinip, bazen küçük bir çocuğun gözyaşının yere düşmemesi için kendini ortaya koyabilmeli, yeri geldiğinde ağlayanla ağlayıp, yeri geldiğinde de hiç ağlamamış gibi ağız dolusu kahkahalar atabilmeli insan.

Bazen hiç kayba uğramamış kadar cesur olabilirken bazen de tek varlığıymış gibi birisine tüm varlığıyla tutunabilmeli, kimi zaman ise bir yaz melteminde tüm dünyaya meydan okuyabilmeli insan.

En çok da nereye gittiği hiç bilinmeyen hayatının tam ortasında kendi benliğine sahip çıkabilmeli.

İlk

İlk şiirimdi bu benim
Çocukken geçirdiğim ilk mutlu akşam yemeği
O yüzden yazmak istedim
Gülümsedim
Korkmadığım için mutlu, mutlu olduğum için şaşkın
İlk kalp çarpıntımdı bu benim
Benimle konuşan biri vardı
Bu biri beni benden aldı
Oysa çok çağırmıştım kendimi geri
Gel diyorum gelmiyor
Anlayamadım
Ne vardı gidecek?
Hem beni bırakıp nereye gidiyordu
E ben ne yapacaktım?
Ağladım
İlk ağlamamdı bu benim
Öncesinde hep susardım
Akan yaşlar konuştu dilim yerine
Yağmurun sesi gibiydi
Bir tınısı vardı bu ağlamanın
Bekledim
Bir koku vardı, onu dinledim
Bir şeyler anlatıyordu çok duymadım
Duysam dayanamayacaktım
İlk dayanmamdı bu benim
Sırtımı yasladım kumdan bir kaleye
Yavaş yavaş düştüm
Kumdan diye küçük görmeyin heybeti vardı kalemin
Olmadı, bir de sonu vardı
Yıkıldı
Sevindim
İkinci sevinişimdi bu benim
Gidip kaleme kum atacaktım 

Tezat

Bir şeyler yapmak, bir şeyler söylemek istersin. Fakat bu mümkün müdür? İçindeki donmuş denize bak. Sonu belli olmayan. Başı ise hiç olmamış. Orada öylece duruyor. Bazen ısınır gibi oluyor. Fakat mücadelenin ne için olduğunu bilmezsen, hayat sana güneşi de göstermiyor.

Bunu hiçbir zaman bilemezsin. O yüzden ne yaparsan yap, kendin için olsun. İçinde bir parça sen barındırsın. Başka türlü düşünmek zor. Yaşamak daha da… Sahipsizlik kötüdür; sahip olmak daha kötü…. Anlaşılmak kötüdür; anlamak daha kötü… Ne varsa zıttı bulmakta var. Sonrası girdap. Sonrası donmuş denizlerin üzerinde yürümeyi öğrenmek ve başlangıç. Bazen de son.

Bilinenin yanında onlarca çeşidi var

  Sanılanın aksine narenciye sadece portakal, mandalina ve limondan ibaret değil. C vitamini deposu olan turunçgillerin çeşitliliği şaşırtıyor. Kış aylarının vazgeçilmezi olan bu meyvelerin yüzde 70’i Çukurova’da üretiliyor. Narenciye onlarca tür ve çeşidi içerisinde barındırıyor.  Şadok diğer adıyla pomelo, kamkat, greyfurt çeşitlerinden olan star ruby, flame ve henderson bunlardan bazıları. 

Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölüm Başkanı Prof. Dr. Turgut Yeşiloğlu vatandaşların portakal, mandalina, limon gibi narenciye türlerine aşina olduklarını, oysa turunçgillerin içerisinde birçok cins ve türünün olduğuna dikkat çekti. Prof. Dr. Turgut Yeşiloğlu, ‘’Cins dediğimiz zaman turunçgiller içerisinde 6 tane cins var. Fakat ticari anlamda tür dediğimiz zaman dünyada alınıp satılan ticari değeri olan türler olarak dikkate aldığımızda portakal var mandalina var limon var altıntop diye ismi greyfurt ama biz altıntop diyoruz turunç var, şadok var, lime var.’’ dedi. 

Şadok meyvesi greyfurta benzerliğinden dolayı marketlerde dikkatleri çekiyor. Fakat lime meyvesi iklim koşullarından dolayı yetiştirilemiyor. Bu yüzden halk bu meyveyi tanımıyor. Lime meyvesinin en önemli özelliği ise dünya ticareti açısından pazar değerine sahip olması. Ticari değere sahip olan diğer türlerin içerisindeyse portakal, mandalina, limon, altıntop ve şadok yer alıyor. Ancak bu türlerin her birinin altında binlerce çeşit bulunuyor. Tür sayısının cins çeşidinden fazla olduğunu belirten Turgut Yeşiloğlu, ‘’Yani portakal dediğimizde portakalın kendi içinde göbekli portakal var, kan portakal var, tatlı portakal var, normal portakal var. Göbekli portakal dediğimizde neredeyse yüze yakın ayrıca çeşit var. Bu hepsinde böyle. Hatta bütün dünya açısından düşündüğümüzde binlerce turunçgil çeşidi var. Bizde de öyle. Koleksiyonlarımız var. Koleksiyonlar içerisinde çok sayıda binin üzerinde cins, tür, çeşit, turunçgillerin yakın akrabaları var.’’ dedi. 

‘’Lime ve Şadok Meyvesi Soğuklara Duyarlı!’’

  Lime ve şadok meyvelerinin düşük sıcaklıklara duyarlı olduğunu belirten Turgut Yeşiloğlu, Türkiye’deki iklim kuşaklarına bakıldığında bu ürünlerin yetiştirilmesi için birkaç yer dışında ılıman yerlerin olmadığını ve bu yerlerde de muz yetiştirildiğini söyledi. Yeşiloğlu sözlerini şöyle sürdürdü: ‘’Yani muz yetişen yerde lime yetiştirebilirsiniz ama ekonomik olmaz. O nedenle soğuklara duyarlı olduğu için lime yetiştirilmiyor. Adana’da birkaç bahçede var. Az olduğu için de marketlerde görüyorsunuz fiyat yüksek. Normal turunçgil 3 liraysa bakıyorsun yirmi üç-otuz lira. Çok cazip geliyor görüntü olarak fakat çok az üretiliyor. Çünkü soğuklara duyarlı, o da sembolik. Aslında lime meyvesinin çok büyük bir pazarı var. İstanbul, İzmir, Ankara istiyor ama öyle toplu bir üretim şansımız yok. Çünkü iklim biraz sıkıntılı ama zaman içerisinde bu küresel iklim değişikliği oluyor. İklim biraz daha yumuşarsa yetişme şansı artabilecek. Lime limon yerine kullanılıyor dedim ama aslında içkilerde kullanılıyor. Lime içkilerle beraber tüketiliyor. Dünyada böyle limon olarak da kullanılıyor.’’ 

 ‘’Egzotik Bir Meyve Gibi Sunuluyor!’’

Bazı narenciye türleri soğuğa dayanıklı olsa da ülkemizde sınırlı şekilde yetişiyor. Şadok bu grupta yer alıyor. Greyfurt, diğer adıyla altıntop ılıman iklim kuşağına daha uyumlu olduğu için üretim alanı geniş bir yer kaplıyor. Bu yüzden şadok pek bilinmiyor. Fakat bilinmemesinin tek nedeni üretim alanı değil. Şadok meyvesinin üretilmesine rağmen tüketicinin bunu beğenmediğini söyleyen Prof. Dr. Yeşiloğlu bu süreçte ambalajın önemli bir yer kapladığını belirtti. Yeşiloğlu, ‘Ambalaj çok önemli. Bakıyorsunuz marketlerde Çin’den gelen tek meyve fileye konmuş egzotik bir meyve gibi sunulduğunda iyi fiyatla tüketici alıyor bunu. Halbuki şadok bizde var. Daha irileri daha büyükleri daha iyileri var. Yanılma ve aldatmaca gibi bir şey bu. Şadok var Türkiye’de ama müşteri yok.’’ diyerek düşüncelerini açıkladı.