Alman Edebiyatının ünlü yazarlarından Goethe’nin 1774 yılında kaleme aldığı, ve kendisini edebiyat dünyasında tanınır hale getiren ‘Genç Werther’in Acıları’, okuması hayli keyifli bir eser. Werther’in içine düştüğü karşılıksız aşkın sancılarını hissederken, unutmaya yüz tutan sevgiye dair inançlarımızı da sorguluyoruz. İnsana dair türlü soruları içinde barındıran, benim okurken ve hatta okuduktan sonra da üzerinde düşündüğüm bu romandan alıntıları sizlerle paylaşacağım. Sizlerde fikirlerinizi bizimle paylaşırsanız çok sevinirim. İyi okumalar sevgili arkadaşlar.
Durmak bilmeyen bir seyyah bile sonunda kendi topraklarını özler. Döndüğünde yuvasında, eşinin kollarında, çocuklarının ilgisinin odağı olmuş halde bulur mutluluğu. Ve görür ki, dünyayı gezerken aradığı mutluluk buradaymış.
Bana tek bir kişi gösterin ki, huysuzluğunu kendisine saklayıp, çevresindekilerin huzurunu kaçırmasın.
Çevremizdeki kişilerin neşesini paylaşıp, onlara neşe katmayacaksak, onlardan uzak durmalıyız. Onların ruhları zalim bir tutkunun eline düşünce, ya da kalpleri kederle dolunca onları ufacık da olsa rahatlatabiliyor muyuz?
Mutluluk bir kadırmaca mı dersin?
Yapacak bir şeyimiz olmadığında aklımıza nasıl boş fikirler gelir, bilirsin.
İnsanlar bu dünyada birbirlerini ne kadar nadir anlıyorlar.
Dünyada sevgi kadar vazgeçilmez bir şey daha yok.
İnsanoğlu böyle geçicidir. Kendi varlığına en çok inandığı, sevdiklerinin anılarında ve kalplerinde derin izler bıraktığını sandığı yerlerde bile, hızla silinip giderler.
Kimse bize içimizde olmayan bir sevgiyi, neşeyi, coşkuyu ya da sevinci veremiyor.
Dünyadaki hiç bir yetkinin değiştiremeyeceği mutsuzluğunun kaynağının dağılmış kalbin ve karışmış zihnin olduğunun farkında değilsin.
1938 yılında İran’ın başkenti Tahran’da dünyaya geldi. Fars halk müziğinde çok etkin bir birikime sahip sanatçı, Orta Doğu müziğinin özgün notalarını, duygulu olduğu kadar etkileyici, saf ve hüzünlü biçimde sergilemesiyle yansıtmasıyla tanınıyor. Kısacası dünyada adı Kemanı ağlatan adam olarak geçiyor. Farid Farjad vatanını terketmek zorunda kaldı, çünkü 1979’da Humeyni’nin yaptığı İslam Devrimi İran’ı müziksiz bıraktı.
Farjad, kendisi gibi müzisyen olan Mitra Tavakkoli ile evli 10 yıldır. Geçmişte birçok İran filmine de müzik yapmış olan Mitra , Farid Farjad’ın son albümünün aranjörlüğünü de üstlenmiştir. Farjad’ın eski eşinden ise 3 çocuğu var; 2 erkek 1 kız.
Farjad 32 yıldır, Humeyni’nin yapmış olduğu devrim yüzünden Los Angeles’ta yaşamaktadır.
Farid Farjad, 32 yıldır ABD’de olmasına rağmen içindeki İran’ı koruduğunu şu cümleler ile anlatmaktadır.
“32 yıl önce nasıl bir İranlı ise hala öyleyim. İçinde yaşadığım toplumda asimile olmadım hiç. Çok fazla İranlı var orada hatta bize özgü kanallarımız bile var. O nedenle bugün bile hala düzgün bir İngilizce konuşamıyorum. Kendi kültürümle kalmayı başardığım için orada hayatımı sürdürmekte bir sıkıntı yaşamadım. İran’ı oraya taşıdım diyebiliriz. “Ailem, ilişkilerim her şeyim var orada”
Farjad’ın müziği, yüreğini sızlatan, derinlerde, oralarda bir yerde olanı deşeleyen, kabuğundan çıkartandır. Bazen okyanus köpüğünde yüzercesine serinleten, huzur veren, kimi zaman alaca karanlıklara sürükleyen, alıp götüren bir hissiyattır. Hüznü nakış nakış işleyen kemanı adeta “gel beraber ağlayalım” diyor… Ya da kimi zaman üst üste sigara yaktırabiliyor. Şu anda dünya üzerindeki en iyi keman virtüözlerinden biri olan Farjad’ın, yalnızca piyano ve keman kullanarak oluşturduğu Anroozha (O Günler) isminde beş albümden oluşan bir albüm serisi bulunmaktadır. Ayrıca Golha Orkestrası adlı kolektif iki albüm de sanatçının eserleri arasındadır. Bu albümlerde Farjad, kendi deyimiyle doğadaki hüznü notalara dökmüştür.
Farjad, yani adıyla değil de müziğiyle var olmayı seçen birisi. Ülkesine duyduğu özlemi söz kullanmadan sadece notalara dökerek ustalıkla anlatabilen Farid Farjad, büyük bir sanatçı olabilmek için büyük çilelere katlanmak gerektiğinin canlı bir kanıtı.
Ay Işığı Senfonisi bu gece
hasretin adı. Tarihin en hüzünlü ve hüzün yüklü güneşinin ışıttığı mehtabın
ışığından zihnime ve gönlüme düşen birkaç notanın kıvılcım olup da tutuşturduğu
bir bestenin, kulaklarımdan ruhuma inerken sergilediği dansın yansımasının
kâğıda dökülme zamanı bu gece. Ağustos böcekleri bile sazlarını bir kenara
bırakıp hasretin adeta bizim için ve bize özel dile getirdiği bu besteye kulak
kesildi. Karıncalar işi gücü bıraktı; arılar bile kovanlarından çıkıp, kraliçe
arıyı görmezden gelip, birer kuş misali dallara konup dinlemeye koyuldular.
Piyanonun hafif girişiyle
çiçekler taç yapraklarına sarılıp bu hasretin ince sızından gözyaşlarını
gizlemeye çalışsa da çellonun hırçın girişiyle kendini kaybeden rüzgâr
çiçeklerin kulaklarını ve gözlerini açmalarına neden oluyor bu senfonide.
Piyanonun tuşları sırasını sabırsızlıkla beklerken birbirleri ardına koşmaya ve
melodilerini yayma başlamasıyla birlikte dalgalar da sahile doğru yarışırcasına
hızla yüklenmeye başlıyor. Kontrbas ise sevgilisi çellonun bu hırçınlığının
rüzgârı alevlendirmesinden çekindiği için o samimi ve nazlı sesiyle çelloya
eşlik ediyor ve çello sevgilisine kavuşmanın verdiği huzur ile sakinleşiyor.
Aynı telden çalmaya devam ediyorlar. Nihayet onların da hasreti son buldu bu
gece ama biz…
Bu iki aşığın aşk ile
ezgiler söylemelerine dayanamayan bir diğer iki âşık da sahilde karşılıklı
koşup birbirlerine sarılan âşıklar gibi, sesleriyle birbirlerine sarılıyorlar.
Flüt ve klarnet aynı notaları dile getirirken, kısık ses ile gizli gizli
konuşmaktan vazgeçiyorlar çünkü gittikçe dayanamaz hale geliyorlar ve aşklarını
beraber haykırmak için seslerini yükseltmek istiyorlar. Bu sefer piyano da
sakin kalamıyor, melodisi yaşla doluyor ve âşıkların birer birer kavuşmasına
imrenerek kemanı çağırıyor feryatlarla. Piyano ve keman, sen ve ben…
Ben ilk piyanoyu öğrendim,
sen ise ilk kemanı… Ve bize benzedikleri için kavuşamıyorlar bu Ay Işığı
Senfonisi’nde piyano ve keman bir türlü. Biri susunca öteki başlıyor. Ne yazık
ki orkestra şefi bir türlü vuslata izin vermiyor, hayat gibi. Bu hüzünlü
hikâyeye daha fazla dayanamayan fagot ise derinden gelen bir ses ile ağıt
yakmaya başlıyor ve birden bütün enstrümanlar sesini alçaltıp hayranlıkla
fagotun ağıtını dinliyor. Ama o da yalnız kalmıyor ve obua egzotik iklimlerden
gelen sesiyle fagotun feryadına merhem olmaya çalışıyor. Sonunda onlar da
kavuşuyor birbirlerine. Piyano ve keman yine ayrı…
Birden bir zil sesi
duyuluyor ve herkes paniğe kapılıyor. Arp da katılıyor birden bu hengâmeye.
Tuba heybetli sesiyle olanları anlatmaya çalışırken, trompet insanın içini
kıpırdatan ezgisiyle herkesi harekete geçiriyor. Herkes şaşkın, herkes
heyecanlı ve bütün aletler dile geliyor. Bazen hep bir ağızdan bazen ise
sırayla olayı çözmeye çalışıyorlar ama kimse tubayı dinlemiyor. Sadece ikisi
susuyor, sadece ikimiz susuyoruz. Orkestra şefi elini kaldırıyor ve mehtabı
gösteriyor.
Herkes sustu şimdi. Piyano
bizim şarkımızı çalarken kemanın sırası geliyor bestede ve herkes kemana
bakıyor kavuşacaklar mı diye. Ve keman koşmaya başlıyor. İki dev dalganın
birbirlerine sarılması gibi birbirlerine sarılıyor ve göğe yükselip yekpare
oluyorlar. Sonunda keman ve piyano kavuşuyor. Bunu gören davul, zil, çello, arp
her ne kadar enstrüman varsa, sevinçle notalarını ay ışığıyla coşkulu bir dansa
bırakıyor. Çünkü biliyorlar ki bugün onlar kavuştuysa yarın da biz kavuşuruz.
Bugün Ay Işığı Senfonisi hasretin adı.
Yalnızca bir adamın ismi, kaç hükümdarın dizlerini titretebilir?
Nice hükümdara endişe veren, gücünü tüm dünyaya duyurup insanlığa korku salan Hasan Sabbah, 1034’de İran’da doğdu.
Üstün zekaya ve stratejik bir yeteneğe sahip olan Sabbah, dini eğitimini aldığı esnada İsmaili’li bir refikle karşılaşır. Bu karşılaşma hayatının dönüm noktası olarak biliniyor. Öte yandan birçok vakanüvis, Sabbah’ı şu sözlerle tanımlar: “Keskin zekâsının yanında, astronomi, büyü, aritmetik ve daha birçok alanda bilgi sahibidir.”
Elbette ki bu sözler Hasan Sabbah’ı tanımlamak için kifayetsiz kalır. Hırslı, istikrarlı ve istediği her şeyi kuşkusuz elde eden bir liderden bahsetmekteyim. İki oğlunu, sırf tarikat görüşlerine aykırı davrandıkları için gözünü kırpmadan öldüren bir diktatör…
Hasan Sabbah, Mısır’da gördüğü eğitimden sonra İran’a döndüğünde, bilgeliği sayesinde kendisine körü körüne inanan geniş bir halk kitlesi yarattı. 17 yaşında tanıştığı İsmaili mezhebini yaymak, insanlığa yaşatmak için tarihe damga vuran birçok eylemde bulundu.
O dönemler Hasan Sabbah’ın, Ömer Hayyam ve Nizam’ül Mülk ile olan arkadaşlığı herkes tarafından bilinmekteydi. Rivayete göre, bu üç arkadaş aralarında bir anlaşma yaptı. Hangisi iyi bir mevkiye gelirse, diğerleri ona saray hususunda yardım edecek ve fikir verecekti. Düşünüldüğü gibi, Nizam’ül Mülk sarayda vezir olmuş ve Hasan Sabbah’ı da yanına aldı. Fakat Hasan Sabbah, bulunduğu mevkiden hoşnut olmamış; daha yüksekleri hedeflemişti.
Sabbah, çalışmaları ve insanları kendine çeken büyülü zekasıyla sarayda bir hayli dikkat çekmişti. Bulunduğu konum gün geçtikçe yükseliyor, inananların ona olan hayranlığı gittikçe artıyordu. Nizam’ül-Mülk, dişli bir rakibin hemen yanı başında olduğunu, sarayda kalmaya devam ederse bulunduğu mevkiden de olacağını anlamıştı. Ona büyük bir telaş veren Sabbah’a türlü oyunlar düzenlemiş ve saraydan kovmayı başarmıştı…
Sabbah, Mısır’a kaçtığı sırada haşhaşın etkilerini öğrenmiş ve oradan Suriye’ye geçmişti. Selçuklu hükümdarı Melikşah ve Nizam’ül-mülk için büyük bir intikam yemini ederek ayrılan Hasan Sabbah, Şahrud vadisinde, ulaşılması güç bir kartal yuvası olan “Alamut Kalesini” mesken tutmuştu. Kale, daha önce Zeydiler’den Mehdi tarafından, Selçuklular’dan alınmıştı. Hasan Sabbah, o bölgede hayat süren halkı ve Alamut’da yaşayanları kendi safına doğru çektikten sonra, 4 Eylül 1090 tarihinde gizlice kaleyi ele geçirdi. Bazı İranlı tarihçilerin iddialarına göre; Mehdi’ye 3000 dinar altın değerinde bir senet verdiği de söylenmektedir.
Rivayetlere göre, Kale: Deylem krallarından biri tarafından inşa edilmişti. Kral, kartalını salmış ve kartalın konduğu yere bir kale yaptırmıştı. Bu nedenle Alamut Kalesine “Kartal Yuvası” denilmekteydi. Bazı kaynaklara göre de “Cezalandırma Yuvası” olarak bilinmekte.
Hasan Sabbah’ın oluşturduğu tehditlerden dolayı Nizam’ül-Mülk, seneler sonra Alamut Kalesi’ni 4 ay kadar kuşatmış ve Sabbah’a meydan okumuştu. Fakat bu eylemini başarısız bir şekilde sonlandırdı. Bir süre birbirlerine karşı süren ölüm tehditleri devam etti… Nizam’ül-Mülk, bir gün adamlarıyla beraber çadırına doğru giderken, bir Alamut fedaisi tarafından öldürüldü. Tarih boyunca bunun, Hasan Sabbah’ın emriyle gerçekleşen bir suikast olduğu düşünüldü ve bu yüzden bazı kaynaklarda “tarihin ilk siyasi cinayet azmettiricisi” olduğu vurgulandı…
Sabbah, tüm dünyaya korku salan bir güce ve büyük bir suikast ekibine sahipti artık. Fedailer, hedeflerini özellikle toplum içerisinde, herkesin görebileceği bir yerde, boyunlarına zehirli bir hançer saplayarak öldürürlerdi. Ayrıca o dönem yakalanan hiçbir fedai olmamıştı; çünkü yakalanan kimse, hançeri önce hedefindeki kurbana, daha sonra ise kendine saplardı.
Peki bu fedailere neden “Haşhaşiler” deniyordu?
“Haşhaşiler” dendiğinde akla ilk gelen “Yerüzündeki Cennet” olur. Rivayetlere göre Haşhaşiler, diğer tarikatlerin aksine ‘yaşarken cennete gitmek’ vaadiyle yetişiyorlardı.
Bir diğer rivayete göre; fedailer haşhaşla mayıştırılıyor ve uzun taş bir yolda (yolun her iki tarafı sütle basılmış ve kurutulmuş haşhaş tütsüleri ile bezenmiş bir hâlde) ilerliyorlardı. Gözlerini açtıklarında kendilerini, birbirinden güzel hurilerin, rengârenk çiçeklerin, dünyanın dört bir yanından getirilmiş lezzetli nimetlerin, kadeh kadeh şarapların ve mis gibi kokuların olduğu bir yerde açıyorlardı. Ve orayı “cennet” sanıyorlardı. Cennetin lezzetini tadan fedailer tekrar haşhaşla uyutularak odalarına götürülüyor ve gözlerini açtıklarında ise büyük bir hasretle yanıp tutuşuyorlardı. O eşsiz cennete tekrar gidebilmek için Hasan Sabbah ne emrederse onu yapıyorlardı. Lakin o cennetin hemen yanı başlarında olan kadim Deylem bahçelirinin olduğunu ve Hasan Sabbah tarafından yaptırıldığını bilmiyorlardı…
Hasan Sabbah’ın çok güçlü bir savaşçı olmasının yanında, fedailerin de çok ağır bir eğitimden geçtiği, birçok tarihi kaynakta yer alır. Sabbah’ın korkusuz militanları ancak o zorlu eğitimleri geçtikten sonra gerçek bir “Fedai” olabilirdi. Savaş stratejilerinin yanında İslam, güzel sanatlar, tarih, coğrafya gibi alanlarda da eğitimler görüyorlardı. Bir rivayete göre; Hasan Sabbah’ın kalesini ziyarete gelen misafirlere hem gösteri olsun diye hem de Sabbah’a olan bağlılıklarını göstermek için, üç fedai yüksek bir tepeden Sabbah’ın işaretiyle tereddüt etmeden atlarlar. Bu görüntü gelen misafirleri çok etkiler. Yaşanan korkunç gösteriler, tarikatta haşhaş kullanıldığına dair kanıt niteliğinde gösterilen en büyük örneklerden biri diyebilirim.
Böylelikle Hasan Sabbah, dünya üzerinde hiçbir zaman unutulmayacak kanlı suikastlere, büyük bir iktidara ve tarih kitaplarına damga vuracak bir mevkiye sahip oldu…
Mayıs 1124’de ise hastalanıp yatağa düştü. Ölümünün yaklaştığını hisseden Sabbah, halefi olarak Lemeser Kalesi komutanı Kiya Buzrug Ummid’i seçti. Ebu Ali’yi de misyonerlik faaliyetlerinin başına getirdi. Sabbah’ın ölümünden sonra da, suikast örgütü kanlı eylemlerine devam etti. Hasan Sabbah, Mezopotamya’da büyük bir örgüt ve siyasal güç bıraktı. Korkunç tarikat, Moğol istilası yıllarına kadar ayakta kaldı. Günümüzde hâlâ var olduklarına dair söylentiler devam etmekte, belki de bir yerlerde, yeni bir kalkınmanın hazırlığı içerisinde; ikinci bir Hasan Sabbah’ın doğuşunu bekliyorlardır.
Dipsiz gölün dibini gördünüz mutlu musunuz efendiler! 12 bin yıl boyunca çeşitli imparatorluklara ev sahipliği yapmış bu doğa harikası, varlığını 12 bin yıl boyunca sürdürmeyi başarmışken hazine araması adı altında yok edilmesi bir cinayetten farksız. Bu aramaya gerekli izinlerin verilmesi ise trajikomik bir durum. Doğa geleceğimize bırakabileceğimiz en büyük miras iken böylesi doğa katliamları ekosistemin zarar görmesine ve geleceğimizin kararmasına neden olmaktadır. O gölden bulunacak bir hazine ufak bir azınlığı zengin edecekken bu gölün doğal yapısı milyonların hayatına etkilemektedir. İnsanoğlunun aç gözlülüğü onu doğayla savaşacak kadar ahmak bir duruma düşürmektedir. Ama doğayla savaşın tek bir kazananı olacaktır. Emin olun doğa bize verdiklerini geri almasını da biliyordur. Ve her şeyi aldığında paranın ve altının bizlere ne temiz bir hava ne de temiz bir su kaynağı veremeyeceğini anlayacağız. Hazine kimileri için para ve altın kimileri içinde yeşil ve mavi. Kurutulan Dipsiz Göl için Gümüşhane Valiliği rehabilitasyon çalışmasının yapılacağını söylemiş. Peki o gölü kuruturken öldürdüğünüz binlerce canlıyı nasıl geri getireceksiniz. O gölün ekosisteminin oluşumu yüzlerce yılda tamamlanırken siz kepçelerle o göle girerken vicdanınız hiç mi sızlamadı? Koparılan çiçek nasıl dalına tekrar asılamıyorsa kurutulan Dipsiz Göl’de bundan sonra Dipsiz Göl olamayacak. Suyla doldurulmuş bir göletten farksız olarak devam edecek hayatına. Bu yaz Kaz Dağlarında olanları çabucak unutmuş gibiyiz. Şu unutma hastalığından kurtulup doğa için ses olmalıyız. Doğa için çığlık olmalıyız aksi durumda doğanın çığlık atmasını beklersek bu çığlık hepimizi yutar. Son söz olarak doğayı insanlardan uzak tutmalıyız. İnsanoğlu hastalıklı, kendi virüsünü de doğaya akıtmakta. Hazine bulmak için elindeki en büyük hazineye ihanet edebilecek başka bir canlı grubunun olabileceğini düşünmüyorum.
BBC’den Joobin Bekhrad’ın araştırmasına göre, Titanik 14 Nisan 1912 gecesi Yeni Dünya’nın denizlerine gömüldüğünde, en seçkin kurbanı bir kitap olmuştu…” Bu sözler Lübnan kökenli Fransız yazar Amin Maalouf’un 1988’de yayımlanan tarihi romanı Semerkant’da geçiyor.
Sözü edilen kitap, 11. yüzyıl bilginlerinden İranlı Ömer Hayyam’ın Rubaileri’ydi. Bu şiirlerin çok sayıda yazılı kopyası olsa da bu kitap yeganeydi. Maalouf’un romanında anlatılan da onun hikâyesiydi.
1900’lerin başında Londra’da iki ciltçi, George Sutcliffe ile Francis Sangorski eskiden kalma kitap ciltleme zanaatını yeniden canlandırmaya çalışıyor, ciltlerinde kullandıkları zengin desenlerle tanınıyorlardı. Henry Sotheran adlı kitapçı onlardan eşi benzeri olmayan bir kitap sipariş etmişti. Kitabın masrafı hiç önemli değildi. Dünyanın en muhteşem kitabını ortaya çıkarmaları için ciltçilere açık çek verilmişti.
İki yıl süren bir çalışmanın ardından, 1911’de tamamlanan kitapta Elihu Vedder’in resimleri eşliğinde, Ömer Hayyam’ın rubailerinin İngilizce yorumları yer almıştı.
Kitap, ihtişamından dolayı ‘Muhteşem Kitap’ adıyla ün salmıştı. Ön kapağında süslü üç tavus kuşu, arka kapağında ise Yunan sazı buzuki resmi işlenmiş olan kitap için, binden fazla yakut ve zümrüt gibi değerli taş, 5000 parça deri, gümüş, fildişi, abanoz ile 600 sayfalık 22 karat yaprak altın kullanılmıştı.
Sotheran kitapçısı bu kitabı New York’a göndermek istiyordu ama Amerikan gümrüğünün talep ettiği yüksek gümrük vergisini ödemeyi reddettiği için tekrar İngiltere’ye gönderildi.
Böylelikle Gabriel Wells, bir müzayedede kitabı 450 sterline satın aldı -kitabın satışı için alt sınır 1000 sterlin olarak belirlenmişti- Wells, kitabı Amerika’ya göndermekte kararlıydı. Fakat başvurulan gemi onu taşımayı reddetti.
Bunun üzerine Titanik gemisine başvurdu. Ancak kitabın hikâyesi Titanik’in batmasıyla son bulmadı. Bu olaydan birkaç hafta sonra kitabı hazırlayan iki kişiden biri olan Sangorski tuhaf bir şekilde boğularak öldü.
Diğerinin (Sutcliffe) yeğeni Stanley Bray ise kitabın anısını canlandırmaya kararlıydı. Sangorski’nin orijinal çizimlerini kullanıp, altı yıl süren bir çalışma sonucu kitabın yeni bir kopyasını yapmayı başardı. Kitap korunmak üzere bir banka kasasında muhafaza edildi.
Ama İkinci Dünya Savaşı esnasında Nazi uçaklarının Londra’yı bombalaması üzerine bu kitap da paramparça oldu.
Bray pes etmedi ve kolları yeniden sıvayarak yeni bir kopya hazırlamaya koyuldu. 40 yıl süren bir uğraşın ardından ortaya çıkan olağanüstü kopyayı British Library’ye -Britanya Kütüphanesine- ödünç verdi. Ölümünün ardından Bray’in vasiyeti üzerine kitap kütüphaneye bağışlandı. Bugün bu eseri orada görmek mümkün.Ölümünden önce şöyle demişti Bray: “Batıl inançlarım yok, ama tavus kuşunun felaket sembolü olduğu söyleniyor.”
Batı sanatçılarının hayran kaldığı ve ilham aldığı Ömer Hayyam Kimdir?
Ömer Hayyam, 18 Mayıs 1048’de İran’ın Nişabur kentinde doğdu. Hayyam, yaşadığı dönemin en önde gelen astronomu, bilim adamı, şairi ve filozofudur. Metafizik, matematik, fizik, astronomi ve şiir alanlarından birçok esere imza attı.
Bazı kaynaklarda anlatıldığına göre* Nizamülmülk, Hasan Sabbah ve Ömer Hayyam medrese arkadaşları ve yakın dosttular. Nizamülmülk, zekasına ve bilgisine çok güvendiği için devlet ve saray yönetimi konusunda kendisine yardımcı olması için Hayyam’a teklifte bulundu. Fakat Hayyam, saray entrikalarından hayatının sonuna kadar uzak kalmayı tercih ettiği için bu teklifi kabul etmedi. Nizam’dan tek bir şey istedi; rahatlıkla çalışabilmesi için bir rasathane inşa etmesini arzu etti. Nizam, onun bu dileğini çok kısa bir sürede yerine getirdi. (Ayrıca o dönemin hükümdarı olan Selçuklu sultanı Melikşah’dan da yakınlık ve dostluk görmüştür.)
Günümüzde rubaileri hâlâ tartışılmaktadır. Dörtlüklerini, yaratıcıya ve dine olan kafa karışıklığından ibaret görenler bulunmakta. Kimine göre bir bilgin, kimine göre bir dehâ, kimine göre şaraba tutkun bir ayyaş, kimine göre ise kendini ahiret ve ölüm korkusundan tenzih ederek bulunduğu dünyanın lezzettini meşk eden bir şair…
Oysa ki, rubailerinde son derece akıcı, herkes tarafından anlaşılan bir üslup takındı. Yaşama olan sevincini, şarabı, dönem içerisinde yaşanan haksızlıkları, din kisvesi altında barınan softa güruhunu ele aldı.
“Hayyam, sadece yaşamadı. Ardında bıraktığı ilmin sularıyla büyük insanları da yaşattı.”
Her sabah yeni bir gün doğarken, Bir gün de eksilir ömürden; Her şafak bir hırsız gibidir Elinde bir fenerle gelen.
*Residüddin’in, Cami-üt-Tevarih eserinde yer almıştır.
Samiye Cahid Morkaya – İlk ehliyetli kadın ve ilk otomobil yarışları şampiyonu
Feriha Sanerk – İlk kadın emniyet müdürü
Fatma Refet Angın – İlk Kadın öğretmen
Adile Ayda – İlk kadın senatör ve elçi
Sabiha Gökçen – İlk kadın pilot
Emel Gazimihal – İlk kadın radyo spikeri
Sabire Aydemir – İlk kadın veteriner
Mualla Eyüboğlu – İlk kadın mimar
Fatma Aliye – İlk kadın romancı ve felsefeci
Gül Hanım – İlk kadın muhtar
Seher Aytaç – İlk kadın makinist
Yıldız Moran – İlk kadın akademik fotoğrafçı
Keriman Halis – Dünya güzeli ilk Türk kadın
Afife Jale – İlk kadın tiyatro oyuncusu
Müfide İlhan – İlk kadın belediye başkanı
Semiha Es – İlk kadın savaş fotoğrafçısı
Lale Orta – İlk FIFA kokartlı kadın hakem
Tansu Çiller – İlk kadın başbakan
Sabiha Bengütaş – İlk kadın heykeltraş
Sabiha Gürayman – İlk kadın mühendis
Sabiha Yalçın – İlk kadın itfaiyeci
Lale Aytaman – İlk kadın vali
Satı Kadın – İlk kadın milletvekili
İnci Özdil – İlk kadın orkestra şefi
Prof. Dr. Türkan Akyol – İlk kadın bakan
Kadınlar, bu hayatın her dönemine adını yıldızlı harflerle tarihe geçirebilir ve ilklere imza atabilir. Diliyorum ki bir kadının ismi cinayet sebebiyle ölümünden, tecavüz sebebiyle feryadından veya tacize uğraması yüzünden psikolojik tedaviler görmesinden değil; başarılarıyla, güzellikleriyle, yetenekleriyle, hayata karşı duruşlarıyla önümüze çıkar… Her kadın değerlidir ve değerli kalacaktır. Kadınlarımızın değerinin bilinmesi dileğimle.
1.Zindan Adası:Filmde, Teddy Daniels ve Chuck Aule isimli iki polis memurunun, Rachel Solando adlı bir akıl hastasının ortadan kaybolması ile tehlikeli akıl hastalarının tedavi gördüğü Shutter Adasında ki Ashecliffe Hastanesi’ne soruşturma yapmak için gitmesi ve sonradan gelişen esrarengiz olaylar aktarılıyor.
2.Memento:Akıl Defteri, kısa süreli hafıza kaybı olan bir adamın karısını öldürenleri bulma çabasını konu ediyor. Leonard Shelby, ucuz otel odalarında konaklayan ve sadece nakit para kullanan biridir. Şık giysiler giyip, Jaguar marka araba kullanan Leonard, dışarıdan iş adamı gibi görünmektedir. Fakat aslında hayatını karısına tecavüz edip öldüren kişiyi bulmak için adayan biridir,fakat zihni ona en büyük düşmanlığı yaparak engel olacaktır.
3.İçinde Yaşadığım Deri:Karısı trafik kazasından sonra derisinin büyük bir kısmı yanarakzarar gören doktor,hayatını deri yapmaya adar ve ilerleme kaydederken karısı bunalıma girerek intihar eder.Domuz derisi ve kan karışımını birleştirerek deneylerini sürdüren doktorumuz artık ailesine daha korumacı olur.
4.Makinist:1 senedir uykusuzluk çeken Trevor,fabrikada işçi olarak çalışmaktadır.Bedensel şeyler yaşadığı kadın ve duygusal çekimine kapıldığı Maria arasında gidip gelmektedir.İş arkadaşları bu ani kilo kaybı ve enteresan tavırları dolayısı ile güvenmezler.
5.Siyah Kuğu:Genç ve sevgi dolu balerin olan Nina,eski dansçı olan ve oldukça hırslı annesiyle yaşamaktadır.Bir gün gösteri düzenlenmek istenir ve bu gösteride siyah ve beyaz kuğuyu aynı anda canlandıracak birisi aranır.Nina çabalasa da siyah kuğunun karanlık tarafını canlandıramaz ve rakibine baş rolü kaptırır.Kendini bu olaydan sonra aşan Nina hiç tanımadığı kirli yüzüyle yüzleşir.
6.Mom And Dad:Sebebi bilinmeyen bir şekilde anne ve babalar çocuklarına zarar vermeye başlar.Küçük kız ve kardeşi kendi ebeyevnlerinden kaçıp kurtulmaya çalışır.
”Hiçbir şey hatırlamak istemiyorum.Elimi cebime sokarken bana iki gün evvelini hatırlatacak bir kağıt parçasına bir şeye rastlamaktan bile korkuyorum.” -Dokuzuncu Hariciye Koğuşu
Kahramanımız H.M. tam adıyla Henry Gustav Molaison 26 Şubat 1926’da Amerika’da Hartford’da doğdu.7 yaşında geçirdiği bir bisiklet kazasında kafasını çarptı ve epilepsi nöbetleri geçirmeye başladı.Bu durumdan kurtulmak için pek çok yönteme başvurdu fakat sonuç alamadı.
Zamanla hayatını yaşanmaz kılan nöbetleri arttı.27 yaşına geldiğinde bazen günde sayısı onu bulan minor nöbet ve haftada en az bir major nöbet geçirmeye başlamıştı.Hartford Hastanesi’nden beyin cerrahı William Becher Scoville problemin kasinlikle müdahale edilmesi gerektiğini fark edecek ve bir karar alacaktır.Bu karar H.M.nin hayatını değiştirecek onu tıp ve psikoloji dünyasının en tanınmış vakası haline getiecektir.
Dr.Scoville’ın karar verdiği bu ameliyat hipokampusun büyük bir kısmının çıkarılmasını içerir.Ameliyat başarılı olur. H.M’nin nöbetleri yılda 1-2 defaya düşmüştür.Ancak yeni bir sorun vardır.Bellek kaybı…Yani yeni anılarını uzun süreli belleğe kaydedemiyordu.Yeni tanıştığı birini 10 dakikadan kısa bir sürede unutuyordu.Bir akrabasının ölüm haberine her seferinde ilk defa duymuş gibi üzülüyordu.Hep şu anda kalmıştı.Ameliyat öncesini hatırlayan H.M. ailesini ve eski anılarını net hatırlıyordu.Fakat bir dakika öncesini unutabiliyordu.
Böyle bir şeyi kimse istemezdi herhalde.Merak ediyorum ameliyat öncesinde böyle bir sonuç alınacağını bilseydi yine de izin verir miydi?
Hayatını yaşanılmaz kılan nöbetler mi yoksa bir tek yeni anıya sahip olamamak mı? Her gün hatta her saat aynı saat aynı güne uyanıyor olmak istemezdim.
Ve H.M. son 55 yılını hafızasından mahrum yeni arkadaşlar edinemeden yeni tecrübeler kazanamadan 27 yaşında olduğunu sanarak geçirdi.2008 yılında solunum yetmezliğiyle 27 yıl gibi geçen 82 yılını geride bıraktı.
H.M. öldükten sonra beyni çıkarılıp binlerce parçaya ayrılarak incelendi.Bu büyük gelişme tabi ki filmlere konu olacak değerdeydi.
Memento,Ghajini,50 İlk Öpücük ve Kayıp Balık Nemo gibi amnezi karakter içeren birçok filmi örnek olarak gösterebiliriz.
Ve bence unutamamak en büyük intikam değil en büyük ödüldür.
Gözleri kısarak bakacaksına sevgiyi, ince zevkli insan edasıyla parçalara ayırmanın insafsızlığını ne diye göstermeli? Neden sudan yeni çıkmış bir kuş gibi çırpınıyor gönlünde? Kış akşamlarına dönüşen kalbine tipi bulutlarını andıran sevgi tozları döne döne ortalığa çökmeli miydi? Yüreğinde soğukluk, acı bir tat, yeni yanmış sokak lambalarının hüznü bulunmalı mıydı? Ayrıldığın parçalarına üzülüp donuklaşman sana ne kadar yakışırdı?
İnce, narin vücutlu, saçları dağınık, dudakları ateş renkli, derin, ışıl ışıl gözlü bir yaratık, tatlı bir gevşeklik içinde koltuğuna yayılmış olarak yükselen alevlere hülyalarıyla dalan bir varlık gibiydi sevgi ki, aç insanları kolayca kandırırdı. Tok olan insanların algı karanlıklarında geceye karışıp boğulacaktı neredeyse; ardında ağlamaklı, titrek, kıvrık bir dudak bırakarak sevgilinin yanağında. Tek arzusu kır çiçeği olarak yaşamaktı sıkıntısız insanların gönlünde. Fakat parçalanmış sevginin iniltisi; ağıt yakan kadının şiirimsi sesine benzerdi. Kadife yumuşaklığı ile sakin bir tonla başlar; iniltileri dolgunlaşır, alev alev titrer, toparlanır, yalvarır yakarır, derken yükselir, tepede zafere ulaşır, yavaş yavaş alçalır, uçurumda sakinleşir ve boşlukta kaybolur giderdi. Bu iniltiler ufalanmanın kasırgasıyla sevginin dudaklarında çırpınıyordu, kaşları kalkık, gözleri yarı kapalı, yüzünde zalimlerden kalma gülümsemeyle.
Sevgiyi yitiren insana, kaygısız bir ıslık tutturmak kalırdı yalnızca. Sesi denizin üzerinden süzülüp geçen kuşun su gürültüsü gibi kayıp giderdi. Sevgi uzandıkça derinleşir, parçalar bütünleşip yükselir, birleşip zafere ulaşır, aydınlığa kavuşan büyük sarsıntı halinde yüreğe düşerdi.
Yitik sevgi; soluk gökyüzünde konuşan soğuk bulut, boz renkli sokaklarda satılan donuk kardelen çiçekleriydi. Yaşama asılıyor, yapışıyor, hayatı tedirgin ediyordu kedimsi haliyle. İğne gibi bata çıka bütünleşme yolunu izleyerek ilerliyordu. Kaybettikleri değerlerin farkındaydı. Yürüyecek yerde koşmak, kaldırımda zıp zıp zıplamak, çember çevirmek, havaya bir şey atıp tutmak, durup dururken gülmek, kahkahayla göbek atmak kabilinden yapacağı eylemlerin toplamının mutluluk kazanımları olduğunu da biliyordu. Gün gelecek, akşam güneşinin bir parçasını yutup ateşi göğsünde yanan, parmak uçlarına kadar kıvılcım sağanaklarına tutulan bir adam gibi sevinecekti. Gümüş buğulu beyaz üzümler halinde göklerde salkım salkım asılacaktı. Titreyen dudaklarıyla gülen; iri siyah gözleriyle ışıl ışıl bakan bir kadın misali yeniden hayata dönecekti sevgi. Deniz yolculuğuna çıkan insanın deniz tutmasını göze aldığı gibi parçalanmış sevgi; kıyasıya çarpışmak, kendisine karşı koyan her şeye gücünü ve cesaretini denenmek için duyduğu ihtirası beğenerek, işiterek yaşıyormuş gibi içten yanan, saçlarından, ellerinden gümüş çiçekler halinde dökülen mutluluk kaynağı ile yeniden hayat bulacaktı.
“Hakikatli Yar” ile Yitik Sevginin arkadaşlıklarının hoş bir yanı vardı: Kendilerini tamamıyla birbirlerine verebilmeleri… Geniş, dümdüz bir ovanın üstündeki iki şehir gibi ruhları birbirine açık ve sarmaş dolaştı. Fakat ne ” Hakikatli Yar ” yitik sevginin ülkesine tepeden tırnağa silahlı, gözünü zafer sevinci sevinci gibi bürümüş bir fatih gibi giriyor, ne de yitik sevgi çiçekler üstünde yürüyen bir kraliçe gibi onun ülkesinde sallanıyordu. İkisi de sessizlik havuzundaymışcasına kıyılarına çarpan dalgacıkları seyretmek için bir şeyler atıp soru soran karanlığı duyuyorlardı. Buna rağmen her ikisi de tutkulardan uzaktılar. Zira tutku her şeyi yok edebilirdi. Ne var ki yitik sevginin yüreği çarpıyor, ” Hakikatli Yar ” ‘in yanakları alev alev yanıyordu. Titrek dudaklarına konan gülümsemeler duygusuz görütülerini yalanlıyordu.
Dalga dalga kahkahalar uzadı, uzadı, sevgililerin dudaklarında donup kaldı. Boşlukta dans eden dudaklar kendileriydi, sırıtkan ve sırnaşık. Sevgiye karşılık veren çiçeklerin içine düşürdüğü sarsıntıyı yitik sevgiye sezdirmiş olmalı ki, karanlık bir odada kibrit çakmışcasına yüzü aydınlandı birden. Elleri ve yüzleri ay ışığında beyazlaştı. Vahşi gözlerini sevgi parçalarına çevirdi. Üzerlerinde periler gezinmiş yeşil fidanlar misali aşağıya doğru eğildi. Parçalardaki koyu renkli bakışların yorgunluğunu fark etti. Sevgi kırıntılarını parçalarda gördü hafif esintiler halinde kovalamaca oynayan çocuklar, gölgesinde. Zambakların alevinde ısınmak istercesine parçaları birleştirdi. Sevgi çiçekleri parmaklarının arasında, dudaklarının üstünde, göğsünde büyüdü. Hep birlikte ruhları birbirine dolanmış, yıllanmış yaslı âşıklar gibi öylece boğulmaya razı yürek denizine düşüverdiler. Artık küçük parçalar ve ince şeritler halinde süzülen duman değil, kıvrıla kıvrıla yükselen kocaman gümüş yığınları gibi tütsüleniyordu sevgi, ılık sularda.
Çağımız iletişim çağı… Bu asrın yeni evladı, muhteşem icadı ise sosyal medya… Şimdiye kadar hiçbir iletişim aracının, ne yazılı ne de görsel hiçbir mecranın ulaşamadığı bir kitleyi etkisi altına bu “kerameti kendinden menkul” medyanın tesir gücünü, toplumun bütün kesimlerinde yakından müşahede ediyoruz. Yazılı hiç bir kanalın 100-200 milyon seyirciye ulaşamadığı dünya tarihinde, günümüz sosyal medyasının takipçi sayısı milyarlarla ifade ediliyor. Kasırgaya dönüşen bu medya türünün küresel aktörlerinden birkaçını tanımak, gücün hangi boyutlara ulaştığını anlamamızı sağlayacaktır.
Hikayesi Ufuk Bayraktar tarafından kaleme alınan Dayı filmi, Uğur Bayraktar ve Serkan Öztürk tarafından senaryolaştırıldı. Yönetmenliğini Murad Zaloğlu’nun üstleneceği Dayı: Bir Adamın Hikayesi için çalışmalara başlandı. Filme ilişkin ayrıntılar henüz paylaşılmasa da, film geçmiş yıllarda yaşayan bir kabadayının hayat hikayesini beyaz perdeye aktarılacak.Filmin 2020’de vizyona girmesi bekleniliyor.
Gerçek adı Hali Özdemir Arun olan şair, Mehmet Asaf ve Hamdiye Hanımın çocuğu olarak, 11 Haziran 1923’te dünyaya geldi. Dönemin Şûrâ-yı Devlet azası (Danıştay, Yüksek Yargı Kurumu) olan babası Mehmet Asım Bey, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün isteğiyle Ankara’ya taşındılar. Mehmet Asaf 1930 yılında geçirdiği bir rahatsızlık sebebi ile 1930 yılında hayatını kaybetti. Ailede tekrardan İstanbul’a dönmek zorunda kaldı.
Atatürk, iki kardeşin eğitimiyle yakından ilgilenir. Özdemir Asaf, Fransız Erkek Lisesi’ne kaydolur. Fakat kısa süre sonra okulu kapanır. Galatasaray Lisesi’nden sonra 1941’te sınavı kazanarak Kabataş Erkek Lisesi’ne geçti. Buradan mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi’nde hukuk okumaya başlayan şair, 2 yıl sürdürebildiği hukuk eğitiminde ilk eşi Sabahat Selma Tezakın’a aşık oldu.
“Sabahat; Sana mektup yazmaya lüzum kalmayacak olan zamanları düşünmek; seni daima görebileceğim günleri hatırlamak; bana verdiği sarhoş edici, çıldırtıcı heyecanlı zevkleriyle senin yakınında bulunmak tehlikeli olabilecek derecede beni sevindiriyor…” (10 Nisan 1944)
“Sabahat;
Zira baba Mustafa Tezakın, iki gencin evlenmesi için fakültenin bitirilmesini şart koşmuştur. Özdemir Asaf, üç yıl iktisat bölümüne ve bir yıl gazetecilik bölümüne devam etse de hiçbirinden mezun olamadı. Özdemir Asaf, Sabahat Hanım’a duyduğu aşktan dolayı yataklara düşmüştür. Oğullarının ince hastalığa tutulmasından korkan aile büyükleri, Sabahat Tezakın’ın babasının evliliğe onay vermesini sağlarlar.
Sigorta şirketinde sigorta prodüktörlüğü yapar, ancak kişiliğine uygun bir iş değildir. Dün Yağmur Yağacak adlı öykü kitabında bulunan, Garıdan Gadı biyografik hikayesinde bunu şöyle anlatır:
Sigorta prodüktörlüğü yaptığım yıllar hayatımın hareketli çağlarına rastlamıştır. Para kazanıyordum. Gençtim. Fakat gözüm parada değildi. Başka isteklerim vardı. İnsan tanımak, değişik günler yaşamak, yer görmek isteyordum. Bu yüzden boyuna geziyor, cebime giren paraları yalnız yeni çevreler yaratmak için harcıyordum. İyi bir sigortacı olamadım. Ama işi yaptığım sıralarda gördüklerim beni doyuruyordu…”
İlk çocukları Seda 1947’de dünyaya gelir. Özdemir Asaf, Mart 1948-1949 yılları arasında askere gider. Askerliği Gelibolu’da, sonra Ankara Piyade Okulu’nda ve Erzurum’da yaptı. 1961’de ise eşinden ayrıldı.
Daha sonra Özdemir Asaf, Bebek’te Şimdi-Biblio Bar’ı açar. Bar o dönemde, sanat dolu sohbetlerin yaşandığı nezih bir mekândır. Barın hemen üstünde Asaf’ın bir şiiri yazar: “Bana ıslak bir bez verin, dünyanın tozunu alayım.”
1979 yılında, çocukken geçirdiği akciğer rahatsızlığı tekrarlayan Özdemir Asaf, 1980’de barını kapatır. Aynı yıl Aralık ayı başında, beyninde, tümör tespit edilir, 28 Ocak 1981’de vefat etti.
Lavinia
Sana gitme demeyeceğim. Üşüyorsun ceketimi al. Günün en güzel saatleri bunlar. Yanımda kal.
Sana gitme demeyeceğim. Gene de sen bilirsin. Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim, İncinirsin.
Sana gitme demeyeceğim, Ama gitme, Lavinia. Adını gizleyeceğim Sen de bilme, Lavinia.
Akıl Gözü
Seni bulmaktan önce aramak isterim. Seni sevmekten önce anlamak isterim. Seni bir yaşam boyu bitirmek değil de, Sana hep, hep yeniden başlamak isterim.
Ansızın
Ben sensiz olanlara seni aratıyorum, Ben sensiz kalanlara seni yaratıyorum, Seni saklayacağım, seni yazıp-andıkça Kendimi çoğaltıyor, seni kuşatıyorum.
Unutturmayacağım, seni yaşatacağım, Kendimi çoğalttıkça, seni kuşatacağım, Her zamanda, her yerde sen bende yaşadıkça… Sen evreninde sana seni aratacağım.
Sözün özü her sevdanın yeri yalan dünya değildi.Nice Mecnun Leylasını göremeden göçtü bu gafletten.Bense,bekliyorum.
Beklemek ne demek sahi? 8 kelime nasıl olurda gurbeti,hasreti,içindeki koru böylesine yansıtırdı? Yüzyıllardır değişen her şeyde aynı kalan sevgiydi.İnanması zor ama evet,sevgi hep bakiydi.Nasıl bir insan olursa olsun onu gördüğünde 5 yaşında çocuk gibi oluyorsa içinde baharın tomurcukları filizlendiyse,evet bu aşktı.Peki neden aynı kaldıysa bu zamanlarda sevda yok diyoruz?
Çünkü sadakat bitti.Görmeden sevmenin nimet olduğunu bilmeden büyüdük bizler.Amacımız iyi okullar,iyi kariyerler oldu ama sevgi neydi,bilemedik..
Ölmeden toprağa koyduklarımız var bizim.
Benim de çok sevdiğim birini yollamışlığım var oralara.Umarım sever
‘Dünya’m
Sanırım ona hitabımı o kadar çok benimsemişti ki,o da yalan oldu.Başka hikayelere başrol olurken mutluydu.Yeşil sokakta onu gördüğüm gün tarifini yapamadım.Seneler sonra kavuşmak,belki de yüzleşmek.
İnsanın öldürdüğünü karşısında görmek ne büyük yüzleşmeymiş öyle..
Ağıtlarla uğurladığı dünyası,o an başına yıkılmış kadının.Ela gözleri,kavruk esmer teniyle karşısındaymış yine.
Koşup sarılsa ne olurmuş ki o an? Nerelerdeydin diye sorsa,biraz kızıp sonra kıyamasa yine?
Yapamamış,adam da gitmiş çoktan.
Unutmuş çoktan.
Aklındaki bataklığın arasından bir ışık hüzmesi seslenmiş kadına:
“Gökyüzüne bakmayan insanlarınkalbi daha evvel kararır.“
Omzunu çökertip,yorgun bir nefes vererek çenesini göğe kaldırmış.Sonsuz maviliğe.Ne zamandır görmediği bu güzellik karşısında mahcup olmuş.Ve kirpiklerinden bir damla süzülmüş vuslata feda.Rüzgar huşu ile okşamış saçlarının telini.