23.4 C
İstanbul
Pazar, Ağustos 3, 2025

YARALI MELEK

Tablolarla aranız nasıldır bilemiyorum ama sanırım herkesin gördüğünde kalbine dokunan bir tablo vardır.

‘’Yaralı Melek (bitiş tarihi 1903)’’ benim ilk gördüğüm andan itibaren kalbime dokunan tablolardan biri. 2006 yılında Finlandiya’nın ulusal resmi seçilen bu tablo ünlü ressam Hugo Simberg’in tablosu.

İki delikanlının ellerinde kalın ağaç dallarından yapılmış ilkel bir sedye ile ‘’yaralanmış meleği’’ taşıdıkları tablo.

Sedyenin ön tarafında giden ve meleğin yaralanması ile sessizliğe bürünmüş halde sakin adımlarla ilerleyen delikanlı tamamen siyahlar içinde. Sedyenin arka tarafında olan delikanlı ise kahverengi bir ceket, koyu mavi bir pantolon ve yine koyu renkli bir ayakkabı ile göreceli olarak daha renkli bir kıyafetle sert adımlarla ilerliyor. Fakat siyah giyinmiş delikanlının aksine onun yüz ifadeleri çok daha keskin, bir yandan kızgınlığını bir yandan da çaresizliğini gösteriyor. ‘’Elimizden gelen son şeyi de yapıyoruz’’ der gibi bir bakış bu.

Resimde açık renklerin kullanıldığı en belirgin özne ise ‘’meleğimiz’’. Yaralı melek tamamen beyazlar içinde ve gözleri beyaz bir bez ile bağlı. Meleğin kanatlarındaki ufak yara izleri ve yorgun düşmüş görüntüsü yaralanma esnasında biraz hırpalandığının ispatı. Fakat sedye taşıyan delikanlılara sonsuz bir güveni var. Elinde bulunan ve iyileşmenin simgesi olan 3 adet kardelen ile de tabloya bakanlara iyileşeceğine olan inancını gösteriyor.

Tablonun arkasında gördüğümüz manzara ise Helsinki’de bulunan ve tablonun yapıldığı yıllarda insanların aileleri ile dinlenmek için topluca vakit geçirdiği alanlardan birisi. Yani ressamımız hayal ürünü olan bir manzara kullanmak yerine gerçek bir yeri tablosuna manzara olarak kullanmayı tercih ediyor…

Bu tablo ile ilgili daha pek çok yorum yapılabilir (Her ne kadar Hugo Simberg tablolarını yorumlamayı hiç sevmese de…) ama benim bu tablo ile ilgili en sevdiğim şey mimarı yani Hugo Simberg ile olan ilişkisi.

‘’İyileşmeyi’’ simgeleyen bu tablo Hugo Simberg’in hastalığıyla boğuşup iyileşmek için yollar, yöntemler aradığı bir dönemim en güzel meyvesi. Uzun ve yorucu bir kışı hastalığı ile boğuşarak geçirirken aynı zamanda bu tabloyu yapıyor, hiçbir ilacın iyi gelmediği hastalığına yaptığı bu tablo iyi geliyor.

Kendi zihninde yarattığı ‘’yaralı melek’’ ve bu meleğin iyileşmesine olan inancı Simberg’i de iyileşmesi yönünde motive ediyor. Kendi zihninin planladığı bir oyun ile hem iyileşiyor hem de Finlandiya tarihinin en değerli tablosunu üretiyor.

Dünya bizim yorum kabiliyetimiz ölçüsünde ve zihnimizde onu kodladığımız şekliyle var. Bana kaç tane dünya var diye sorarsanız dünyadaki insan sayısı kadar olduğunu söylerim… Bu yazıyı yazdığım an itibari ile yedi milyar yedi yüz altmış altı milyon sekiz yüz yirmi bir bin beş yüz doksan iki tane…

Evet dünyanın çok güzel bir yer olduğunu ben de kabul etmiyorum ama ne kadar kötü olduğu konusu bence tartışmaya açık… Tamam kendi yaralarınızı geçelim insanın kendi yaralarını sarması kolay bir şey değil ama başkalarının yaralarını da saramayacağınız kadar kötü bir yer mi?

Yaralarınızı ‘’yaralı bir melek’’ yapıp onunla beraber iyileşme konusunda çok iyi olmayabilirsiniz peki ya başkalarının yarılı meleklerini taşıyacak delikanlılardan (genç kızlardan) biri olma fikrine ne dersiniz? Rengarenk giyinen sedye taşıyıcıları ile gözleri bağlanmamış nerede yaralandığını gören ve oradan gülerek geçen meleklerin olduğu o kadar çok tabloya özne olabilirsiniz ki… Bu sizin elinizde… Telefonla internette sörf yapmak yerine sevdiğiniz ama uzun zamandır konuşmadığınız birini arayıp halini hatırını sormak kadar basit bir şey bu… Bugün böyle birini arayıp halini hatırını soracak mısın? Bugün birisinin yarasına iyi gelmeye çalışacak mısınız? Peki ya bugün rengarenk kıyafetleriniz ile sedye taşıyacak mısın?

Kısaca Albert Camus

          Alburt Camus 7 Kasım 1913’te doğmuştur. Camus Fransız yazar ve filozofdur. Varoluşçuluk ile ilgilenmiştir ve absürdizm akımının öncülerinden biri olarak tanınır, fakat Camus kendini herhangi bir akımın filozofu olarak görmediğinden, kendini bir “varoluşçu” ya da “absürdist” olarak tanımlamaz. 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü  kazanarak, Rudyard Kipling’den sonra bu ödülü kazanan en genç yazar olmuştur. Ödülünü aldıktan 3 yıl sonra bir trafik kazasında hayatını kaybetmiştir.

Gençlik Yılları                           

  Albert Camus, 1913’te Cezayir’in Mondovi kasabasında doğdu. Alsace’lı yoksul bir işçi olan babası; Camus’un doğumundan hemen sonra I.Dünaya Savaşın’nda ilk Marne Çarpışması’nda 1914’te babasını kaybetmiştir. İspanyol asıllı annesi, çocuklarına bakabilmek için ev işlerinde çalıştı. Camus, erkek kardeşi Lucien ve annesi, Cezayir’in işçi mahallelerinden birinde iki odalı bir evde, anneannesi ve felçli dayısıyla birlikte yaşadılar. Camus, denemelerinden oluşan ilk kitabı “1937;L’envers et I’endroit ” bu yıllarda yaşadığı ortamı anlatır ve annesi, anneannesi ve dayısını tanıtır. Fakat Camus daha özgür bir hayat sürebilmke için evden ayrıldı. Öğretmeni  Louis Germanin’in yardımıya bir burs kazanarak 1923’te liseye girdi (34 yıl sonra Nobel Edebiyat Ödülü’nü alırken yaptığı konuşmayı Germain’e ithaf eden Camus, öğretmeninin onun için ne kadar önemli birisi olduğunu ve ona ne kadar bağlı olduğunu kendi üslubunca dile getirmiştir), ardından da Cezayir Üniversitesi’ne kabul edildi. 
          Üniversite yıllarında okumaya ve spora ( futbol,yüzme ve boks gibi) önem verdi hatta üniversite’nin futbol takımında kalecilik yapıyordu. 1930 yılında vereme yakalanmasıyla spor yaşamı sona erdi, eğitimi de engellendi. On beş yıldır yaşadığı sağlıksız evden ayrılmak zorunda kalan Camus, bir süre Yoltaire’in görüşlerini benimseyen ve kasaplık yapan bir akrabasıyla aynı evde oturdu. Daha sonra yanlız yaşamaya karar verdi ve çeşitli işlerde çalıştı. Bu arada da Cezayir Üniversitesi’nin felsefe bölmüne yazıldı. 1934’te Fransız Komünist Partisine katıldı. Bu hareketinin kaynağı, Marksist-Leninist öğretisine (doktrinine) desteğine ziyade, İspanya’da daha sonra iç savaşla sonuçlanacak politik duruma duyduğu kaygıydı. Ancak üç yıl sonra , Troçkist suçlamasıyla partiden atıldı. Camus 1934’te Simone Hie’yle evlendi. Simone bir morfin bağımlısıydı ve Camus’yle evlilikleri, Simone’nun sadakatsizliğine bağlı olarak son buldu.

          1935’te “İşçinin Tiyatrosu”nu (Theatre du Travail) kurdu fakat bu tiyatro 1936’da kapandı. Aynı yıl verem hastalığından dolayı Fransız ordusuna kabul edilmedi. Üniversitede, özellikle edebiyatve felsefe alanındaki görüşlerini geliştirmesine yardım eden, kendisi gibi futbol meraklısı öğretmeni Jean Grenier’den etkilendi. Plotinus ve Aziz Augustinus’un felsefi yazılarına dayanarak Yunan ve Hıristiyan düşüncesi arasındaki ilişkiyi inceleyen teziyle 1936’da yükseköğretim diploması aldı.Üniversitede öğretim üyeliği yapmasına olanak verecek agrege(doçentlik) sınavına aday oldu, ama hastalığı yeniden şidditlenmesiyle bu girişimini sonuçsuz bıraktı. Sağlığına kavuşmak için Fransız Alpleri’nde bir tatil yöresine gitti. Bu ilk Avrupa gezisinden Cezayir’e, Floransa, Piza ve Cenova üzerinden döndü.


          1940’ta piyanist ve matematikçi Francine Faure ile evlendi ve 5 Eylül 1945’te Catherine ve Jean adlarında ikiz çocukları oldu. Aynı yıl Paris-Soir dergisinde çalışmaya başladı. II.Dünya Savaşı’nın henüz ” Tuhaf Savaş” olarak adlandırılan ilk zamanlarda bir pasifist olarak kaldı. Ancak bu tutumu Paris’in Alman ordusu tarafından işgali ve 1941’de, komünist gazateci Gabriel Peri’nin gözleri önünde idam edilmesiyle değiştir ve onun da başkaldırmasına neden oldu. Pair-Soir ekibiyle Bordeaux’ya gitti ve aynı yıl ilk kitapları olan “Yabancı” ve “Sisifos Söyleni”ni tamamladı. Camus, Bordeaux’yu 1942 de terk edip Cezayir’in Oran şehrine gitti ve ardından Paris’e döndü.

Edebiyat Hayatı

          Camus II.Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası’na karşı olmuş Fransız Direnişi’ne katıldı ve bu direnişin bir parçası olarak “Combat” adında bir gazete yayımlamaya başladı. 1943’te gazetenin editörü oldu; fakat 1947’de “Combat” ticari bir gazete olunca buradan ayrıldı. Jean-Paul ile tanışması burada gerçekleşmiştir. Savaştan sonra, Santre ve Beauvoir gibi kişilerin buluştuğu Boulevard Saint-Germain’deki Cafe de Flore’u ziyaret etmeye başladı. Bu yıllarda, aynı zamanda Amerika’yı turlayarak Fransız varoluşuğu hakkında dersler verdi.


          Camus, 1949’da vereminin tekrarlaması yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Başkaldıran İnsanéı yayımladı. Bu kitap, Fransa’daki birçok sol görüşe sahip arkadaşı ve özellikle de Sartre tarafından hoş karşılanmadı ve Sartr’la bütünüyle yollarını ayırdı. Kitabının tatsız yorumlarla karşılaması Camus’yü kitap yazmaktan tiyatro oyunları çevirmeye itti. Camus, 1950’lerde kendini insan haklarına adadı. 1952’de Birleşmiş Milletler, Francisco Franco diktatörlüğündeki İspanya’yı üye olarak kabul edince UNECO’daki çalışmalarını durdurdu ve kurumdan ayrıldı. Ayaklanmalarda insan dışı bir sertlik kullanan Sovvet metotlarını eleştirdi. Pasifistliği savunan Camus, idam cezasına savaşını sürdürdü.

          Cezayir Bağımsızlık Savaşı 1954’te başladığında, Camus kendini ahlaki bir ikilem içinde buldu. Bunun nedeni,Cezayir doğumlu Fransızları tasvir ederken kullandığı sıfat olan “siyah ayaktı” tı. Ancak, sonunda savaşta Fransa hümetini savunuyordu.Kuzey Afrika’da başlayan isyanın, aslında Mısır önderliğindeki yeni-Arap emperyalizminin ve batıya saldıran Sovyetler Birliği’nin işleri olduğunu düşünüyordu.Cezayir’in özerk, hatta bir federasyon olamasını savunuyordu, fakat bütünüyle bağımsızlığını desteklemiyordu. Öte yandan, Araplar’la “siyah ayak”ların beraber yaşayabileceğini düşünüyordu. Bu kriz sırasında ölüm cezasına çarptırılan Cezayirlilerin kurtulması için gizlice çalıştı.


Ölümü


          Camus, 4 Ocak 1960’ta, Sens yakınlarındaki küçük Villeblevin kasabasında “Le Grand Fossard” isimli bir yerde geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. Daha sonra mantosunun cebinde bir tren bileti bulunmuştur. Büyük bir olasılıkla, Camus gideceği yere trenle gitmeyi planlamıştı; fakat arkadaşıyla birlikte arabayla dönmeyi tercih etti. İronik biçimde, Camus daha önce en absürt ölüm şeklinin ne olduğu sorulduğunda, araba kazasında ölmeyi bunlardan biri olarak nitelendirmişti. Kazanın gerçekleştiği Facel Vega marka otomobilin sürücüsü ve yayımcı dostu da Camus’yle birlikte hayatını kaybetti. Camus Lourmarin Mezarlığı,Lourmain, Vaucluse, Provence-Alpes-Cote d’Azur’de gömülmüştür.Camus’nün ölümünden sonra telif hakları Camus’nün çocukları olan, Catherine ve Jean Camus’ye devredildi. Ölümünden sonra 1970’te “Mutlu Ölüm”, 1995’te de öldüğünde hala bitmemiş olan “İlk Adam” yayımlandı.

Değişen Dünya, Değişen İnsan

Gün içerisinde çeşitli maskelerle dolaşırız farkında olmadan. Kiminin iş hayatı, kiminin eğitim hayatı, sosyal vesaire derken çoğu kez hepsini bir arada yaşarız. Dünya eskisi kadar yavaş değil, ya da hızlandıran etmen bizden oluşan insanoğlu. Peki değişen dünya ile değişen insan aynı mı?

     Her şey onunla başladı, evet Benjamin Franklin’in şimşeklerin elektrik yükü ile bağlantısının olabileceği, daha öncesinde İngiliz Fizikçi William Gilbert pozitif ve negatif akımları ayıran elektrostatik jeneratörler üretmesi ile ilerlenen çağ: Elektrik Çağı. Bu zamana kadar insanoğlunun genel manada derdi beslenme ve barınmaydı. Yüzyıllar ufak değişimler ya da siyasi değişimleri barındırıyordu bünyesinde. Sadece yaklaşık üç yüzyılda o kadar büyük değişimler oluştu ki, 1600’lü yıllardaki bir bireye bugünleri anlatsak, fragman geçsek elbette ‘delirdi bunlar’ derdi. Tüm bunları neden anlattığımıza gelelim. Aslında elektrik, teknoloji bu yazı için bir araçtı. Hızlı değişimden ve insanoğlunun bu değişime ‘nasıl ayak uydurabildiği, ya da ayak uydurabiliyor mu gerçekten?’ bunu sorgulamak. Görüntülerimizin ötesinde çok kompleks varlıklarız. Moda bile 70’lerin, 80’lerin, 90’ların diye ayrılırken şimdilerde geçen yıl trendi şu pantolon, bu yıl şu renk ön planda vs. diye anılır durumda. Her mevsimin modası bile bambaşka iken insanoğlunu es geçemezdik elbette.

     İnsan kaynakları literatürlerinde , 1900’lü yılların başı ila 1946 yılına kadar olan dönemi ‘Gelenekseller’; 1946-1963 yılları arası doğanlar ‘Baby Boomer’; 1963-1981 yılları arasında doğanlar X kuşağı; 1981-2000 yılları arasında doğanlar Y kuşağı; 2000 ve sonrası için çeşitli kuşak sınıflandırmaları yapılıyor olmakla birlikte Z kuşağı diye adlandırılır. Ve kuşakların böyle değerlendirilmesinde tüketim, iletişim vb. konulardaki tercihlerinin ve çalışma yaşamı içindeki davranışları ile beklentileri birbirine bağlar ve kuşaklar arası bu saydıklarımız birbirinden farklılaşır. Teknolojinin hızı, kuşakların oluşumu derken aslında bir konunun üzerine düşmekte eksik kaldık. Ya da şöyle söylemek gerekirse alanın uzmanları ve kısıtlı kitleye ulaşan bir psikoloji alanı vardı. Çok kısa zamanda inanılmaz hızda insanoğlu değişime uğradı ve buna belki ayak uydurulabildi, ya da Gelenekseller ve Baby Boomer gibi kuşak insanları bu hıza yetişemedi. Önceliklerin etkisi elbette fazlaydı ancak her dönemin insanının mental yapısı birbiri ile aynı zamanda farklılık gösterdi. 1940 Türkiye’sinde doğan bir bireyin 1990’lı yıllarda doğan bireyden gereksinimleri elbette farklılık gösterecekti.

     İnsan psikolojisinin en temel teorilerinden biri olan Maslow’un Gereksinimler Hiyerarşisi’nde insanoğlunun fiziksel ve psikolojik özelliklerinden yola çıkılarak bir ihtiyaçlar hiyerarşisi vardır ve bir alt seviye tamamlandıkça üst seviyeye çıkılır. Bu iniş çıkışlar zamanla değişebilir, tamamen ihtiyacı yerine getirmekle alakalıdır ve kişilik geliştirme düzeyini belirler. Hiyerarşi de şu şekildedir;

  1. Fizyolojik gereksinimler (nefes, besin, su, cinsellik, uyku, denge, boşaltım)
  2. Güvenlik gereksinimi (vücut, iş, kaynak, etik, aile, sağlık, mülkiyet güvenliği)
  3. Ait olma, sevgi, sevecenlik gereksinimi (arkadaşlık, aile, cinsel yakınlık)
  4. Saygınlık gereksinimi (kendine saygı, güven, başarı, diğerlerinin saygısı, başkalarına saygı)
  5. Kendini gerçekleştirme gereksinimi (erdem, yaratıcılık, doğallık, problem çözme, önyargısız olma, gerçeklerin kabulü)

     Evet teknoloji dedik, hızla ilerleyen dünya dedik, kuşaklardan bahsettik ve ihtiyaçlara girdik. Az önce de belirttiğimiz gibi bir üst basamağa atlayabilmek için alt basamağa başarmak gerek, eksik olmaması gerek, tüm bunlar bireyin kişiliğini olumlu-olumsuz anlamda değiştirmektedir.  Psikoloji bilimi teknoloji gibi somut bir alan değildir. İnsanoğlu 300 yıl önce de fizyolojik gereksinimlere ihtiyaç duymaktaydı, güven hissi yaşamak isteği taş devrine kadar da dayanır üstelik. Bu karşılaştırmalar sayısız şekilde çoğaltılabilir ancak insan psikolojisi bilinen bir gerçek olmasına rağmen ya hep arka plana atılmıştır, ya sonraya bırakılmıştır veyahut belki de hiç dönülmemiştir. Kendi kitlesi arasında sıkışık kalmıştı ancak son yıllarda çeşitli çalışmalar, çeşitli aydınlanmalar, teoriler, terapi çeşitleri ile gün yüzüne çıktı. Gün içerisinde ortam-rol değişimleri sıklıkla duyguları stabil tutmaya, ya da baskılamaya -gün yüzüne çıkarmaya neden olurken de psikoloji vardı. Sevilirken de, mobbing uygulanırken de insanoğlunun psikolojisi vardı, ancak hep uzakta kaldı. Sanki sinek vızırtısı gibi kaldı.  Geçmişi fazla olan bu bilim alanı hakkında konuşulacak çokça konu, sorulacak soru ve öğrenilecek milyon tane bilgi var. Ama en ilkel boyutu ile Maslow’un bu hiyerarşisini değerlendirdiğinizde siz neredesiniz? Gerçekten kendinizi tamamladığınızı düşünüyor musunuz? Ve son olarak şu soruyu da kendinize sormanızı istirham edeceğim, her kuşağın kendini tamamlama şekli aynı mı? Bol beyin fırtınaları.. ?

Unutmak Üzerine

İnsan kelime manasıyla;

Toplum halinde bir kültür çevresinde yaşayan, düşünme ve konuşma yeteneği olan, evreni bütün olarak kavrayabilen, bulguları sonucunda değiştirebilen ve biçimlendirebilen canlı

demekmiş. Peki, bu hakikatte böyle mi? Düşünme yetimizi bu denli kullanabiliyor muyuz? Ya evreni tam olarak kavrayabilme? Bulguları değiştirme mi yoksa kendimize uyarlama mı? Şu güne kadar yaşayan insanların yüzde kaçı verdi ki bu tanımın hakkını?

Konumuz bu soruların biraz dışında. Ama en azından bu konuda biraz düşünmek hepimize iyi gelecektir.


Arapça’ya merak saldığım bir dönemdi. “نسى”(nesa)diye bir kelimeye rast gelmiştim. Biraz eşeleyince ‘unutmak’ olduğunu öğrendim. Arapça’ya vakıf bir arkadaşa bu bahis geçince “Peki dedim “إنسان”(insan) kelimesi tam olarak ne demek?”

İnsan tam olarak UNUTAN demek. Tam manası budur, cevabını aldım.

Bu yazıyı yazmadan evvel de İnternet’ten araştırdığımda o arkadaşın tam olarak doğru bilgi verdiğini anladım. Evet insan kelime manasıyla da Yaratıcının kendini bize tanıttırdığı ve bizi tanımladığı kitap olan Kur’anda geçen şekliyle de ‘unutan’ demek.

Varlık sahasındaki bu tanımın hakkını fazlasıyla verir insan. İlk olarak çok nankördür. Zirveye oynar adeta. Nimet verildikçe de nankörleşir. Sonra bir firavunlaşma haline bürünür bu nankörleşme. Hadi dönüp bakalım hayatımıza. Düşünelim verilen nimetleri.” Ya ne nimeti Allah aşkına? Görmüyor musun halimi? Hayatımda hiçbir şey düzgün değil ki benim” diyorsunuz değil mi? İşte tam olarak bundan bahsediyorum. Nankörlüğün zirve noktası burası. Konuşan sen değilsin ama merak etme. Senin iç sesin bu. Hani, sen hiçbir ‘şey’ iken ,sana varlık bahşedeni, sana sevebilme, mutlu olabilme, düşünebilme yetisini vereni düşünmeden; her şeyin zıttıyla bilinebildiği şu dünyada üzüntü olmazsa mutluluk olmaz, çirkin olmazsa güzel bilinmez, en dip var ki en zirve bilinsin gibi varlık-yokluk denklemini çözemeyen o iç ses. Eğer bir “1″ varsa, ya sen de “1” olup var olacaksın, ya da haddini bilip “0” olmayı en büyük lütuf sayacaksın, demeyi unutan o iç ses. En solunda “1” olmadan onlarca

000000000000000000000000

‘ın bir hükmü olmadığı gerçeğine varsa bile, “1” i yanına koymayı kendine yediremeyen o iç ses. Yokluk anında “1” i hatırlayıp, yalvarıp yakaran, varlık anında da ‘varlığı vereni’ unutup, yüzünü dönen o iç ses. Evet,maalesef o iç ses var ve insan olmanın gereği olarak nankördür,unutur.

Çoğu zaman dünyevi telaşla unuttuğunun farkına varmaz bile. Okul, sınavlar, ev geçiminin zorluğu, iş bulma telaşı, işi varsa iş stresi, evlilik, çoluk çocuk derken bir iki dakika nefeslenip etrafına bakamaz olur. Oysa kafasını kaldırıp bir baksa etrafına, hem birçok insan görür imdadına yetişilecek, hem de haline birçok şükür sebebi bulacaktır. Belki bir iki gündür çocuğunu aç yatıran ve bu dertle bir sağa bir sola dönüp uyuyamayan bir babaya el uzatacak, belki işkenceler, çeşitli zulümler nedeniyle gözlerinin önünde annesinin ölümüne şahit olan dört beş yaşlarında bir kız çocuğunun saçlarını okşayacak, belki bugün hasta babasını toprağa veren bir delikanlıya yoldaş olacak, belki elim bir trafik kazası sonucu tüm ailesini kaybeden gence sığınak olacak, belki yemek hakkını bir kişiyle kaçırıp eksi beş derece soğuğu olan sokaklardan olma evine usul usul yürümekte olan ve geceyi aç geçirecek teyzenin kolundan tutup rızkını paylaşacaktır . Acizliğinin bir kere daha farkına varıp, ‘0’ olduğunu bir kere daha ispatlamış olacak, bu acizliğe rağmen tüm kainatın sanki kendine hizmet etmesi için yaratıldığını düşünüp şükür deryasına dalacaktır.

İşte bu yazı başta nankör olduğumuzu kabul edip, ama sonrasında “insan” sözcüğünün bir diğer manası olan arkadaşlık, kardeşlik, yakınlık, dostluk gibi özelliliklerinin hakkını vermek için yol almaya karar verenlere, iç sesini durdurmaya çalışmaya söz verenlere, acizliğini kabul edip her ne olursa olsun kendinden aşağı derecede bulunanlara bakıp şükredebilenlere, en azından bunlara niyet edenlere ve başını kaldırıp etrafına bakabilecek cesareti olanlara ithafen yazıldı.

Şimdilik hoşça K.A.L’ın…

Lalezar Mı, Gülizar Mı ?

Uzak diyarların birinde küpe dağlarının arkasında bir köy varmış. Bu köyde yaşayan insanlar çiçekçilikleri ile tanınırlarmış. Köyün tam ortasından uzunca bir toprak yol geçermiş. Yolun sağ tarafında lale bahçeleri yolun sol tarafında ise gül bahçeleri varmış. Lale bahçelerini eken köylüler kendilerine Lalezar lakabını; gül bahçelerini eken köylüler de kendilerine Gülizar lakabını takmışlar. Bu unvanlarla yüzyıllarca yaşamışlar fakat dost olarak değil rakip ve düşman olarak yaşamışlar. Birbirlerinden alışveriş etmezler, kız alıp vermezler hatta selam bile verip almazlarmış. İki tarafta o kadar kibirliymiş ki Allah’ın verdiği çiçekleri sanki kendileri yaratmışçasına sahiplenip kendi ektikleri çiçeklerin kokuları ve güzel görüntüsüyle övünürlermiş.

Lalezarlardaki kadınların yıllardır devam eden bir kuralı varmış;  Kulaklarına altın küpe takmak. Eğer Gülizarların gümüş küpelerini takan olursa atalarından kalma töreler devreye girer cezası verilirmiş. Gülizarlardaki kadınların da  kuralı da kulaklarına gümüş küpe takmakmış. Eğer altın küpe takan kadın olursa gözünün yaşına bakmadan törelerle karar verilip cezası verilirmiş. Aslında kadınlar hür olarak  istedikleri küpeleri takamadan yaşar giderlermiş.

Lalezarların beyinin bir kızı varmış. İsmi Şehrazat, köşkün tek kızı. Şehrazat’ın ay teni, ince beli, uzun boyu, beline kadar uzun siyah kıvır kıvır saçları ve  bal rengi gözleri varmış. Bal rengi gözleri ile altın küpeleri adeta aynı renkte gibiymiş. Güzelliği, narinliği dillere destanmış. Dışı gibi içi de güzel olan Şehrazad çok naif bir gençkızmış.

Gelelim Gülizarlara. Gülizarların beyinin de bir oğlu varmış. İsmi Nevzar köşkün, tek oğlu. Boylu poslu, siyah dalgalalı saçları omuzlarında kara kaşlı karı gözlü yağız bir delikanlıymış Nevzar. Delikanlılığı, yakışıklılığı, cesareti dillere destanmış.

Şehrazat ve Nevzar birbirlerine sevdalı iki gençmiş. İlk görüşte birbirlerine vurulmuşlar ve kalpleri birbirleri için atmaya başlamış. Ormanda söğüt ağacının dibinde buluşup akıp giden nehri seyrederlermiş. Beraber kavuşma hayali ile yaşarlarmış. Şehrazat aynı masallardaki gibi Nevzar’a hikayeler okur tatlı sesiyle onu büyülermiş. Sevdalı olduklarını kimse bilmez sır gibi saklarlarmış. Zira törelere göre kadının cezası ölüm erkeğin ise sürgünmüş.

Günlerden bir gün Nevzar Şerazat’a  gül şeklinde gümüş küpeler ve bir kırmızı gül hediye etmiş. Şehrazad hemen küpeleri takmış ve gülü koklamış hayatında ilk defa gül kokluyormuş. Gül kokusuna mest olmuş bal gözleriyle Nevzar’a uzun uzun bakmış sanki son bakışı gibi.

 Gümüş küpeler kulağında alelacele köşke dönmüş. Dönmüş ama dönene kar herkes ona bakıyormuş. Şehrazad anlam verememiş eve gelmiş babası kapıda hiddetli bir şekilde bekliyormuş. Zira büyük beye kızı gelmeden haber çoktan gelmiş. “Beyin kızı gümüş küpe takmış. Demek ki Gülizarlardan biri ile görüşüyor. Tüü utanmaz arlanmaz beyin kızıda bunu yaparsa ahali napsın kızını” diye dedikodular başlamış. Töreler belli Beyin kızı da olsa katline ferman verilmiş. Nevzar’a haber uçmuş. Durmadan koşmuş toprak yolu aşmış gelmiş bir de ne görsün Şehrazat boylu boyunca yerde yatıyor babası tarafından öldürülmüş. Evet büyük bey artık namusunu temizlemiş törelere sadık kalmıştır!

Nevzar’ın dünyası başına yıkılmış dili lal olmuş çökmüş kalmış yere öylece Şehrazat’a bakıyormuş. Şehrazat’ın elinde ona verdiği kırmızı gül duruyormuş. Sonra birden yağmur bastırmış. Şehrazat’ın ölümüne gökler de ağlamaya başlamış fakat lale bahçelerinin olduğu yerde dolu vurmuş ve bütün laleler telef olmuş, yok olmuş gitmiş.

Nevzar törelere göre sürgün edilmiş çöllere. Yarini kaybeden biri için yaşamak zulüm gibiymiş adeta. Dönmüş dolaşmış Şehrazat’ın kabrine gelmiş ve oracıkta ölmüş. Aslında kırmızı gül tutku derler ama bu iki gencin ayrılık sebebi olmuş. Evet seven sevdiğine gül vermişti ama ayrılık kaderde yazılı olunca hasretin önüne geçilememişti.

Bir şeyleri maddiyata ve şekilciliğe vuran insanlar Şehrazat ve Nevzar gibi sonları olmasa da kalben ve ruhen ölülerdir aslında. Bitmek bilmeyen istekler, doyumsuz arzular, gösteriş, riya, samimiyetsizlik, hırs, kıskançlık, rekabet… Bunlar ne sevgi getirir ne saygı ne de huzur.  Elalem ne der düşüncesi ile yaşayan insanlarda kendilerini sonsuza kadar zindana kapatanlardan. Kitabın arasında saklanan kuru gül kimilerine keder verir kimilerine ise sevinç.  Fakat şöyle bir gerçek var ki güllerin yeri kitap sayfaları değil topraktır. Toprağa o kadar güzel tohumlar saçmalıyız ki gelecek neslimiz çağımızın yaşadıklarını yaşamasın. Sözün özü yaşatmak için yaşayalım ki ne güller kurusun ne laleler telef olsun…

Pandora’nın Kutusu

Bugün bir başka mitolojik hikâye ile beraberiz. Hepimiz “Pandora’nın Kutusu” diye bir şey duymuşuzdur elbette. Peki bu Pandora’nın Kutusu nedir diye merak ettiniz mi hiç? Ettiyseniz bugün güzel bir hikâye ile merakınızı gidereceğinize eminim. O zaman başlayalım.

Hikâyenin başlangıcı Prometheus’a dayanıyor. Prometheus kimdir önce ondan bahsedelim. Prometheus bir kahin aynı zamanda bir titandır. Mitolojide, kile şekil vererek ilk insanı yaratan bir kahraman olarak geçer. İnsanı yaratma sebebi Titanlarla yapılan savaşı kazanan Olympos Tanrılarını cezalandırmaktır. Anladığınız üzere bu ceza da insandır.

Prometheus, bir kurban töreni sırasında bir sığırı parçalara ayırmış, iç yağının altına hayvan kemiklerini, postunun altına işkembe içine sarılmış etler ve iç organlarını koyar. Sonrasında Zeus’a gider ve kendi payını seçmesini söyler, geri kalan kısmın da insanlara gideceğini söylemeyi ihmal etmez. Zeus tabii ki iç yağı örtülü olan parçayı seçer ve altında sadece kemiklerin olduğunu görür. Bu olay sonucunda Zeus çok sinirlenir. Prometheus ve insanlara kinlenir. İnsanlara ateş göndermemeye başlar. Prometheus yine yapacağını yapar. Hephaistos’un işliğinden ateşi çalar.

Bunu öğrenen Zeus Prometheus’u cezalandırır. Onu Kaukosos Dağı’na zincirleyip bir kartalı ona musallat eder. Kartal her gün gelip Prometheus’un karaciğerini yer ve her gün karaciğeri kendini yeniler. Zeus sadece Prometheus’u cezalandırmakla yetinmez insanları da cezalandırır. Pandora, Zeus’un emriyle Athena ve Hephaistos tarafından yaratılır. Tanrılar ona güzellik, ikna gücü, zerafet gibi nitelikler verirken Hermes ise ona yalan ve düzenbazlığı verir.

Zeus Pandora’yı Epimetheus’a hediye olarak gönderir ve ona bir kutu verir. Pandora beraberinde bu kutuyu da getirir. Kutunun içerisinde her türlü kötülük vardır. Pandora kutunun içerisinde ne olduğunu merak eder ve açar. Kutunun içerisindeki tüm kötülükler yeryüzüne yayılır. Pandora telaşla kutunun kapağını kapar ve kutunun içerisinde sadece umut kalır.

Omaha Canavarı – Heinrich Severloh

Heinrich Severloh

Tarihin külleri arasında bir çok insan ağzı açık bırakacak şekilde işler yapmıştır.

Bunlardan biri de “Hitler’in hızarı” lakaplı bir piyade. Kısa bir yazı ile durumdan bahsedeceğim.

Normandiya çıkarması esnasında Omaha Sahili’nde 352. Piyade Tümeni konuşlanmıştı. Ve Normandiya Çıkarması’nda en büyük kayıplarda bu bölgede yaşanmıştı. 6 haziran 1944 tarihinde o zamanlar 21 yaşında olan Heinrich Severloh üstü açık 62 numaralı direnç noktasında makineli tüfekçiydi. Savaş dönemi düşmanlarına kan kusturan “Hitler’in hızarı” lakaplı MG-42’siyle görevinin başındaydı. O gün, sabah saatlerinde önünde gördüğü ilk karaltıya doğru ateş etmeye başladı. Fark etti ki  Amerikan askerleri etrafını çevirmeye çalışıyordu. Birden yoğun karşı ateş başladı. Mevzide ki arkadaşlarının yaşamadığını fark ettiğinde yaptığı ilk şey mühimmatı kontrol etmek oldu. Yedek cephaneyi hızla etrafına dizdi. Ve çatışmaya başladı. Mevzinin içine dolan boş kovanlar artık beline kadar geliyordu. Zira 7 saat boyunca kendi ifadesiyle yaklaşık 12.000 mermi atarak 2000 küsür, sahile ulaşmaya çalışan müttefik askerini öldürdü ve yaraladı. Heinrich Severloh, 7 saat sonra makineli tüfek mermisi bittikten sonra ölen arkadaşlarının tüfekleriyle 400 mermi attığını da ekliyor. Bugün adı Amerikan kamuoyunda ve İnternet sitelerinde “Omaha Canavarı” olarak bilinen Heinrich Severloh, 6 haziran günü tek başına 2000 üzerinde insanı öldürmüş veya yaralanmıştı.

AH BU BEN

Ah ben nasıl da yaralıyım
Herkese derman olurum diye koşuyorum
Kendimi yarım bıraktığımdan habersiz
Düşününce ne de yorgunum...

Senin gidişine saplanıp kaldım
Aslında çıkmakta istemiyorum
Korkuyorum...
Seni unutursam diye...

Ah ben, yaşama özürlüsü adam
İçinde seni hala seven Ve;
Bir yüzünü görmeye ölümü seçen,
Akıllanmaz uslanmaz adam.

Gidişinin ardından bir ömür geçti
Durup bir diyemedin ya giderken
Aslında bende sevdim diye..
Öldüm de farkında değildim.

Ah bu ben; çok yorgunum,
Ve;uyuyorum.
Ne olur uyandırmayın...

Apartmanlar

Etrafını çevreleyen apartmanlar arasında, birden, içinde bir ürperme duydu. Bünyesini bir huzursuzluk kapladı. Ne olduğuna anlam veremedi. Sebebi neydi birdenbire içinde baş gösteren bu korkunun? Korku muydu? Ne var ki zihni, bunu düşünmesine olanak tanımıyordu. Şu an fark edebildiği tek şey, apartmanlara baktıkça içindeki huzursuzluğun büyümesi ve dehşet verici bir şeye dönüşmesiydi. Hemen eve varmalıydı. Kendisini çepeçevre kuşatan apartmanların ruhunda yarattığı bu bilinmez buhranlardan sıyrılmasının koşulu, bedeninin apartmanların arasından sıyrılması olabilirdi. Bu kuvvetli bir olasılıktı. Diğer olasılıkları da değerlendirmek istedi ama zihni buna izin vermiyordu. İlk çareyi düşünürken bile beyninin saliseliğine teklediğini hissetmişti. O an, saniyenin belki yüzde birini kapsayan o an, her şeyi unutmuştu sanki. Kimliğini, tam o an ne yapıyor olduğunu, apartmanların neyi ifade ettiğini… Gözleri ağrır gibi olmuştu, boynu hissizleşmişti sanki. Ne korkunç saliselerdi ama! Sanki biraz daha çoklu düşünce uygularsa fişi çekilip kasılmış bir şekilde yere yığılacakmış gibi hissetmişti. Zihni birden fazlasını kaldıramayacakmış gibi… 

Düşünmeyerek bu sokağı bitirmeye bakacaktı. Zaten tüm bunlar olurken yürümeye devam etmişti. Gözlerini apartmanlardan uzak tutmaya çalışarak kendine telkinler vermeye başladı kısık bir sesle:

“İyiyim, iyiyim, iyiyim, iyisin, tamam, iyisin, sorun yok”

***

Evin önüne geldiğinde biraz daha iyiydi. Yine de birden fazla olguyu düşünmemeye özen gösteriyordu. Yüzünden bir tedirginlik seziliyordu. Elini cebine atıp anahtarı çıkardı. Dış kapıyı açıp içeri girdi. İki katlı müstakil bir evde oturuyordu. Uzun koridoru yürüyüp ayakkabılarını çıkardı. Merdivenleri çıktı ve çelik kapıyı da açtı. İçeri girdiğinde biraz daha rahatladığını hissetti. Sıcak bir şeyler içmek istedi. Mutfağa gitti. Su ısıtıcısına su doldurup ısıtmaya bıraktı. Elini tezgaha dayayıp yavaşça fokurdamaya başlayan su sesi eşliğinde düşünmeye başladı. Bugün evden çıktığında kulaklığını evde unutmuştu. Bu yüzden eve yürürken müzik dinleyememiş, epey düşünmek zorunda kalmıştı. Her yanını apartmanların sardığı o sokaktan geçerken de apartmanlara bakıp Her birinin içinde kim bilir neler yaşandığını düşünmüştü. Yaşadığı huzursuzluk dolu anlar bunu düşündükten sonra olmuştu: 

“Bilinmezlik mi korkuttu beni? Her bir apartman dairesinde neler yaşanıyor olabileceğini bilememekten mi? İnsan bilmediğinden korkmaz mı? Yoksa başka bir çağrışım mı? Evet çağrışım olduğu kesin. Korku dolu anları yaşarken, çok küçükken oynadığım bir oyuncağımın, çok kısa süreliğine beynimde bir flaş gibi patladığını hatırlıyorum. Ufak tefek yeşil bir araba. Yeni taşındığımız dairede alt komşu ziyarete gelmişti de çocuğuyla bu araba için kavga etmiştik. Arabayı kafama vurunca nasıl ağlamıştım annemin kucağında! Bu çocuklar ne aptal. Hem çok küçüktüm hala nereden hatırlıyorum?”

Düşüncelere öyle dalmıştı ki su ısıtıcısının, işini bitirdikten sonra butonundan çıkardığı sesle fena halde irkildi. Böyle ufak şeylerle hiç irkilmezdi oysa. Belirgin bir şekilde yutkundu. Kupaya suyu doldurdu. Sallama adaçayını koydu içine. Arkasına dönüp yemek masasına oturdu. Kupayı önüne koydu. Aşırı yavaş hareket ediyor, fazlasıyla dalgın olduğu her halinden belli oluyordu.

“Her biri nerden baksan yirmi kat var vay anasını her katta en az iki daire desen kırk tane aile var her birinde. Aileler en aşağı dört kişi ufacık alanda 120 insan ne demek insanın olduğu yerde kaos olur. Çok insan çok kaos demek iki çocuk bile hemen kavga ediyor mevzu da yeşil araba insanoğlu ne kadar pislik hem daha iki yıl öncesine kadar o apartmanların çeyreği kadar olmayan binalar vardı orada. Bünye bu kadar çabuk değişimi kabul eder mi değişim zaten sıkıntı. Bir film vardı ne de acayip ismi “Silgikafa”. Oradaki adam trenlere falan bakınca suratını nasıl da korku kaplıyordu rüyasında kafasını silgi şeklinde görüyordu makineler silgi kafasını kesip duruyordu. Ama ben sanayileşmeden korkmam ki zaten film yetmişlerde çekilmiş dönem apayrı benim durumumla alakası yok nereden geldiyse aklıma. Dördüncü katta ışık yanıyordu acaba orada bir kadın kahır çekiyor olabilir miydi ki belki musmutlu bir aile meclisi vardı ama koskoca bina kim bilir kaçı mutlu da kaçı hayattan nefret ediyor hem apartmanın herhangi bir dairesinde silgikafayı izleyen biri var mıydı acaba”

Gözlerini kapatıp kafasını hızlıca sağa sola salladı. Dağılmalıydı! Hepsi dağılmalıydı bunların. Hah! Kafa sallamayla da dağılır mı? Bırak be!

Peki ya boynu? Ne değişik bir his olmuştu öyle! Çağrışımlar, bilinmezlikler, huzursuzluklar ve düşünce zelzeleleri… Tüm bunların gözlerine ve boynuna nasıl bir etkisi olabilirdi ki? Her şeyi fazla mı büyütmüştü yoksa gözünde? Olmaz öyle şey!

Çaydan bir yudum aldı ki aşağıdaki kapının kapanma sesini duydu. Sonunda, diye düşündü. Merdivenlere gelene kadarki adımı sayısını tahmin etmeye çalıştı.

“… on, on bir, on iki.” 

Adım sesleri durdu. Tutturmuştu. Gülümsedi. 

“ Maksimum dört saniyede çıkarır ayakkabılarını.”

Üç saniye sessizlikten sonra basamaklara çıkmaya başladığını duydu.

“Maksimum demiştim zaten.” 

Murat çelik kapıyı da açıp içeri girdi.

-Hoş geldin.

-Hoş buldum.

Ceketini asıp mutfağa girdi.

-Su hâlâ sıcaksa bana da koysana bir tane.

-Sıcak…

Kalkıp ada çayının olduğu çekmeceyi açarken Murat’ın gönülsüzce sorduğu soruyu duydu:

-N’aber? 

-Hiç… İyi… Senden? 

-İyidir.

Çayı masada oturan Murat’ın önüne koyup kendisi de karşısına oturdu:

-Çok saçma bir şey yaşadım aslında biraz önce. Anlam veremiyorum hiç.

Murat’ın sorar gibi gözlerini görünce yaşadığı ilginç olayı ona anlattı. Bitirdikten sonra kısa bir süre sessizlik oldu. 

-Bilmiyorum, çok küçükken bir şeye şahit oldum da… Ya da ne bileyim, bir çocuk için kötü sayılacak bir şey yaşadım da travma olarak mı kaldı? Ya da bilinçaltında kalmış bir şeyleri çağrıştırıyor da ben mi anlamıyorum? 

Murat çayına bakarken kafasını kaldırmadan sordu:

-O sırada boynum ağrıdı demiştin değil mi? 

-Yani… Hissizleşti gibi. Anlattıklarımın tek dikkat çekici yeri burası mı gerçekten?

Epeyce süren sessizlikten sonra Murat hafif buğulu bir sesle anlatmaya başladı; gözleri sağ eliyle tuttuğu çayın üzerindeydi:

-Evde tektim bir defasında. Huyum da değildir normalde ama sırtüstü uyuyakalmışım. Böyle… Boynumu koltuğun kenarında sert bitime koymuşum. Koltuğun gerisi de dolu olmadığından kafam aşağıya doğru düşmüş hafiften. Orada öyle ne kadar uyudum bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda bilincim beni terk etmiş gibiydi. Neredeyim, kimim, neler oluyor hiçbir fikrim yok. Ama…

Elini kafasının yanına götürüp işaret parmağıyla havada küçük daireler çizdi:

-Ama bir şeyleri unuttuğumun farkındayım öte yandan. Hatırlamam gereken bir şeyler olduğunu biliyorum. Çok garipti. Neyse ki uzun sürmedi. Çok kısa bir süre sonra kendime geldim. Hatırladım her şeyi. Korkmadım desem yalan olur. Neyse… Boynu sert yere dayayıp kafayı sarkıtınca beyne kan gitmesini zorlaştırdım herhalde. Zihnim bi’ afallamış haliyle. Sen dün gece sırtüstü mü yattın?

Ötekinin yüzü karmakarışık olmuştu. Kızmış mıydı, üzülmüş müydü, şaşırmış mıydı belli değildi. Yutkunup yanıt verdi:

-Evet. Bir kez deneyeyim demiştim. 

-Yapmazsın bir daha. Ben sert yere dayadım, kısa süreli yoğun etki gösterdi. Sen yastığa dayadın, saliselik etkiler yaratmış. Sırtüstü yatacak olursan da boynuna dikkat edersin. 

Ayağa kalkıp çaydan iki-üç yudum daha aldı. Bardağı tezgahın üstüne koydu ve devam etti:

-Her şeyi de öyle bilinçaltına falan yorma. Bazen her şey basittir. Ben çok yorgunum, uyuyacağım. İyi geceler. 

Murat odasına gitti. 

Öteki masada tek kıpırtı göstermeden oturuyordu. Kaşlarını çatmış çayına bakıyordu. Odaklandığı için mi kaşlarını çatmıştı, öfkeli miydi belli olmuyordu. 

“Sığ herif ne olacak anca böyle basit düşünür. Ama insanları böyle hor görmek çok yanlış hem sen kimsin ki herkesi vasatlıkla suçluyorsun bu ne kibirdir nasıl başa çıkacağım bu kibirle. Ama olmaz ki her şeyi nasıl da küçük bir şeye indirgedi ne anlar o ruhsal sıkıntıdan boyunmuş! O benim arkadaşım bu düşünceler çok kirli yeter!”

Avuç içlerini iki şakağına koyup bastırdı. Birkaç saniye sonra ellerini indirip ayağa kalktı. Çayı alıp tezgaha koydu ve hızlı hızlı odasına yürümeye başladı. Uyumalıydı.
Yatağına oturdu.
“Peki ama yeşil araba… Apartmanlardaki insanların ne yaptığı… Bunlar sebep olmadığına göre basit birer tesadüfler miydi?” diye geçirdi içinden. Ama bunlar önemsizleşmeliydi artık.
Yatağa girip üstünü örttü. Sol tarafına döndü. Sol yanağını yastığa dayadığından iyice emin olduktan sonra gözlerini kapattı.

Vasıfsız Eleman

Yıllardır ‘okuyorum’ diyerek bir ustanın yanında zanaat öğrenmemiş ve şu an vasıfsız bir işsiz olarak bu konuda bir şeyler yazmak istedim.

İşsizlik Macerası

Üniversite mezunu olup da bir iş bulamayan, KPSS’den yeterli puan almasına rağmen atanamayanlardan da söz ediliyor.

Okuduğu bölümden çok farklı bir meslekte ömrünü geçirmiş olanlar da mevcut.

Onlarca çeşidi olan sınavlardan bunalıp ne yapacağını şaşırmış, geleceğe kaygıyla bakan bir genç nüfus da var…

Bu karmaşanın içinde acaba ben neredeyim diye kendime sormadan edemiyorum.

“Ülkemizde işsizlik yok, iş beğenmeme var!” diyen ihtiyarlar gördüm. Gerçekten de insanlar rahat, masa başı bir iş arıyor ve bu sebeple genellikle işsiz mi kalıyor?

Zihnimi kurcalayan bu onlarca şey ile ben ne yapacağım?

Mahmut Yıldırım

Tıpkı

Kanmak;ruhunun derinindeki,duyduğunu sandığın o kokuya. Tıpkı korkmak gibi kanılmış bu kış vaktinin,ilkbahar hiçsizliğinin apaçık ortası. Korkusunu bildi de kokusunu kimsesizliğine katamadı insan…kandıramadı. Gitmişliğin kokusundaki geçmişi “gelmiş”sandı…tıpkı yanılmak gibi. Tanımadan bilme imkansızlığının bir kaç adım ötesinde kalan bir avuç koku…tıpkı bilinmiş-miss- gibi. Kanmak,bunca gerçekliğin içerisindeki duyduğunu sandığın kömür kokusuna…  yanılgı; tıpkı kömür karasında yanmak gibi. Sağır olunan hasret tükenirliğini görmezden gelmek…tıpkı karşılıklı bir bilinmez veda gibi. 

Ben Bu Gece

Ben bu gece; bir yağmur damlası olmak isterim
Bulutlarda dolup suya hasret yavrulara taşmak
Bütün varlığım yeryüzüne yağsın isterim
Hiçbir çocuğun kurumasın dudakları susuzluktan
Hiçbir anne, baba gözyaşı dökmesin isterim
Hiçbir ağaç yeşilliğini esirgemesin, kuruyup gitmesin
Hiçbir toprak yalnız başına kalmasın isterim

Ben bu gece; bir kar tanesi olmak isterim
Bembeyaz olsun, örtü gibi uzansın isterim kollarım yeryüzüne
Pencereden bakan bir çocuğun; yapacağını hayal ettiği kardan adam
Yusyuvarlak yapmaya çalışırken sürekli parçalanan kartopu olmak isterim
Koskoca biz buz dağı olmak isterim, eriyen buzullara yayılır tüm bedenim
Herkes aynı anda yudumlasın kahvesini, akıllarda yalnızca
Kaç kat giyinsem derdi olsun isterim,
Çıplak ayaklarla soğuktan, zatürreden ölen canları kurtarmak..

Ben bu gece; barış olmak isterim
Bugüne değin vurulmuş başlara bir tüy hafifliğince dokunmak
Silahların namlularına bir daha açılmayacak mühürler vurmak isterim
Bombaları, füzeleri bir bir toplayıp yok etmek
Her bıçağı, kılıcı eritip heykeller yapmak isterim
“Şiddet” kelimesini her sözlükten, her akıldan bir bir silmek
“Savaş” kelimesini karanlık geçmişe gömüp saklamak isterim
Yarınlara rengarenk bakacak çocukların gözleri olmak isterim
Her biri için ayrı ayrı gökkuşağı olmak..

Ben bu gece; ölmek isterim
Bir can verip bin cana dönüşmek
Hayalleri çalınan her bir ömre yeni bir gün olmak isterim
Ben bu gece öyle bir ölmek isterim ki;
Benden başkası bir daha ölemesin
Benden başkası yatağından başka yerde yatamasın
Mezarlıklar boş, çorak araziler olsun isterim
Her karanlığı ellerimle yıkıp, koskoca bir karanlık olmak
Her atan kalbin bir ritmi de ben olmak isterim
Ben bu gece, gece güneşi olmak isterim, bir daha batmayacak
Ölüm benimle baş başa kalsın, gözleri kapanmasın isterim bir daha
Hiçbir can’ın

Ben bu gece; duyulacak son utanç olmak isterim
Çünkü şairin de dediği gibi;
“Öyle ölüler vardır ki, ben onların öldüklerini düşündükçe, vakit olur, yaşadığımdan utanırım.”
Hiçbir yaşam diğerinden üstün olmasın isterim
Herkes aynı yaşasın, herkes aynı havadan solusun
Herkes yaşama sımsıkı tutunsun
Doğum oranı, ölüm oranından fazla olsun isterim
Haberler; gülüşen çocuklardan,
Mutlu insanlardan,
Hayallerini kaybetmemiş gençlerden ibaret olsun isterim
Yalnızca insanlar değil, her canlının sevgiyle bezenmesini isterim
Her canlının sevgiyle
ve BİRLİKTE
GÜZELCE
Yaşamasını isterim

Ben bu gece; son gece olmak isterim
Her gün bir diğerinden daha aydın olsun..

Hayata Farklı Bir Pencere: After Life

Hem dizi izlemek hem de bu dizinin size farkı bir perspektif kazandırmasını mı istiyorsunuz? O zaman “After Life” dizisi tam size göre. 🙂

Eşini kanserden kaybeden Tony’nin hayata karşı mücadelesini, tekrar hayata tutunmasını anlatan bu dizinin replikleri öylesine derin ve anlamlı ki, farklı pencereler açıyor izleyiciye. Bugünkü yazımızda bu replikleri sizin için derledik.

“Sahip olduğumuz tek şey çevremizdeki insanlar. Ölmeden evvel birbirimize mücadelemizde yardım etmeliyiz.”

“Mutluluk harika bir şey. O kadar harika bir şey ki o mutluluğun senin olup olmaması önemli değil.”

“Hiçbir şeyi değiştirmezdim. Geri dönüp bir şeyi değiştirirsem belki o kötü şeyin beni ulaştırdığı iyi şeyleri de kaybederdim…”

“O acı çekmiyor. Her şeyin bitmiş olduğunu bile bilmiyor. Ben biliyorum ama onun beni özleyerek yaşamasındansa ben onu özleyerek yaşamayı tercih ederim. Onu bu kadar seviyorum.”

“Bir toplum, yaşlı adamların gölgesinde asla oturamayacaklarını bildikleri ağaçları dikmeye başladığında gelişir.”

“-Eğer ateistsen, cennet ve cehenneme inanmıyorsan neden istediğin kadar cinayet işleyip tecavüz etmiyorsun?.”
-Ediyorum. İstediğim kadar cinayet işleyip, tecavüz ediyorum. Yani hiç.”

“Bir şey olunca hemen ona anlatmak için koşuyorum, sonra hatırlıyorum ki o artık yok. Paylaşmayınca her şeyin kıymeti azalıyor.”

“İyi insanlar başkaları için iyi şeyler yaparlar. Hepsi bu.”

“Perdeleri aç. Henüz yapabiliyorken, güneşin tadını çıkar.”

‘Günün birinde son yemeğini yiyip, son çiçeğini koklayıp, bir arkadaşına son kez sarılacaksın. Son kez olduğundan haberin olmayacak. O yüzden, sevdiğin her şeyi tutkuyla yapmalısın. Kalan yıllarının kıymetini bilmelisin. Çünkü devamı yok…”

Gel/sen

{"total_effects_actions":0,"total_draw_time":0,"layers_used":0,"effects_tried":0,"total_draw_actions":0,"total_editor_actions":{"border":0,"frame":0,"mask":0,"lensflare":0,"clipart":0,"text":0,"square_fit":1,"shape_mask":0,"callout":0},"effects_applied":0,"uid":"F203FE72-BCCB-4244-A08E-94CE8DEFB6FA_1581860386629","width":3464,"photos_added":0,"total_effects_time":0,"tools_used":{"tilt_shift":0,"resize":0,"adjust":0,"curves":0,"motion":0,"perspective":0,"clone":0,"crop":0,"enhance":0,"selection":0,"free_crop":0,"flip_rotate":0,"shape_crop":0,"stretch":0},"remix_data":[],"source_sid":"F203FE72-BCCB-4244-A08E-94CE8DEFB6FA_1581860386667","origin":"gallery","height":3464,"subsource":"done_button","total_editor_time":18,"brushes_used":0}

Merhamet kuyusunda saklıydı sevgim

Kuyu karanlıktı, bekledim seni.
Yaşadıklarımla yaşlanan yüzümle bir istasyon gişesinde bekledim.

Sevgim, kemikli bir sevgi

Özledikçe içime batan 

Dinle beni 

Bir şarkı yazalım özledikçe birbirimizi

dinlerim/iz

Bir kelime türetiriz 

Kalbimize açılan kapının parolası olur

Sonra ağaç dikeriz 

Beton binalar arasına

Bunalırsan bir gün kalabalıktan 

Soluklanırsın

Nane limon kaynatayım sana 

Havalar bir soğuk bir sıcak

Soğur mu sen gelene kadar? 

Bilmiyorum

Ama gelirsen 

“Kelimelere yeni anlamlar katarız.”

Olmaz mı?

Kelimeler duvarlar örmesin aramıza

Nasıl göreceğim gözlerini

Duy sesimi

Beni bıraktığın yer koyu bir karanlık

Bense karanlıkta ilmek ilmek dokudum sevgimi

Bir ters bir düz 

Karanlığa ilmek ilmek yürüdüm

Şimdi en aydınlık yer seni beklediğim sokak

İyi kiler biriktirdim içimde 

Tüm keşkelerine inat

Ama sen 

Hem vardın hem yok

Her masalın başlangıcı gibi

Hatırla ve unutma 

Tüm masallar mutlu sonla biter.

Gül ve Ölüm

Bir inilti kasırgası bahçemde

Gelip konuyor serçe parmağıma,

Yaralı bir bülbül kanadında taşıyor

Yaşamak bildiğim mutlak endişeyi

Ve bağrında getirdiği gül yaprağıyla

Yaralarımı sarıp öpmek istiyor.

Hayat ve aşk diliyor acısız,

Zehri söze çeviren dilimden.

Gözüne perde inmiş bülbülün 

Ölüm bekler gülün dikeninden!