17.3 C
İstanbul
Pazartesi, Haziran 16, 2025

Kördüğüm Gibi

Bir sıcak haziran gecesi
Yaktın gözlerinle içimi
Kor ateş gibi.

Güneş rengi saçlarını
Doladın ruhumun girdabına
Sarmaşık gibi.

Görünce göz bebeklerini
Boşaldı gözümden yaşlar
Sağanak gibi.

Her gece geldim sana
Alevli ateşten cennete
Koşuyor gibi.

Ürkütüyor yokluğun
Korkunç bir kabustan
Uyanır gibi.

Seninle gülen gönlüm
Sensiz, bir uçurumdan
Düşüyor gibi.

Titriyor ellerim yokluğunda
Zemheri soğuklarda
Üşüyor gibi.

Aklıma düşünce gözlerin
Kesiyor damarlarımı
Kör bıçak gibi.

Senin olmadığın her yer
Sanki kimsesiz bir
Mezarlık gibi.

Yokluğun dolandı ayaklarıma.

Ruhumu sana bağladım
Çözülmesi imkansız bir
Kördüğüm gibi.

3-2-1 Tutuluyoruz

Pazar günü gerçekleşecek 21 Haziran Halkalı Güneş Tutulması

Yeniliğe başlamak için inanç ve umuda ihtiyacımız var. Yaşam Kaynağı Güneş, 21.06.2020 tutulmasıyla bu umuda, bu duruma dikkatini çekmek istiyor olabilir bence.

21 Haziran günü Türkiye’de sabah saatlerinde Yengeç Burcunda 0 derecesinde gerçekleşiyor olacak. Ülkemizde en net Hakkari’de gözlenecek olduğu astrologlar tarafından söyleniyor.

Güneş tutulması TUG BİTOM’dan canlı olarak yayınlanacak!

TÜBİTAK Ulusal Gözlemevi, Bilim Toplum Merkezi (BİTOM) saat 07.45’ten itibaren bu tutulmayı TUG YouTube kanalından canlı olarak yayınlayacak. Hava koşulları uygun olursa yayın saat 09.23’e kadar sürecek.

21 Haziran 2020’de gerçekleşen tutulma Kuzey Hindistan, Afrika, Güney Pakistan ve Çin üzerinde etkili olacak. Tutulma buralarda etkili olacağı için bu ülkelerde önemli olaylar beklendiği astrologlar tarafından ifade ediliyor.

Tutulma Etkili Yeni Hafta

• Bu hafta duygusal konulara, aile kavramına, güvenliğimize daha önem veriyoruz!

• Tutulmanın etkileri (farkında olsak da olmasak da) hafta başında hissedilirken 1 gezegenin daha, Neptün gezegeni, gerileyen gezegenler kervanına katıldığından haberdar olalım!

• Ailemizle bağlarımız, yeni bir aile kurmamız, evimizi yenilemek ya da gayrimenkul alanlara yönelik hedeflerimiz, duygusal açıdan huzurlu ve güvende hissedilmek isteyişimiz, alışkanlıklarımız, hayatımızdaki sınırlar ile ülkemizdeki sınırların güvenliği ile ilgili konularda hayatlarımıza, içimizdeki dünyaya ışık tutabileceğini sizlerle paylaşmak isterim!

Kadersel öneme sahip tutulmalar hayatlarımızda büyük değişimleri yaratır.

Astrolojide özellikle Yengeç, Oğlak, Koç, Teraziler ve 0-5 derece arası bu burçlarda iç gezegen yerleşimi olanlar büyük değişimi alacak burçlar arasındadır.

Bugünkü tutulmanın üzerimizde psikolojik etkisinin varlığından söz edebiliriz. Bitişler, aile toplum baskısı, geçmişe saplanıp kalmak, maziyle yaşamak, bize ayak bağı olan konu ve kişilerden uzaklaşmak hayatımızda söz konusu olabilir. Duygusal med-cezirler, içimizde güvene karşı açlık ihtiyacı hissedebiliriz de… Belki farkına varmadığımız bu tür durumları yaşıyoruzdur.

Tutulma Mottosu

 

Negatif enerjilerin sisini ve pusunu bugünden itibaren olumlu düşüncelerin huzurunda yaşam alanımızdan uzak tutalım. Değişime, yeni ufukları keşfetmeye ve ruhsal açıdan tekamül etmeye açık olalım, olalım ki bu kısır döngüden kurtulalabilelim. Akışa direnmeden, ilahi plana güvenerek, teslimiyette, hayatı ve insanları kabullenmelerin gücü adına, içe dönerek seyre dalalım…

Tüm pozitifliğinizle içinizdeki ışığın özüyle, önümüzdeki günlere ve bir başka tutulmalara sımsıkı bir inanç ve ümit ile tutulmak üzere… ?

 

 

Bu Bahar Çocukluğuma Dönelim

Yıkılmışlığı, yenilmişliği ve derdi

Ne varsa kanatan içimizi, bir kenara bırakalım.

Bu bahar çocukluğuma dönelim.

 

Durgun denizleri, kalabalık şehirleri geçelim.

Acıyan, acıtan, kanatan ne varsa hepsini boş verelim.

Papatyalar açtığında biz çocukluğumuza dönelim.

 

Soğuk mevsimler üşütür ellerini.

Şimdi hiç çekilmez sıcaklığın rehaveti.

Bilirsin, bahardır aşkın mevsimi.

Ve insanın çocukluğudur en masum hali.

Bir kenara bırakıp içimizdeki çelişkileri,

Bu bahar çocukluğuma dönelim.

 

Biz kuytu köşelerde sevdik birbirimizi.

Biliyorsun ki evlenmek için en az iki şahit gerekli.

Biz birbirimizi gizli saklı sevdik.

Toplumsal kaygıları bir kenara bırakıp, en iyisi

Bu bahar çocukluğuma dönelim.

 

 

Sevgi Evi Yolculuğum

Üniversite’ye başladığım zamanlar ilk hedefim kendi bölümümde en iyi olmak ve kendimi geliştirmekti. Bunun için birçok şey düşünmüştüm ama aklıma yatan da şu oldu; bir arkadaşımın tavsiyesiyle sevgi evlerinde çalışmak. Evet evet Sevgi evinde çalışmak hem de gönüllü olarak. Aklımda deli sorular, bu memlekette kendi memleketimden ayrı bir yerde, bir çocuğun kalbine nasıl dokunabilirim? Bu hayallerim için birçok yerden bilgi almaya çalıştım. Gerek yurt müdürümüz gerek de kendi çevremde gönüllü olarak köy okullarına giden arkadaşlarımdan yardım alarak Sevgi Evleri’ni buldum.
Düşüncem hep şu yönde oldu: “Yolda yürürken hiç tanımadığın birinin sana hafif gülümsemesi bile sana düşündüğün başka bir şeyleri unutturuyor… Hafif gülümsemek kalbimize dokunuyorsa birinin elinden tutmak bence hayatımıza dokunur, hayatta yapabildiklerimizi yapmalıyız, yapamadıklarımız için de yapabilme umudunda olmalıyız çünkü hayalini kurduğumuz hayat bizim en büyük dileğimiz olur. Şimdi neden vazgeçiyoruz, yapamadıklarımızdan mı kaçıyoruz? Hayır, yapabiliriz çünkü bunun dileği elimizde!”
O zaman bu yılın eğitim öğretim döneminin başlarıydı. Ekim ayı artık sonbaharı yaşıyordu her yerde serin güzel bir hava… Bir anda aklıma esti:
– Hadi kalk, dedim kendi kendime. “Bir çocuğun kalbine dokunabilirsin bunun için fırsatın var hayallerin gerçek oluyor…” Kalktım çocuk yuvasına gönüllü öğretmenlik için başvuru yaptım!
Aklımda şimdi de acaba beni kabul ederler mi, ben daha eğitimci bile değilim, daha birinci sınıfım, bana nasıl versinler ki bir öğrenci? Neyse bir umutla bekledim olacak bu ben bu hayalimden vazgeçemem dedim, bir hafta geçti aradan tekrar yuvaya gittim başvurum kabul olundu mu diye. Gittiğim çocuk yuvasında bana söyledikleri canımı çok yaktı.
– Buradaki çocuklara dokunmak çok zor çünkü bu çocuklar hayatları boyunca her şeye yalnız göğüs gerdiler.
Bu sözler beni yine yıldırmadı 1 ay aradan sonra tekrar sevgi evine gittim. Bana verecek bir öğrenciniz yok mu, diye. Başvurum kabul edilmişti ama ders çalışmak isteyen öğrenci yoktu. Aman Allahım bir hayal kırıklığı daha dedim ve kendi kendime çıktım oradan, uzunca yürüdüm nasıl olur bu, nasıl bu çocukları kurtarabilirim, gözlerim dolarcasına sessizce yürüdüm yine.
Bir hafta sonra yine gittim bir umut vardı. Bugün kesin bir öğrenci verecekler bana. İçim içime sığmadı ve gerçekten de ben o gün yuvaya gittiğimde nöbetçi öğretmenle karşılaştım. Her hâlde bu sefer dualarım kabul olacaktı. Karşıma çıkan nöbetçi öğretmen burada ne aradığımı sordu, ben de başladım anlatmaya her şeyi… Nöbetçi öğretmen “Tamam, size ben yardım ederim” dedi, hemen telefona sarıldı ve sonrasında yanıma altıncı sınıf öğrencisi bir erkek çocuğu geldi. Allahım dedim ben şimdi bu çocuğun kalbine dokunabilir miyim? Yapabilir miyim?
Karşıma geçen çocuğa elimi uzattım, “Merhaba” dedim kısık ve güler yüzle. Heyecandan yerinden fırlamak üzere olan kalbimin sesini duymalarından çekindim. Hayatın bütün acılarına rağmen o da güler yüzle merhaba dedi. Nöbetçi öğretmen bizi tanıştırdı. Belliydi, o da beni sevmişti.
Nöbetçi öğretmen ders verilen güzel bir etüt odası gösterdi. Burada ders verebilirsiniz demişti. “Şimdi başlayabilir miyim?” dedim, evet dedi güler bir yüzle. Yoksa hocam istemiyor musunuz? Güzel bir gülümsemeden sonra ilk ders  için oturduk masa başına. Sonra… Hayır, ilk dersten küçük bir çocuğu boğmak olmaz oturup sohbete başladım. Zaten konuşmayı çok seven biriyim, inşallah benden bıkmaz bu çocuk diye iç geçirdim. Ben sadece öğretmen olmak istemedim aynı zamanda abla olmak istemiştim. O da beni ablası olarak kabul etmişti.
Size buraya kadar ders vermek için mücadelemi anlattım. Bana haftada sadece bir saat ders vermem için izin verdiler çok istediğim için kabul ettim ama daha sonra bunu haftada iki ders saatine çıkardım.
Ders vermem güzel gidiyordu, düzenli olarak çalışıyorduk. Bir ders saatinden sonra çocuk “Bir şey isteyebilir miyim abla?” dedi:
– Buyur canım.
– Sana bir numara versem mesaj atabilir misin?
– Kime mesaj atmamı istiyorsun?
– Anneme
– Hmmm…
Neden diye içimden geçirdim aslında ama şimdi sormam doğru olur mu ki acaba? Ama ben seni ailenle konuşturamam ben burada sadece senin için geldim demekle kendimi anlatmaya başladım nedense benim için de zor oldu… Peki olsun dedim. Bir şartla kabul ettim, ağlamak yok ve bir de kimseye bu durumdan bahsetmek de yok demiştim.
Verdiği numaradan görüntülü sohbet ettik karşımda hüngür hüngür ağlayan bir anne… O an kızgınlıkla baktığım kişi nedensiz bir şekilde gözlerimi doldurdu. Ağlayan bir kadın… Neden evladını bırakmak istedin ki! Umut veriyorlardı çocuğa. Seni almaya haftaya dayın gelecek demişti de anlamamıştım… Bir çocuğu koskocaman dünyada tek başına bırakmış bir anne ağlayarak seni tekrar yanıma almak istiyorum diyordu sormak istedim hem de çok istedim ama yapamadım… Yapamazdım böyle bir şeyi. Telefondaki abla benimle konuşmak istedi kabul ettim:
– Merhaba, siz kimsiniz?
– Ben çocuğunuza yapamadığı, eksik kaldığı konularda onu arkadaşlarına yetiştirmek isteyen biriyim.
– Allah razı olsun..
– Merak edilecek bir durum yok oğlunuz iyi siz de iyi olun…
Bunu söylememle kadın ağlamaya başladı. Bana tam 3 defa hakkını helal et kızım dedi karşımdaki neden böyle bir şey istedi benden hem de ağlayarak? Helal olsun teyze, ne hakkım olsun ki sen de helal et demiştim. Karşılıklı hiç tanımadığım biriyle helalleştim, ilginç bir duygu. Ne olduğunu anlayamadan kapattık telefonu…
Aradan 1 hafta geçti. Sevgi Evi’ni aradım, ders verdiğim çocuk yuvadaysa ders vermem lazım dedim. Yurt müdürü yurtta olmadığını, dayısının onu aldığını söylemişti. Herhalde annesinin yanında diye düşündüm peki diyerek kapattım ve diğer hafta tekrar aradım, “Çocuk yurtta mı?”  Hayır cevabını aldım. Sebebini sordum, bu sefer bana yüzüme tokat atılır gibi bir cevap verilmişti..
“Annesi öldü…”
Bizim de taziye için çıkmamız gerekiyor. Bu durumda söylenen bana şaka gibi geldi. Daha 2 hafta önce hiç tanımadığım biriyle helalleştim ve şimdi onun vefat haberini aldım. Bu nasıl olur? Elim titredi, yutkunarak “Peki.” demekle yetinebildim. Telefon kapanır kapanmaz hemen bir arkadaşıma sarıldım ama Sevgi Evi’nde gönüllü ders verdiğimden kimsenin haberi olamadığı için arkadaşıma ağlayarak anlattım.  “Ders vermekten vazgeçiyorum.” demiştim “Ben bu çocukların yüzüne bakamıyorum onlar çok güçlü benim gibi güçsüz biri bu çocukları hak etmiyor.” 2 hafta geçti ama ben de kendimden geçtim hâlâ aklımı toparlayamıyordum. “Ne oldu bana, derslere bir alakam kalmadı, kendi kendimle bile zaman geçiremiyordum, okuduğum kitapları anlamakta zorluk yaşamaya başladım, sohbet ettiğim arkadaşlarımın arasında bedenen bulunsam da aklım başka yerlerde. Bu böyle devam etmemeli, beni mutlu etmiyor çocuklardan ayrı olmak, o çocuğa abla olmalıyım, yapmalıyım, yarı yolda bırakamam! Her ne olursa olsun kabul etmemiştim bu durumu. Kalkıp silkelendim, “Kendine gelmelisin!” dedim. “O çocuğun sana ihtiyacı var.” Hemen aradım yuvayı, çocuk oradaydı dersten çıkar çıkmaz yuvaya gittim. Karşımda o çocuğu görünce hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalıştım ama gözleri dolmuştu. Karşımda sanki çocuk yoktu, koca yürekli biri vardı, dayanamadım sarıldım o da sarıldı ama ağlamak yoktu çünkü bir çocuğun gözyaşları ancak o çocuğun gülüşü olur…

Hadi Gidelim

“İşte gidiyorum çeşm-i siyahım”

Bir yerlere gitmek, hoşuna giderse de orada kalmak için geldi sanırım insan.

Gidiyor muyuz?

Sevdiği bir yere götürülmüş, lunapark mesela, oradan da ayrılmamak için anne babasına yalvaran bir çocuk canlandı şu an zihnimin gözünün önünde.

Nasıl ikna edilebilir ki şimdi bu yavrucak?!

Sermayem derdimdir, servetim âhım!..

Maddi ve manevi olarak (mal) varlığımı düşünüyorum…

Ne eserler bıraktım? Hangi miraslara ‘kondum’?!

Dost beni bıraktı âh ile zârda!..

Bir âh edişinde bile ne kadar samimisin diye soruyorum şu an kendime. Başını önüne eğdi. Sesi kesildi hemen.

Ötmek istiyorum viran bağlarda…” dedi minik bir kuş.

Korkmaz mısın yüreciğim/yavrucuğum o tür yerlerde şimdi sen?

“Güldün Mahzuni’nin berbat hâline!”

Varsın gülsünler!.. Biz seni biliyoruz.

Kendimle biraz daha konuşmama vesile olan türkü…

Gerçeklere Yolculuk: Yarına Tek Bilet

Hayatınızda hiçbir trene biletsiz bindiniz mi? Yok yok, siz hiç bir trenle gerçeklere yolculuk yaptınız mı? Olur mu öyle şey demeyin. Bu tren sizi gerçeklerle buluşturuyor.

“Yarına Tek Bilet” filmi 19 haziranda Netflix’te izleyicinin beğenisine sunuldu. Dilan Çiçek Deniz ve Metin Akdülger’in başrollerini paylaştığı bu film, Ankara’dan İzmir’e tren yolculuğu yapan iki yabancıyı anlatıyor. Fakat bu tren yolculuğu normal tren yolculuklarından biraz daha farklı geçiyor. Leyla ertesi gün İzmir’e varabilmek için biletsiz bir şekilde trene biniyor. Oturduğu yer ise tamamen Ali’ye ait olduğu için Ali geldiğinde kalkmak zorunda kalıyor. Sonrasında Ali Leyla’nın durumuna anlayış gösteriyor ve orada kalmasına izin veriyor. Bu sayede aralarındaki iletişim giderek artıyor. Önce Ali İzmir’e neden gittiğini Leyla’ya anlatıyor. İlerleyen sahnelerde anlıyoruz ki Leyla Ali’nin anlattığı hikâyeye oldukça hakim. Onları bu ortak paydada buluşturan şey yaşadıkları “ihanet” oluyor ve ortaya tüm gerçekler dökülmeye başlıyor.

Filmi izlerken gerçekten zamanın nasıl geçtiğini hiç anlamadım. Merak unsuru epey canlı tutulmuştu. Fakat sonunun daha farklı olmasını dilerdim. Açıkçası sonu beni pek tatmin etmedi. Şu evlerimize kapandığımız günlerde biraz da olsa İzmir havası almak ve bir parça deniz görmek bana iyi geldi. Eminim ki sizlerde izleyince böyle hissedeceksiniz. Eğer müzik listenize eklemek isterseniz diye filmdeki bazı müzikleri aşağıya bırakıyorum.

Don Cavalli – Me and My Baby

Büyük Ev Ablukada – En Güzel Yerinde Evin

Yann Fanch Kemener & Didier Squiban – Duhont’ar ar Mane

Ümit Besen – Nikah Masası

Ercan Saatçi – Sayenizde

Şuraya bir de fragman bırakıyorum. Filmi izledikten sonra düşüncelerinizi bizlerle paylaşmayı unutmayın.

Bütün Mutsuzlar Toplanın!

Mutlu musunuz? O zaman çok da önemli değil. Mutsuz musunuz? O zaman tam yerine geldiniz!

Peki neden? Tolstoy, Anna Karenina’ya şöyle başlıyor “Mutlu aileler birbirine benzer, mutsuz ailelerin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” Keza sadece ailelerde değil insanlarda da böyledir. Mutlu insanların çoğunun ilginç bir hikayesi yoktur. Mutsuz insanların da çoğunun bir hikayesi vardır. Tabi ki mutlu olup hikayesi olan ya da hiç bir sebep ve hikayeleri yokken mutsuz olanlar az da olsa var. Bu yazıda genel olarak mutsuzluğa değineceğiz, mutlulara karışmaya pek de gerek yok, kimseyi durduk yere de mutsuz etmeyelim şimdi.

Bazen hayatın amacının mutluluğu yakalamak olduğunu düşünebiliriz. Mutsuzluktan şikayet edip hayattan zerre tat almadan paha biçilemez, geri dönüşümü olmayan vaktimizi harcayıp dururuz. Sonuç?.. Şimdi bize mutsuzluğun öcü olmadığını, bir fırsat olduğunu hatırlatmak istiyorum. Mutluluk süreklilik arz eden bir duygu ya da durum olmadığı için aslında herkes mutsuzluğu yaşamıştır. Karıştırılmaması gerektiğini düşündüğüm iki kavram ise mutluluk ve huzur. Huzuru bulmak isteriz ve bu bir çaba ister ve bu gösterdiğimiz çaba da bizim hayat hikayemizi yazar. Ama mutlu olmak bir hedef olmamalı. Burada Wilhem SCHMID’e kulak verelim istiyorum.

“Bugün benim günüm değilmiş!” Bunu diyebilenin talihi yaver gitmiş demektir: Zira birçok insanın kötü günü bir günden fazla sürer. En büyük mutsuzluğu yaşamak onların payına düşer ve bunu kendileri seçmemişlerdir. İnsanları sürekli mutlu olmaları gerektiğine inandırmış bir çağda yaşamak, bu durumu iyice ağırlaştırır. İlan panoları “Mutluluk!” diye bağırır. Reklam spotlarıntolstomidydan “Böyle mutlu olursunuz!” kıvılcımları çakar. Broşürler “Daha fazla mutluluk!” vaat eder. Gezi düzenleyen kuruluşlardan “Mutlu olma garantisiyle” yer ayırtabilirsiniz. “Direksiyonu mutluluğa kırmanın yolları” başlığı atan gazeteler, çok geçmeden hayretle sorarlar: “Niçin daha mutlu değiliz?” Yanlış anlamayın: Sadece hayatta kalmak ve ödevlerin ifası değil de mutluluk olabiliyorsa insanın meselesi, bu büyük bir kazanımdır. Peki ama ya mutluluğun kendisi ödev haline geldiyse? Mutluluk normatif bir anlam kazanmış bulunuyor, yeni bir norm nakşediyor insanın alnına: Mutlu olmak zorundasın, yoksa hayatın yaşamaya değmez.”

Burada yazar insanın mutlu olmak zorunda olmadığından bahsediyor. Bilhassa başkalarına mutlu olduğumuzu göstermek için mutluluk peşinde koşmanın hayatımızı mahveden asıl mesele olduğunu ortaya koyuyor. Önemli olan neye sahip olduğumuz değil, sahip olduğumuzla ne olduğumuz. Bir adamın bin arabası olsa da gözü doymayabilir ama bir çocuk bir kuru dal üzerinde mutluluktan uçup dünyayı dolaşabilir. Tolstoy’a dönecek olursak mutsuzların çoğunun kendilerine özgü hikayeleri vardır. Bu yüzden filmlerin ve kitapların çoğunluğu hep mutsuzları anlatır. Mutsuzsak bizim de ya hikayemiz vardır ya da hayatımızın o kaliteli hikayesini yazma fırsatı elimizdedir. Tabi ki mutlu sonla biten mutsuz hikayeler de vardır ki benim en sevdiklerim onlardır. İnsan bazen acıdan yoruluyor çünkü ve hayata karşı kendini küçücük bir serçe gibi savunmasız hissedebiliyor. Ne olursa olsun mutlu sonlara ihtiyacım var. Önemli olan bu hayat hikayemizi yazarken mutlu olup olmamaktan da öte huzurlu olup olmadığımızdır. Bu konuyu arkadaşımla konuşurken şunu sordu: “Hayallerin peşinden koşmak mutluluğun peşinden koşmak mıdır?” Bu konuda sizlerin de düşüncelerini merak ediyoruz. Konuşurken şöyle demiştim: “Hayallerinin peşinden koşan insan zaten bir sürü başarısızlığı ve mutsuzluğu göze almıştır.” Mutluluğun peşinden koşmak, her şeyi sırf mutlu olmak için yapmak, bir hayali gerçekleştirme çabasından çok daha farklı. Bu video için araştırma yaparken de çok düşündüm mutlu olup olmadığımı. Şu geldi aklıma, bazı anlar olur ki hasret, hüzün kalbimden taşıp burnumu sızlatıp gözlerime birikir, mutlu muyum, bilmiyorum! Huzurlu muyum? Evet. O hasret duygusu, kalbin kamaşması hayattaki en büyük tatlardan biri ama çok acı. Peki bu mutsuzluğumun arkasında bir hikayem var mı? Kesinlikle. Daha da o hikaye devam edecek. Sonra fark ettim ki insan ne kadar mutsuz olsa da huzurlu olduğu sürece hikayesinin sonunda ve aralarında mutluluğu da bulabiliyor. Hayat mutluluğu yakalamakla ilgili değil, hayat onu dolu dolu yaşamakla ilgili, mutluluğu ya da mutsuzluğu umursamadan. İnsanın kendi hikayesini yazması ile ilgili bazen başını belaya sokmasıyla ilgili. Paulo Coelho şöyle diyor; Gemi limanda güvendedir, ama gemiler limanda beklemeleri için yapılmazlar. Mutlu olma çabasını bırakalım da bizim de kaliteli bir hikayemiz olsun.

 

https://www.youtube.com/watch?v=iM3lMuo9XMQ

Mutlaka Birilerine Sarmak Durumunda Olanlar İçin Harika Bir Şarkı: Kendime Sardım

Bugün haziranın 3. cuması ve mevsim normallere dönmeye henüz başladı. Yaz mevsiminin ilk ayında daha çok hareket, daha çok hatıra ve muzurluk yapmamıza izin vermeyen pandemi sürecinde içimde bir şeyler kıpırdamaya başlamıştı. Hazirandan beklenen kadar olmasa da yine de haziranı andırıcı nitelikte birkaç tebessüm işte.

İnsanlar 2’ye ayrılır.
– Hislerini içinde yaşayanlar.
– Hissettiklerimi dışa vurmazsam ne anlamışım o hislerden diyenler.

1. gruba saygılarımı iletip, dahil olduğum 2. grupla yola devam edelim. Güzel düşüncelerini karşındakilere iletmek, değerli hissettirmek, canın istediğinde aramak durumlarını yaşar bu 2. grup. Hatta bazen o kadar kontrolsüz yapar ki bunu, aklından geçen her şeyi, ‘İçimde kalmasın’ diyerek sorar sorar. Aaaa bir baktık ki o en biriciğimizden bir geri dönüş ‘ Bana Sarma Nolur!’.

‘Yavrum, canım ciğerim, sana sarmıyorum ki, ben düşüncelerimi söylüyorum.’
‘Aşk olsun yani ben şimdi bunu mu demek istedim!’ gibi cevaplarla kendimizi açıklamaya çalışırız.

İşte bu 2. grup, bazen başkalarına sırf yoğun hislerimizden dolayı sararız. Arkadaşımıza da, sevgilimize de, babamıza da. ‘Offf, çok mu üstüne düşüyorum acaba?’ sorusuna bırakır en minnoş sorular yerini.

Tam böyle bir hal içindeyken, radyoda yüzünün güzelliği sesine vurmuş bir arkadaşa denk geldim. İnanılmaz beğeniyorum hem tarzını, hem tavrını, hem yeteneklerini, hem söz ve müziği kendine ait olan tüm eserlerini hem de yorumunu. Bu değerli isim tabii ki ‘Oğuzhan Koç’. O kadar naif sesiyle bana şunu tembihliyordu:

Kendime sardım
Olmadı yattım
Kalbime sordum
Etmedi yardım
Gül dedim artık
Çok surat astım
Ölmedim de, gülmedim de
Başladığım yerde kaldım
İşte dedim evren bana mesajını yolluyor. İlla ki bir şeye sarma durumuna gelirsek, hop kendimize saralım. Açalım bu şarkıyı, ritmik hareketlerle eşlik edelim. Tam bir yaz şarkısı. Sesine sağlık Oğuzhan!
Kalemin daim olsun da, şu içi kıpır kıpır arkadaşlara daha çok eşlik et aşkta ve ayrılıkta.
Hepinize mutlu bir hafta sonu diliyorum.
İçinizde ve aklınızda kalan ne varsa,
Yaşayın gitsin 🙂
Bol sevgiyle…

Ölümün Müziğini Dinlemek İsteyenlere: Suskunlar

İhsan Oktay Anar, postmodernizm akımının en güçlü yazarlarından birisidir. Bizler, ilk romanı olan “Puslu Kıtalar Atlası” sayesinde onun bu güçlü kalemiyle tanıştık. Romanlarında genellikle tarihî, dinî, felsefî ve mitolojik unsurların postmodernizm ile harmanlandığını görüyoruz. Bugün de “Suskunlar” romanını incelemeye çalışacağız. İncelemeye geçmeden önce sizlere “Suskunlar” romanını kısaca bir özetlemek istiyorum.

Suskunlar romanı; yegâh, dügâh ve segâh olmak üzere üç bölümden oluşuyor. İlk bölüm olan “Yegâh”, ihtiyar bir bekçinin hayaletle karşılaşması ile başlıyor. Bizlere bu hayaletin Asım’ın hayaleti olduğu söyleniyor. Asım’ın hayaleti roman boyunca bizim peşimizi hiç bırakmıyor. Daha sonrasında Kalın Musa, Veysel, Davut ve Eflatun isimli karakterler bizlere tanıtılıyor. Veysel ve Davut musikiye olan yetenekleriyle karşımıza çıkıyorlar. Ama bu musiki onların başına dert oluyor. Davut, Nevâ adında bir kıza aşık oluyor. Annesi kızını ona vermek için bir şart öne sürüyor. Burada Asım’ın hayaletinin Nevâ’ya musallat olduğunu anlıyoruz. Nevâ’nın annesi Davut’a notaların yazılı olduğu bir kâğıt veriyor. Bunun bir semai olduğunu anlıyor. Ancak bu notalardaki kusurun düzeltildiği zaman Asım’ın hayaletinin Nevâ’dan vazgeçeceğini söylüyor. Davut bu kusuru bulmak için raftan ûdunu alarak semaiyi çalmaya başlıyor. Çalmayı bitirdiğinde kapının arkasından gıcırtılar geldiğini fark ediyor. Her ne kadar korksa da bir eline mangal maşasını, diğer eline de şamdanı alıp kapıyı açıyor ve o meşhur Asım’ın hayaleti ile karşılaşıyor. Bu bölüm bu şekilde sonra eriyor. Daha sonrasında romanın ikinci bölümü olan “Dügâh” a geçiyor.

“Dügâh” bölümü Davut’un kardeşi olan Eflatun’un duyduğu ilginç bir sesin peşine düşmesiyle başlıyor. Göz göze geldiği her kişiye “Beni siz mi çağırdınız?” diye soruyor, fakat istediği cevabı alamıyor. Bir de bunu sordu diye birçok kişiden dayak yiyor. Sonlara doğru Mevlevîlerin bulunduğu bir yere giriyor. Bir Mevlevî dervişi onu içeri buyur ediyor ve yaralarını sarıyorlar. O sırada bir ney sesi duyuyor. Sürekli kulağında çınlayan sesin bu olduğunu anlıyor. Romanın tam burasında bu Mevlevî dervişinin belki de hayatının dönüm noktası olan hikâyesinden bahsediliyor. Eflatun orada uzun bir süre kalıyor. Bir “kız neyi”ni görür görmez ondan çok etkileniyor. Mevlevî dervişi ondan o duyduğu sesi çalmasını istiyor. Bu sırada da kimse duymasın diye bütün kapıları kapatıyor. Ney çalınması bittikten sonra kapıdan dışarı çıkıyorlar. Eflatun sağır bir insan olarak dışarı çıkıyor. Bu bölümde bu şekilde sona eriyor.

Son bölüm olan “Segâh” bölümü Davut’un Asım’ın hayaletinden kurtulmak için çare aramasıyla başlıyor. Bunun üzerine “hayalet avcısı” denilen kişiden yardım istiyor ama Asım’ın hayaleti geldiği zaman hayalet avcısı korkup kaçıyor. Sonrasında Davut, Eflatun’un hocası olan Mevlevî dervişinden yardım istiyor. Hoca ona Asım’ın yazmış olduğu müzik notalarını veriyor. Daha sonrasında romanda Yedi Kule Kâhini’nin, Zahir’in ve Rafael’in başından geçenler anlatılıyor. Rafael’in başından geçenlerin anlatıldığı kısımda karşımıza, roman için önemli karakterler olan Tağut ve Alessandro Perevelli çıkıyor. En sonunda Asım’ın neden öldüğünü ve neden hayaletinin musallat olduğunu anlamış oluyoruz.

Kitabın içerisindeki bölümler isimlerini musiki makamlarından alıyor. Bunun yanında en göze çarpan Kur’an-ı Kerim’den, İncil’den ve Tevrat’tan alınan alıntılar oluyor. Tevrat’tan alınan, Allah’ın yeryüzünü yaratışının anlatıldığı bölümde İhsan Oktay Anar oynama yapıyor ve musiki unsular katarak kendi metnini yeniden oluşturuyor: “Başlangıçta sükût var idi. Ve her yer karanlık idi. Ve Yaradan Yegâh makamında terennüm eyledi. Ve bu ışıltılı nağme ile etraf nûr oldu…” “Ve Yaradan Dügâh makamında terennüm etti. Ve suların ortasında bir azîm kubbe peydâ oldu. Ve kubbe tâ arşa kadar yükseldi. Ve nağme, işte bu kubbede yankılanıp geri döndü. Ve Yaradan bu Dügâh nağmenin güzel olduğunu gördü…” Bunun yanında “hayat nefesi”nden bahsediliyor. Bu hayat nefesi sadece Tevrat’ta değil diğer kutsal kitaplarda da geçiyor. Bu kutsal kitaplardaki inanış Allah’ın ilk insana yani Hz. Âdem’in burnuna “hayat nefesi” üfleyerek can verdiğidir.

İncil’e baktığımızda ise; romanda adı geçen Zâhir ve babası Neyzen Batın Efendi Hazretleri, İncil’deki Hz. İsa ve yaratıcıyı temsil etmektedir. İhsan Oktay Anar yine İncil’de geçen bu metin üzerinde değişiklikler yapıyor. Zâhir, romanda ilk karşımıza çıktığında Çemberlitaş Hamamı’na gitmektedir. Burada Yahya adlı bir tellak tarafından yıkanırken içeriye bir güvercin girer. Bu olay Hz. İsa’nın Erden ırmağının kenarındaki vaftiz törenine göndermedir. Hz. İsa’yı vaftiz eden kişi de Hz. Yahya’dır. Zahir’in yobazlar tarafından işkenceye uğraması, taşlanması, haç şeklinde bir tomruğa bağlanması bizlere Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesini hatırlatmaktadır.

Kur’an-ı Kerim ile en belirgin bağlantısı Habil ve Kabil’dir. Bu romanda da Kabil kardeşini öldüren kişi olarak karşımıza çıkar. Kabil, yeğenleriyle beraber Âmin’i öldürmek için yola çıkmıştır. Yanlarında bir karga da bulunmaktadır. Kabil Âmin’i öldürdükten sonra karga ona Âmin’i toprağa gömmesini söyler. Burada Kur’an-ı Kerim’in Mâide Sûresi’ne gönderme vardır. Mâide Sûresi’nde de Kabil, kardeşi Habil’i öldürdükten sonra, bir karga Habil’i toprağa gömmesi için toprağı eşeler. Bunun yanı sıra roman için önemli bir karakter olan Tağut, şeytandır. Romanda Tağut aracılığıyla şeytan ile insan arasındaki mücadeleye gönderme yapılmaktadır.

Kutsal kitaplardan farklı olarak Mevlânâ’nın o meşhur “Gel!” çağrısına da gönderme vardır. Eflatun’un bir gün “gel” çağrısı niteliği taşıyan bir ses duyması bu duruma örnektir. Eflatun’un kulağına gelen o sesin peşinden giderken yedi ön plana çıkan kişiyle karşılaşır. Bu yedi kişi Yeni Ahit’te geçen “yedi ölümcül günahı” temsil eder. Eflatun’un ilk karşılaştığı kişi, komşusu satış yapıyor ama kendisi yapamıyor diye kıskanan bir bakkaldır. Bu bakkal kıskançlığı temsil eder. İkinci karşılaştığı kişi, yağız ata binmiş, burnu Kaf Dağı’nda, zedegân sınıfından bir delikanlıdır. Bu delikanlı da kibiri temsil etmektedir. Üçüncü kişi bir dilencidir. Bu dilenci sürekli bir şilte üzerinde yan gelip yatan, eve gitmeye üşendiği için kendisini küfe içinde taşıyacak bir hamal tutan bir kişidir. Anlaşıldığı üzere bu dilenci tembelliği temsil etmektedir. Dördüncü kişi, obur ve pisboğaz olan bir zattır. Bu zat, oburluğu temsil etmektedir. Beşinci kişi, öfkeden gözü dönmüş bir şekilde kölesini döven ak sakallı bir ihtiyardır. Bu ihtiyar da öfkeyi temsil etmektedir. Altıncı kişi, çok parası olan ama borcunu ödemeyecek kadar açgözlü olan Rum tüccardır. Bu tüccar da açgözlülüğü temsil eder. Yedinci ve son kişi de bir yeniçeri zabiti ve yanındaki kötü yola düşmüş kadınlardır. Bu yeniçeri zabiti de şehveti temsil eder.

Bunun yanında kitaptaki önemli iki karakter grotesk bedenin temsilcileridir. Grotesk beden; eksik, tamamlanmamış, kusurlu bedenlerdir. Karakterlerin uzuvları ya eksiktir ya da fazladır. Buradaki en bariz örnek Cüce Efendi’dir. Cüce Efendi, altı parmaklı ve cücedir. Kolları bedenine göre uzun, elleri de büyüktür. Grotesk bedenin karşılığıdır diyebiliriz. Grotesk bedene bir diğer örnek Tağut’tur. Hayvan ve insan bedeni aynı vücut içerisindedir. Bu hayvan yılandır. Romanda geçen şu bölüm de Tağut’un grotesk bedeni temsil ettiğine örnektir: “İnsanların gözleri sağa sola, aşağıya yukarıya dönerken, Tağut’un gözleri önden arkaya ve arkadan öne dönüyordu. Ayrıca her bir gözünde, biri insanınkine benzeyen, diğeri ise yılanınkini andıran iki gözbebeği vardı. Öte yandan, nabzı her on bir saat ve altı dakikada bir atıyordu.”

Okurken bir o kadar zorlandığım, fakat bir o kadar da keyif aldığım bir romandı. Okumanızı şiddetle tavsiye ederim.

 

 

Sayılı Günler

254.gün: Geç kalınmış tanışma

Bugün çok erken uyandım. Bir sürü işten sonra saat 23.39 ve ben yine seninleyim. Bugün fark ettim ki hala tanışmadık. Ben Menekşe… Annem çiçekleri çok sevdiği için bana en sevdiği çiçeğin ismini vermiş. Belki de menekşeler kadar uzun ömürlü ve ılımlı olmamı istemiştir. Bana sorsalar kaktüs olsa daha iyi olurmuş benim adım. Uzun zaman sonra kısa ömürlü çiçek açanlardan mesela…

Bunca zaman gelip geçti nasıl oldu da kendime dair tek bir söz etmeden yazdım. Hiçbir fikrim yok. Ne anlatmalı ki sana?

Arkadaşlarımı anlatabilirim onlara çiçek isimleri verdim, haberleri yok tabi…

Hatırlar mısın bilmiyorum. “Keşke konuşan bir çiçeğim olsa” der dururdum. Arkadaşlarıma bu yüzden çiçek isimleri verdim. Neye göre verdin diye sorarsan şöyle; özelliklerini bildiğim birkaç çiçeğin fotoğraflarına baktım ve aklıma gelen kişiye o ismi verdim. Bu şekilde konuşan bir değil beş çiçeğim oldu.

Neyse bunu başka bi gün anlatacağım hatırlat.

255.gün: Duygu katili sözcükler

En çok ne zaman eksik hisseder ki insan? Bence en güzel geçen günün akşamlarında… Bugün ben de böyle hissediyorum sanırım. Koşup her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatmak istiyorum.

Kime, dersen bilmiyorum.

Ama içimde sadece bunun heyecanı var yoksa bugün 7 tane sarı apartmanın önünden geçtim, yolda 2 köpek gördüm, otobüs beklerken 1 yaşlarında bir çocuk bana gülümsedi… he bir de çok hızlı ilerleyen bir bulut gördüm inanmazsın işte bunları yazmaya gelmedim. Sadece bunun heyecanını paylaşmak istedim.

Bazen kendimi sözcüklere asılmış duyguları olan biri gibi hissediyorum. Ama inan bana böyle değilim. Gerçekten… Hatta duygularımı çoğu zaman o kadar yoğun yaşıyorum ki anlatabilecek bir sözcük bile bulamıyorum.

256.gün: Sevim teyze

Bu sabah erkenden uyanıp perdeleri açtım. Sevim teyze yine balkonunda çiçekleriyle sohbet ediyordu.

Bu kadın hiç uyumuyor mu?

Sevim teyze ilaç gibi geliyor çiçeklere. Hastalanan çiçeklerim ona gitmeden iyileşemiyor. Bir türlü bana nasıl bakmam gerektiğini öğretemedi.

Onunla sohbet etmeyi çok seviyorum. Hep konuşmaya hasret gibi… Tarifini verdiği limonlu kekim fırından çıksın yanına koşacağım.

Biraz ondan bahsetmek istiyorum. Bunca zamandır gidip geliyorum ama hiç anlatmadım. Sevim teyze 58 yaşında hayat dolu, bir o kadar da hayata kırgın. Başlarken söylediğim gibi bitkilere çok düşkün, onlar hakkında her şeyi biliyor. Günün hangi saatlerinde su vermeli, kaç günde bir sulanmalı, güneşten mi zarar görmüş yoksa susuz mu kalmış bir bakışta anlıyor… hepsini Ufuk amca öğretmiş ona. Her hoşuna giden çiçeği getirirmiş Sevim teyzeye sonra nasıl bakması gerektiğini ona da anlatır ama hep kendi ilgilenirmiş onlarla.
O olmayınca Sevim teyzeye kalmış hepsi. Bambaşka bir hikayeleri var ama onu da sonra anlatırım.
Sevim teyze eskiden kütüphane sorumlusuymuş. Konuşmalarından ve anlattıklarından kitaplarla çok zaman geçirdiğini anlayabiliyorsunuz. Okuduğum çoğu kitabı okumuş olduğu için onunla konuşmak o kadar güzel oluyor ki.


Zaman nasıl geçiyor anlamıyorum. Hatta gittiğimde akşama kadar oturmuşum kızı işten dönünce fark ettim. Hemen toparlandım çıkarken kızıyla tanıştım. Defne…

Sevim teyze şöyle demişti bir keresinde “Defneler yaz-kış fark etmeden yeşil kalır ve etrafına güzel kokular saçar. Tıpkı benim Defne’m gibi… bu yüzden adıyla zaten daha önceden tanışmıştım.

Merdivenlerden inerken Sevim teyzenin bu hayatta çok sevdiği şeyleri düşünmüştüm; kızı, çiçekleri ve kitaplar… E tabi Ufuk amca…

Bir hafta önce hastalanan kaktüsümü bırakmıştım Sevim teyzeye. Yerlerini çok değiştirme bize küsecekler diye sitem etmişti. Kapıcıyla göndermiş şimdi. Gelen kapıcıydı ben de kim bu ısrarla zile basan diyorum.

Nasıl da iyi geliyor bu bitkilere, canından can katıyor resmen. Söylediği her şeyi yaptığım halde hiç etkisi olmuyor.Benim kekimi beğenmeyerek tarifini verdiği limonlu keki ona aldığım beyaz orkide tohumlarıyla götüreceğim piştiğinde.

Mis gibi kokmaya başladı bile.

Mantıku’t-Tayr Hakkında Bir İnceleme

Mantıku’t Tayr’da, Mantık kelimesi, “söylemek, konuşmak, lisan-ı hâl ile anlatmak”, Tayr ise kuş anlamında kullanılmıştır.

Mantıku’t-Tayr, Farsçadan dilimize; “Kuş Dili” olarak çevrilmiştir. Eserin yazarı olan İranlı şair Ferîdüddin-i Attâr‘ın (1193-1235)  yazmış olduğu alegorik Farsça bir yapıdır. Aynı zamanda İslam klasikleri arasında sayılıp, dini bakış açısı olan Mantıku’t- Tayr, konuyu işleyişi ve  kavram bakımından Kur’an-ı Kerim’de de geçer. Hamd, tevhid, mûnâcâat, n’ât ve dört halife  ile girişe başlayan mesnevi, 1187 yılında tamamlandığı kaydedilen bir hatimeyle de sona erer.

Sevilen ve saygı görülen  İranlı şair, başta Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Şeyh Galip ve diğer mutasavvıflar tarafından yüceltilir. Attâr, çoğu günümüze kadar ulaşan bu eser gibi pek çok eser de bırakmıştır.

Döneminin en büyük şairlerinden ve din bilginlerinden sayılan Ferîdüddin-i Attar, zühd (dünya nimetlerine yüz çevirme) ve takvâ (Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçınma) sahibi bir insandı. Yazmış olduğu eserin güçlü ve etkili  olmasından etkilenen şairlerden; Gülşehrî (XIII. yüzyılın ikinci yarısı ile XIV. yüzyılın ilk yarısı), bu eseri esas alarak aynı adla Türkçe bir mesnevi yazmıştır, çevirisini yaptığı Mantıku’t Tayr eserini çevirirken yaptığı farklılıklar, yorumları  ve eklemiş olduğu zengin içerik sebebiyle, Gülşehri Türk edebiyatının ilk hikâye yazarı olarak karşımıza çıkar.  Ayrıca Gülşehri’nin dönemin zihniyetine karşın Mantıku’t Tayr eserini Türkçe yazması da başlı başına bir olaydır ve bununla beraber Türkçe’ye olan hayranlığını da göstermiş oluyor.

Bunun yanında Türkçeyle beraber Almanca, İngilizce (The conference of bird) ve  Arapça gibi bir çok dile de çevrilmiştir. Eserin klâsik Türk edebiyatında dört önemli tercümesi bilinmektedir. Bunlar; Gülşehri’nin muhteva ve şeklini orijinal metinden alarak eklemeler yaptığı eser, Şemsettin Sivâsi’nin mensur tercümesi, Fahri’nin manzum şekilde yaptığı tercüme ve cumhuriyet döneminde yapılan -bu dönemde birçok Mantuku’t Tayr tercümesi yapılmıştır- en önemli tercüme olan Abdulbâki Gölpınarlı tercümesidir.

 

Kitabın amacı metaforik bir şekilde hayvanlar üzerinden İnsanların ders alması gereken konular ele alınmıştır. Tasavvuf üzerine yazılan bu eser; başta Mevlana hazretlerinin mesnevisi olmak üzere bunun gibi büyük baş yapıtların esin kaynağı olmayı başarmıştır. Soyut âlemi somutlaştırarak teşbih, kişileştirme ve intak gibi sanatları  hedef alarak yazılmıştır. “Kalp gözüyle görme” yetisine sahip biri haline ulaştıran eser; insanlara, tanrının vahdeti vücudunu (birliğini) somutlaştırarak kuşlar üzerinden, emsalleri kesinleştirerek  anlatılıyor.

 

              Değerlendirmeler                              

 

Mantıku’t Tayr Hz.Süleyman’a eşlik eden  mahremi ve postacısı (Neml Suresi 20-30 ayetler) efsanevi, mürşit sayılan hüdhüd kuşunun bilgeliğinden diğer kuşların ve kendisinin nizam ve 

intizamsız olamayacaklarını düşündüklerinden kendilerine    padişah arama yolculuğunda kaf dağına kadar süren, mürşidleri hüdhüd tarafından   rehberlik edilmiş bir yolculuk. 

Yolculuğa çıkmış olan her kuşa bir insani nefis atfediliyor, duygunun ağırlığına göre karşılarına çıkan zorluklarla mücadele etme ve pes etme olayları göz önüne gelirken, ev sahibi hüdhüd onlara salih yolu anlattıktan sonra yollarından çekilir. Nefsiyle  sınanan her kuş hatasını anlayıp ham olmaktan çıkıp pişmeye yol aldığı vakalarla karşılaşır ve tekrar hüdhüdle yola devam ederler.

Başta hüdhüdle beraber yola çıkmaya karar veren  binlerce kuştan; bülbül,  papağan, tavus, kaz, keklik, hûma, doğan, balıkçıl, baykuş ve diğer bazı kuşlar  kararlarından tek tek vazgeçerler.  Fakat bunlarla karşılaşabileceğini daha önceden düşünen mürşitleri, pes etmeden defalarca dönmemeleri için ikna cümlelerini sarf etmekten geri kalmamıştır. Binlerce kuşla yola çıkılan bu semavi yolculuk hâliyle kolay olmamıştır. Çünkü önlerinde bulunan istek, aşk, marifet, istiğna, tevhit, hayret ve fakr u fena gibi nefsi zorlayan, nefsani duygulara hazırlanmış vadiler vardır, bu vadileri kimisi geçemedi, kimisi yemek bulmak için tekrar yeryüzüne iner  ve kimiside açlıktan öldü.

                           

Binlerce kuştan geriye  kalan otuz kişilik grubun Kaf dağına ulaşabilmesi için sarf ettikleri bu mücadele sonunda padişahları olan  simurg (zümrüdü anka) kuşuna kavuşurlar. Simurg kuşunda aradıkları şeyin, vahdeti vücud olduğunu anlamaları ile  aslında bu padişahlarının kendilerine tutulmuş bir ayna olduğunu, hepsinin yekten varolduklarını görmüş olurlar ve 

fâni olmaktan çıkıp bakî olmaya yüz tutarlar.

Nitekim simurg Farsça da “otuz kuş” anlamına gelerek vahdeti temsil edip ona gelen kuşlara hedef olarak seçilmişti.

İçeriğinde anlatılan ve konuşturma sanatından yararlanılarak hayvanlara atfedilen bu özellikle de  fabla benzer tarzda yazılan ve incelenmek üzere ele alınan eserin, başlığıyla iyi bir uyum içerisinde olduğunu görüyoruz.

Feriduddin Atâr yekliği, okuyucuya aktarabilmekte başarılı olmuş mudur  sorusu akıllara geliyor. Bu soruya,  hikayenin sonunda ayna oluşu her şeyi aslında basitçe göstermiştir ve tasavvufun anlaşılması için dünya diliyle yazmıştır.

 

Anlaşılması için parça olarak  okunmasından çok bütüne bakılması gereken bir hazine, aynı zamanda manevi gözle anlaşılabilecek bir değerde okunmalı. Bazı  yerde hikayelerin değersiz gibi görünüşü aslında parça olarak bakılmasından kaynaklanmaktadır. Düşünme gücümüzü kullandırarak görmemize vesile oluyor. Farklı kuşlar, farklı hayatlar ve farklı nefsani zorluklarla herkesin kendine kolayca pay biçeceği bir alegorik eser olmuştur.  Herhangi bir roman okur gibi okuyanlar için beyitlerin çokluğu sıkıcı gelebilir.

 

Yaşarken Aramadığınız İnsanların Cenazesinde Neden Ağlarsınız?

Buz gibi soğuk çekmeceden çıkardıklarında onu, gözlerimi kapatmıştım. Hayatımda gördüğüm en büyük çekmecenin hep onun evinde gördüğüm ve içinde ne var çok merak ettiğim dolaptaki sıralı çekmeceler olduğunu sanırdım. Ve bir çekmeceye en fazla 30 çorap, ve 30 tane atlet sığacağını düşünürdüm. Bir çekmeceye bir koca adamın sığacağını kim düşünürdü ki normal şartlarda?


‘Bir Hayal Kırıklığı Polisiyesi’ydi sonrası benim için. Hiç tanımadığım insanların bir anda doluştuğu o küçük evde, duyduğum feryatların kaç oktav olduğu hâlâ kulağımda. Kim, kimdi? Hatırlayamıyorum. Ama onu son görüşümü hiç unutmadım. Bir ekmek kuruyabilir ve sertleşir, bir oyun hamuru mesela kapağını kapatmazsan taşlaşır. Ama bir insan, o insan ki çevresindeki herkesi sıcaklığıyla saran, nasıl bu kadar soğurdu, bilemezdim. Hem çok sevdiği bir insanın hareketsiz bir heykele dönüşeceğini kim düşünürdü ki normal şartlarda?

İçeri giren bir sürü insan ve polisi, savcısı ve sorulan onlarca sorudan sonra ‘Ne olmuştur ki?’ diye beynimin içinde patlayan volkanları hatırlıyorum. ‘Ne oldu acaba?’ Ben ki onunla ilgili o zamana kadar en fazla ‘Seni özledim. Görüşebilir miyiz?’ diye sormuşken, bir kanıt aramaya çalışan ajana dönüşeceğimi nereden bilebilirdim. Şaşkındım. Çok şaşkın. Bir ölümü haklı kılmak için sorular sorulması gerekeceğini kim kurgulardı ki normal şartlarda?

Buz gibi soğuk çekmeceden çıkardıklarında onu, gözlerimi kapatmıştım. Bir siyah poşetle yanımıza getirdiklerinde de. Her şeyin bir kabus olmasını hiç bu kadar yürekten dilememiştim. O zamana kadar görmüş olduğum tüm kabuslar film şeridi gibi geçerken gözümün önünden, onlardan neden korkmuş olduğumu anlayamadım. Kabusun da beteri olurmuş hiç düşünmemiştim. Hem bir kabus kaç kategoriden oluşur kimin aklına gelir ki normal şartlarda?

Artık veda etme zamanı geldiğinde gözlerimi kapatmıştım. Dizlerimin üzerine çöküp, göz kapaklarıma bindirebileceğim tüm ağırlıkları bindirmiştim. Bakmayayım dedim, görmeyeyim. Kaçmakla kurtulunmayan şeyler olduğunu kavramamıştım onca zaman. Bir koşu bandında gider gibi, son sürat aynı yerde kalmanın eşsiz kalp sıkıntısını yaşamamıştım. Bir küçük çukura nasıl sığardı koca bir adam, anlayamamıştım.

Gözlerim açıldı mecburen, zihnim toparlandı. Neydi düş, neydi gerçek kendini göstermeye başladı. Etrafımdaki kalabalığı ancak gördüm. Herkes ağlıyordu. Hem de ne ağlama. Ben işte o gün bugündür aynı şeyi düşünüyorum. Normalde aramadığınız insanların cenazesinde neden ağlarsınız ki?

Hayat geç kalmayı affetmiyor arkadaşlar.
Ölümün yaşı yok.
Ölümün saati yok.
Hiç ummadığınız bir anda, bir ölüme haklı bir sebep aramaya çalışmanın ne demek olduğunu umarım bilmezsiniz.
Ben biliyorum.
O yüzden
Henüz hayattayken sevdiğiniz kim varsa,
Kırgın olduklarınız, yine de aklınıza gelen
Ve çok özledikleriniz.
Zaman ayırın.
Kaybettikten sonra ağladığınızı görmüyorlar.
Biliyorum.

Hayır Delirmedim Bank Konuştu

Ben; Merhaba nasılsın?
Bank; Şu sıralar biraz yalnız, ıssız. Biraz kısıtlanmış hatta.

Ben; Virüs seni de etkilemiş sanırım?
Bank; Öyle oldu  bir miktar. Önceleri hiç kalmadığım kadar yalnız kaldım. Başlarda terk edilmiş gibi hissettim ama sonrasında kendimle tanıştım.

Ben; Yeni mi tanıştın?
Bank; Kaçtığım şeylerle yeni tanıştım evet. Bilmek istemediklerimle, görmezden geldiklerimle.  Korkularımla tek tek tanıştım mesela. Yalnızlık en büyük korkumdu itiraf ediyorum. Ve aslında o kadar korkulacak bir şey olmadığını fark ettim. Yalnız değil kendimle kaldım diyorum artık.

Ben; Peki nasıl bir his bir sürü insanla bu kadar “içli dışlı” olmak?
Bank; O kadar çok şeye şahit oldum ki.. Her türlü insan gördüm. Zengini, fakiri, mutlusu, mutsuzu.. Hepsi mutlaka uğradı bana. Nasıl bir his ben de bilmiyorum.  Karmaşık. Sanırım tanımlayacak kelime bu. Karmaşık hissettiriyor.

Ben; Varlığından memnun musun?
Bank; Boşluğun varlıktan daha fazla yer kapladığını öğrendiğimden beri girdiğim kavram karmaşasının içinde savrulup duruyorum. Bazı zamanlar yok olmak istiyorum varlığımı hiç olmamış gibi silmek istiyorum. Bazı zamanlar kendimi bulutlarda hissediyorum bütün dünya sanki benim varlığımla anlam kazanıyor gibi. Kavram karmaşasının getirisi bu. Bilmiyorum.

Ben; Unutamadığın bir an var mı?
Bank; Unutmak için önce hatırlamalı. Hatırlamıyorum çünkü unutmak istiyorum.

Ben; Hiç pişman oldun mu?
Bank; Yaşananlardan pişmanlık duymamak gerekir. Her yaşantı bir parçan senin. Üzerime kazınan her kelime her baş harf ve söndürülen her izmarit gibi. Yaşanmayan, ertelenen ve kaçılanlardan pişmanlık çok.

Ben; Birçok ayrılığa tanık oldun. Söylesene ayrılıklar da sevdaya dahil mi?
Bank; Benim aklım almıyor. Odun olmamdandır zannımca. Sevdaya dahilse ve ayrılanlar da hala sevgiliyse neden? Nasıl? Kelimelere ve hareketlere çokça anlam yükleniyor. Bazen bir şeyler bitiyor. Bir şeylere çözüm bulunmuyor. Ayrılıklar sevdaya dahil mi bilemem. Ben hiç dahil olmadım. Fakat ayrılanların hala sevgili olmadığını biliyorum.

Ben; Konuştuğuma memnun oldum. Eklemek istediğin bir şeyler var mı?
Bank;  Hayatın size getirdiği şeylerle yetinin.  Peşinden koşarken elinizdekini de yitirmeyi bırakın. Ha bir de kirletmeyin bizleri yeter. Bir baş harf kazımak ya da sigara söndürmek için var olmadım ben.

Hüzün Kovan Kuşu

Bir anda dilinin ucuna gelen ve günlerce oradan düşmeyen şarkılar vardır. Bu şarkıların mutlaka bir izi, mazisi vardır. Benim de ilk gençlik yıllarımın şarkısı olan bir parçadır ‘Hüzün Kovan Kuşu’. Düş Sokağı Sakinleri’nin 1999 yılında çıkardığı ‘Sevdan Bir Ateş’ albümünün muhteşem parçalarından yalnızca bir tanesi.

O zamanlar, Ankara Seyranbağları’ndaki evimizdeydim. Üzeri posterlerle dolu pembe bir duvarım vardı. Sırtımı o duvara yaslar ve kulağımda cd çalarla hayaller kurardım. En çok gelecek yaz tatilleri heyecanlandırırdı beni. Şiir kitaplarım vardı kitaplığımda. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın ‘Acılar Denizi’ ilk şiir kitabımdı diyebilirim.

Ruh denilen mefhum hiç değişmiyor, şu an sosyal medya üzerinden insanlara ulaştırmaya çalıştığım şiirleri anlamayanlar keşke görebilseydi en eski hâllerimi. Defterlerimde, duvarlarımda, raflarımda hep mısralar eşlik ederdi bana. Ne okursam okuyayım arka fona müzik koyardım o zamanlarda. Hem en duygusal müzik hem en güzel mısralarla kendimi melankoliye bırakma alışkanlığım çok eskilere dayanıyor :). En rutin şarkılarımdan olan ‘Hüzün Kovan Kuşu’nda henüz 10 yaşında bir kız çocuğuyken ne bulmuş olabilirim şimdi düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi.  Ruh denilen mefhum, hiç değişmiyor olsa gerek ki ta o yaşlarda bile bu şarkının aynı kıtasına bağırarak eşlik ederdim.

“Dışım içimden gelir
Yani gölgem kendimden
Aşktır ölümden güzel olan
Bak ve gör yaşam düşlerdedir.” 

10 yaşından başlayıp 31 yaşına kadar süre gelen 21 yıllık süreçte, dinlemekten hiç vazgeçmediğim bu albümün, en kıymetli şarkısına Cem Adrian yorumuyla rast geldim radyoda. Cem’in kendine has yorumu, bir tahta tıkırtısına bile can veren o muazzam sesiyle, ‘Hüzün Kovan Kuşu’ yeni bir form bulmuş.

“Hüzün kovan kuşu gelmiş
Gecenin yanağına konuvermiş
Ay tenli âşık şarkıma karşılık vermiş” 

Peki senin hiç unutamadığın o şarkı nedir? Bu şarkıyı dinledikten sonra bizimle paylaşabilirsin. Sanatın her dalına bayılıyorum.

İyi dinletiler.

Sahi, Büyük Aşkların Hep Hüsranla Biteceğini Bize Kim Öğretmişti?

Dün gece bölük pörçük uykularda, yokluğunla savaştım. Soluksuz rüyaları gözlerinde görmüşken üstelik ve uyanık olduğum hâlde. Ben gözleri bir dalgaya takılı kalmış bir tekne gibi, senin yüz hatlarında sallandım durdum günler boyu. Bir elmacık kemiğine düşen sakal, bir sıcak nefes senin içinden geçerek yanağıma vuran, gözlerime kenetlenmiş bir çift göz; karasını benim korkularımdan alan. Hem sevmeye çok yakın, hem kaybedecekmiş gibi peşi sıra. Öylesine dingin, ama bir o kadar huzursuz edici. En güzel sözler çıkmak isterken, korkudan en hırçın cümlelere bırakıyor yerini. Sorarım size hem aşkla beslenip hem aşkla çürümekse gerçeği bir insanın, nasıl dem vursun ayağına kadar gelmişken sevdiği, yalnızlıktan? Korkmak, hem de çok korkmak acı çekmekten engellemeli mi can suyunu almasını bir tomurcuğun? Yani hiç açmamak mı göğe doğru yaprağını, hep açmaya hasret bir tomurcuk mu kalmak sırf yıpranmaktan korktuğu için?

Sahi, aşkların hep hüsranla biteceğini kim öğretmişti bize? Kimdi yârimize söyleyecek cümleleri içimize akıtan? Sırf duyarsa nasıl sevdiğimizi, gider diye tembihleyen kimdi? Hangi dünyanın insanı olmaktı ki kaderimiz, ne sevmelerimiz adam akıllı oldu, ne sevişmelerimiz dolu dizgin, ne kahkahalarımız ağız dolusu. Hep “Seni bırakır giderim!” , “Bana da sana da insan mı yok?” diye korkutmaya çalışmamızın karşımızdakini, canavarı kimdi?

Güzel sevmek hâlâ mümkün müdür sevgili okuyucu?
Karşılıklı atılan kahkahalar yeşertmez mi gülümseyecek yanakları?
Dünyanın daha güzel bir yer olması için yetmez mi teknolojinin gereksiz kaynakları?
Âşık olduğun kadının sana hayran bakışı için değmez mi içinde kurumaya yüz tutsun diye bıraktığın cümlelerin?
Kaybetmekten korkmadan girilmez mi bu aşkın deryasına?
Biliyor musun sevgili okuyucu?
İnsanın büyüdükçe masal dinlemeye ihtiyacı, çocukken olandan daha fazla.
Masal tadında aşklar yaşamamız temennisiyle…