24.7 C
İstanbul
Pazartesi, Ağustos 18, 2025

Tanrılar da Düşer!

Defne ağacının Hatay ile ne ilgisi var biliyor musunuz? Buyurun hep birlikte öğrenelim.

Bu hikâye, çok çok çok eski zamanların baba tanrısı Zeus’un oğlu, Güneş’in, ışığın, şiirin, müziğin, okun ve kehanetin tanrısı Apollon ile nehir tanrısı Peneus’un kızı, su perisi Daphne’nin hikayesidir.

Nehir tanrısı Peneus’un kızı, su perisi Daphne ismiyle müsemma bir güzelliğe sahiptir. Peri kelimesinin tam karşılığı olan güzelliği ile onu gören her erkeği kendine âşık eder Daphne. Geçtiği her yerde güzelliği ile anılır ve onu görenler hayran bakışlarını gizleyemezler.

Güzelliği dillere destan olan Daphne’nin babası bu konuşulanlara dayanamaz ve bir gün kızına “Artık evlenme vaktin gelmedi mi? Bu güzelliğin çocuklarınla sürüp gitmeli.” der. Daphne ise güzelliğinin farkında olsa da kendine gösterilen bu ilgiden bunalmış ve evlilikten nefret etmeye başlamıştır. Babasının bu teklifine de bu yüzden olumsuz yanıt veren Daphne, kendini yalnızlığa adar.

Zeus’un oğlu Apollon, Güneş’in, ışığın, müziğin, okun ve kehanetin tanrısıdır. Her gün tanrısal dört atın çektiği arabasıyla Güneş’i peşine takıp gökyüzünü gezer Apollon. Gücünü tanrısal yeteneklerinden alan Apollon aynı zamanda çok iyi bir okçudur. Hiçbir hedefi kaçırdığı duyulmamış, görülmemiştir.

Apollon tanrı kibriyle diğer tüm yaratılanları küçük görmekte, yaptıklarını daima küçümsemektedir. Bir gün ejderha avından dönen Apollon, kibrini kabartarak her zaman ki gibi ortalıkta caka satmaktadır. Tanrısal kibrinden rahatsız olan herkes yoluna çıkmamak için çaba gösterirken, Apollon kendisi gibi okçu olan Eros ile karşılaşır. Eros ise o esnada insanlığa aşkı yayan oklarıyla meşguldür.

Oku kendinden başkasına yakıştırmayan Apollon, Eros’un elindeki ok ile dalga geçip;

“Ey aşkın tanrısı Eros! Ok eline yakışmayacak kadar naziksin. Böyle savaş aletleri senin eline hiç yakışmıyor. Onlar savaş meydanlarında kullanılmayı hak ediyor. O oku bana ver ve hak ettiği şekilde kullanayım. Bilirsin ki bugüne kadar bu ellerden çıkan hiçbir ok hedefini şaşırmamıştır.” der.

Apollon’un kibrinden hiç hoşlanmayan Eros bu küçümsemesi karşısında da çok sinirlenir ve Apollon’un bu aşağılayıcı tavrına karşı;

“Ey ışığın, müziğin, şiirin ve Güneş’in tanrısı akıllı ve güçlü Apollon! Evet, haklısın, senin elinden çıkan okun hedefinden başka bir yere gittiğine kimse şahit olmamıştır. Şüphesiz ki senin attığın ok istediğin her şeyi vurur. Fakat benim oklarımı da küçümsememeni tavsiye ederim. Çünkü benim oklarım seni dahi vurabilir.” diye karşılık verir.

Kulvarları farklı olsa da oka gönül vermiş iki tanrı karşılıklı restleşmelerden sonra birbirinden ayrılır. O gün intikam yemini eden Eros, Apollon’a vereceği dersi düşünmeye başlar.

Apollon müzik tanrısı olacak kadar iyi lir çalar. Bir gün yine ülkenin en güzel yerlerinden birine kurulmuş lir çalmaktadır. Su perisi Daphne ise bu esnada kendi seçtiği yalnızlığı ile ormanda tek başına yürüyüşe çıkmıştır. Daphne’nin anlatılmaz güzelliği karşısında büyülenen Apollon, lirini elinden bırakarak Daphne’yi izlemeye başlamış ancak onu ürkütmemek için kendini göstermemiştir. O esnada ikisinden başka bir çift göz daha vardır ormanda, aşk tanrısı Eros.

Alacağı intikamın şeklini bulan Eros vakit kaybetmeden iki ok hazırlar. İlk okun ucu altındandır, kalbine saplandığı kişiyi sonsuz ve limitsiz bir aşka düşürür. Eros’un diğer oku ise kurşundandır. Bu kör uçlu, kurşundan ok kimin kalbine saplanırsa, o kişi kendisine âşık olan kişiden ölesiye nefret edecek duruma gelmektedir.

Eros’un hazırladığı bu iki özel ok çok vakit geçmeden sahiplerini bulur. Kalbine altın ok saplanan Apollon ölesiye âşık olurken, zaten yalnızlığı seçen Daphne ise kurşundan okla kendine âşık olan Apollon’a karşı tamamen nefretle kaplanır.

Eros’un altın okuyla vurulan Apollon artık eskisi gibi olamaz ve zevk alarak yaptığı her şeyden soğur. Artık tek arzusu her gün ormana gidip, kalbinden başlayıp tüm vücudunu ele geçiren güzelliği tekrar görmektir. Kurşun okla vurulan Daphne ise Apollon’u her gördüğü yerde ondan köşe bucak kaçmaktadır. Artık rutinleşen bu kovalamacalardan sıkılan Apollon;

“Ben Güneş’in ve ışığın tanrısı güçlü Apollon’um. Çekineceğim ne var? Artık aşkımın yankısını o güzellik de kalbinde hissetmeli.” diye düşünür ve konuşmak için Daphne’ye yaklaşmaya başlar.

Karşısında bir anda heybetli Apollon’u gören Daphne ise korkup kaçmaya başlar. Apollon da peşinden koşarak ona sevgisini haykırmaya başlar.

“Güzelliğinden vurulduğum peri kızı, dur, kaçma. Ben güçlü Apollon’um, benden sana zarar gelmez. Gel, güzel yüzünü bir göreyim de kalbimi sıkıştıran şu aşkımı bastırayım.”

Daphne, peşinden koşan Apollon’un ilan-ı aşkından daha çok korkmuş ve ayakları havalanıncaya kadar koşmaya devam etmiş, Apollon ise aşkının verdiği ızdırap ile Daphne’yi kovalamaya devam etmiş. Daphne koşmaktan bitap düşünce Apollon iyice su perisine yaklaşmış ve tanrısal nefesi Daphne’nin saçlarına karışacak kadar yaklaşmış.

Ensesinde Apollon’un nefesini hisseden Daphne ise korkudan ve çaresizlikten ne yapacağını bilememiş ve nehir tanrısı babasından yardım istemiş. Kızının çaresizliğine dayanamayan babası özel güçlerini kullanarak kızını orada defne ağacına dönüştürüvermiş.

Ayakları olduğu yere saplanan ve vücudu gittikçe ağırlaşan Daphne’nin vücudu kabuk bağlamaya başlamış. Dalgalarıyla gönülleri serinleten saçları yapraklara, incecik kolları da dallara dönüşmüş.

Her şeye kudretinin yeteceğini düşünen kibirli Apollon gördükleri karşısında şaşıp kalmış. Aşkını kaybetmenin acısıyla gözyaşlarına boğulan güçlü tanrı, defne ağacına sarılıp güzel kokusunu içine çekmiş. Defne ağacına sarıldığında hala sevdiğinin kalp atışlarını duyan Apollon;

“Ey duru güzelliği kalpleri büyüleyen sevdiğim! Şu yeryüzünde beni istemeyecek tek bir canlı yoktu. Ben seni bu kadar sevmeme rağmen sen beni istemedin ve benden canın pahasına kaçtın. Ben seni ömrüme nakşedecektim. Madem artık bir olamayacağız, senin kokun, dalların, yaprakların benimle olacak. Bundan böyle ben ve tüm kahramanlar senin dallarınla süsleyecekler kendilerini. Mis kokulu saçlarından olan bu yapraklar her mevsim yeşil kalacak ve ben hep onları başımın üstünde taşıyacağım.” diye haykırmış.

Aşkın en saf haliyle söylenen bu sözler karşısında etkilenen Daphne’nin ruhu Apollon’un karşısında saygıyla eğilmiş. O günden sonra Apollon verdiği sözü tutmuş ve her daim başının üstünde Defne yapraklarından yaptığı tacı taşımış.

Raviler bu aşkın Hatay’ın Harbiye’sinde yaşandığını söylüyorlar. Bugüne ne Apollon’un gücü kaldı ne de Daphne’nin güzelliği. Ancak biz hala onların izlerini, bulunan eski şehirlerde görüyoruz. Defne dalını hala üniformalarımızda ve rütbelerimizde kullanıyoruz.

Görülüyor ki ülkeler, kentler, anıtlar, binalar, kibirler, güçler, güzellikler kayboluyor ama aşkın kalıntıları hiçbir zaman yok olmuyor. Sizin de bundan böyle gördüğünüz her defne ağacında bu amansız aşkı anmanızı dilerim.

Söz Uçar Yazı Kalır

Kulağımda çınlayan ilk sesini,
Gönül kıyıma uğrayan gözlerini,
Sevgiyle yoğrulmuş kirpiklerini,
Unutmaya başladım

Eski bir defter, günlük aradım,
Sağımda solumda senden bir vecize aradım,
Bastığında yeşeren toprağı aradım,
Onları da bulamadım

İnsan da unuturmuş bulamazmış,
Seninle yüzleşmek için bir kağıt lazımmış,
Anladım artık söz uçar yazı kalırmış

Yazarlarımızın En Sevdikleri-Diziler

24Okur ailesine en sevdikleri diziyi sorduk. Gelen yanıtlara birlikte bakalım..

How  I Met Your Mother (HIMYM) 2005-2014

Suskunlar 2012

Şahsiyet 2018

Sense8 2015-2018

Leyla ile Mecnun 2011-2014

Brookyn nine-nine 2013

Peaky Blinders 2013-.

Ezel 2009-2011

Behzat Ç 2010-2019

Friends 1994-2004

Black Mirror 2011-.

The Blacklist 2013-.

Prison Break 2005-2017

Yedi Numara 2000-2003

Game Of Thrones 2011-2019

Dark 2017-.

Vikings 2003-.

11.22.63   2016

Control-Z 2020

Peki sizin favori diziniz hangisi?

Nefret Tarlası

Dünyayı değiştirdik, tarihi değiştirdik, çağlar devirdik fakat bir tek kendimizi değiştiremedik. İnsanoğlu, Ademden bu yana aynı duyguları geleceğe miras bıraktı. Kin, şehvet ve iktidar duygusu insana verilmiş en büyük cezalardır.
Eski çağlardan süre gelen fitne tohumları büyüdü boyumuzu aştı. Öyle ki güneşimizi kapattı, önümüzü göremiyoruz. Teknoloji, sağlık ve sanayi bilgileri birbirinin üstüne eklenerek uzay çağı dediğimiz çağa yakınlaştırsa da bizi, üst üste yığılan sadece bilgi birikimlerimiz değil.
Dünya hiçbir zaman barışın diyarı olamadı. Sürekli bir yerlerde iktidar uğruna kanlar aktı. Ademin oğlu Kabil’in, kardeşini öldürerek dünyaya ilk fitne tohumunu atması ve bu tohumun nesiller boyu bir miras olarak aktarılması dünyayı bir fitne bahçesine çevirdi. İktidar ve güç kavgaları dünya barışını tehdit eden en büyük olgulardır. Julius Caesar, Cengiz Han, Tomas de Torquemada, Kazıklı Voyvoda, Korkunç İvan, Mussolini, Adolf Hitler, İdil Amin, Bush, Saddam Hüseyin ve daha niceleri, iktidarları uğruna milyonları gözlerini kırpmadan öldüren gaddar güç sahipleri. Peki bu isimler olmasaydı dünya çok daha farklı bir yer olur muydu? Tabii ki de hayır. Bunlar sadece gücü ellerine alabilen insanların bir kısmı. Bu isimler iktidar olamasaydı başkaları iktidarı ele geçirecekti ve içlerindeki kin ve nefreti dünyanın ortasına kusacaktı. Aramızda hala güç sahibi olamayan kötü insanlar var.
Her insanının içinde iyilik ve kötülük sulanmayı bekleyen iki çiçek gibi kök salar. Önemli olan sizin ve bulunduğunuz çevrenin hangi çiçeği suladığıdır. Hepimiz Adolf Hitler kadar kötü de olabiliriz, Jose Mujica kadar alçak gönüllü de…
Sulamadığınız ve güneş görmeyen yanınız kuruyacak ve en sonunda gövdeden düşecektir. Bu düşen çiçek karanlık yanınız ise sorun yok fakat aydınlık yanınız ise Kabilden kalan mirası sizde taşıyorsunuz demektir.
Bu tablonun bir de güçsüz tarafında yer alanlar var. Çocukluklarını yaşayamadan büyüyenler, iktidarlar ve doğal kaynaklar uğruna yurtsuz kalanlar. Onların hakkını kim savunacak, kravatlı takım elbiseli sinsi yüzler mi? Ya da gökten gelecek bir kurtarıcı mı? Bunca yıllık dünyada bu kadar acıya rağmen dünyanın giderek kötü bir hal almasına karşın, yerin ve göğün sessiz kalması ne kadar anlayışla karşılanabilir? Küçücük bedenlerin kıyaya vurması yalnızca manşetleri süslüyor. Fakat onlar o manşeti yazana ve ben de bu satıları yazana kadar kim bilir nerede bir çığlık kopuyor.
Sözde düzen değiştirici bir kesim var ama bakın sadece sözde. Çünkü onlarda biliyorlar ki bu düzen değişmez sadece bulunduğu yüzyılın şeklini alır. Uzaya taşınma çabaları eğer gerçekleşirse belki dünya bir nebze rahatlayabilir. O zaman da uzaylılar düşünsün, evrenin en tehlikeli varlığı olan insanoğlu onların huzurunu da kaçıracaktır.

Ay Tutuluyoruz!

Sevgili Arkadaşlar, geldi çattı Ay tutulmamız!

5 Temmuz 2020 Oğlak burcunun 13. derecesinde bir Ay tutulması yaşayacağız. Bu tutulma ülkemizden görülemeyecek. Bu tutulma; Afrika’nın büyük bölümü, Avrupa’nın batısı, Antarktika, Kuzey ve Güney Amerika ile Atlantik Okyanusu’ndan gözlenebilecek.  Ay tutulmasından etkilenen burçlar: Oğlak burcu, Yengeç burcu, Koç burcu, Akrep burcu olduğu astrologlar tarafından söyleniyor.

Tutulma mevsimine girmiştik. Tutulmalar bildiğiniz gibi çok daha kadersel. Güneş tutulması bir şeylerin başlangıcıyken Ay tutulması bir şeylerin bitişi demektir. Ay tutulmaları tamamlanma, muradına erme, nihayetlenme, amacına ulaşma etkisi taşır. Artık hayatınızda -oğlak burcu hangi evinizde denk geliyorsa- artık bir şeyleri tamamlayıp, bitirip, nihayetlendirmeniz gerekecektir.

 

BİLGELİK, CESARET VE STRATEJİ !

  • Haftamıza Ay Terazi burcundayken ilişkilerimize, işlerimiz arasındaki dengeye, iş birliklerine odaklanarak giriş yapıyoruz!
  • Temmuz ayı maddi konuların, ödemelerin, borç, alacak verecek dengesinin önem kazandığı bir ay olacak!
  • Spekülatif etkilere, hayatımızdaki büyük değişimlere hazırlıklı olalım! Eğer 5 Nisan civarında girişimlerimiz konusunda etik ve doğru davrandıysak bir sorun yok!
  • Ama sadece kendi istek ve beklentilerimiz ön planda olduysa yöneticiler, otoriteler, üstler ve hukukla ilgili konular bizi yorabilir!
  • Her şeyi yeniden ele alacağımız bu dönem önemli işlerimiz için bilgelik, cesaret ve stratejiyi iyi kullanalım!

Pazar günü Yengeç-Oğlak hattının son tutulmasıyla 1.5 yılı kapatıyoruz! Oğlak burcundaki Ay tutulması neye dikkat çekiyor!

Oğlak burcu, mimari demektir. Hayatınızın mimarisi nasıl? Kendiniz aynı bir mimar gibi oturacaksınız bu tutulmada; yazacaksınız, çizeceksiniz, belki balkonu salona katacaksınız, mutfağı salona katacaksınız… Yani hayatınızı yeniden yapılandırıp yeniden inşa etmek için bir şeyleri yıkmanız, bütün buradaki kişisel deneyimlerinizi yeniden tasarlayıp proglamlamanız gerek. Neyi inşa etmek istiyorsunuz? Soyut değil somut bir şeyler ortaya koymalısınız artık arkadaşlar!

Tecrübelerinizden faydalanacaksınız. Bir adım atmak istiyor, bir şekilde kendinizi ön plana çıkarmak istiyorsunuz. Çünkü oğlak burcu titriniz demektir, sosyal statünüz demektir. Yani siz neyi ne olarak tanıyorsunuz ve ne olarak tanınmak istiyorsunuz? Sosyal statüde kendinizi ortaya çıkarmak istiyorsunuz… Bu tutulma bundan bahsediyor.

Ay tutulması verdiğiniz tepkilerle şekillenen kaderinizi gösterir. Gök kürede 13 derecede bir ruhsal portal açıldığını düşünmelisiniz. Ay tutulmaları ile Güneş tutulmaları arasında bir titrik nokta var. Ay tutulmaları daha kadersel, daha bilinç altından gelen  sezgilerle tepki veriyorsunuz. Yani bazı günler hani eve gidersiniz de “Eve nasıl geldiğimi anlamadım” “Ayaklarım beni eve götürdü” dersiniz… İşte o günleri böyle reflekslerle gerçekleştirmişsinizdir. “Yol sağa dönecek” der beyin size; sağa sola saparsınız, sol sokağa saparsınız… Bir bakmışsınız evdesiniz ama aklınızda türlü türlü düşünceler vardır. İşte böyle bir andır Ay tutulmaları.

Ay tutulmaları tepkiyle çalışır. Bill Gates ile aramızdaki fark ne olabilir? Aynı günlerde doğmuş olalım… Fakat o Bill Gates, siz sizsiniz. Arada bir fark yok. Olmuyor. Burada verdiğimiz tepkiler bizi şekillendirir, içe dönmek oldukça önemlidir.

Tutulmada Kad. İkizler tarafında Güneş var. Zihnimiz sorgulamak isteyecek! Neye obsesifçe yaklaşıyorsunuz? Takık olduğunuz düşünceler neler? Hep düşündüğün taşındığın negatif bir enerjin varsa beyninde, o negatif enerjiyi artık bir sustur. Ertelemeyi öğren zamanda. Bir şey için olumsuz mu düşünüyorsun “Onu 2 saat sonra olumsuz düşünmeye devam edeceğim. Şimdi bu 2 saatimi şu konuya odaklayacağım.” demeyi başarmamız gerek arkadaşım. Düşüncelerini bile “Zamanla” diyor tutulma bize.

Global anlamda ekonomi etkilenecek… Demek ki buradaki yapmak istediğimiz gereken konularda da neye dikkat edeceğiz? Kendi hayatımızda ekonomik düzeydeki adımlarımızı ve planlarımızı  daha sabırlı ve ihtiyatlı yaklaşmamız gerektiğini yorumları ile astrologlar ikaz ediyor.

Ay tutulmaları duygusal konuları, alışkanlıklarımız, çocukluğumuz ile ilgili olayları karşımıza getiriyor. Dolunay zamanı nasıl hassassak Ay tutulmalarında da duble hassas olabiliyoruz. Turbo Dolunay diye geçer, Ay tutulmaları. Ay tutulmalarında bir olay neyse o ortaya çıkar. Dolunay’da her şeyin göründüğünü söylüyoruz ya, Ay tutulmalarında gizli kalanlar da görünür hale gelir. Bu yüzden bu tutulma civarında diyelim ki bir düşüş, problem yaşadınız arkasından çok güzel bir olaya da hizmet ettiği ortaya çıkabilir ya da çok büyük bir başarı yaşadınız, bu başarının da arkasında gölgeli bir taraf olması çıkabilir ortaya arkadaşlar.

Bu yüzden ‘Her şerde bir hayır vardır’ mantığıyla bu dönemde yaşayacaklarımızı fazla kafamıza takmadan, hayatın bize getirdikleri gibi alarak üzerimize, çok fazla öfkeyle hareket etmeden daha kontrollü ve disiplinli hareket ederek hayatımıza daha güzellikler katabiliriz.

 

 

Zaman zaman

Devrik cümleler biriktiriyorum,

Acımasızca akıp giden zamana

 

Bi dolu sözcük düğümlenmiş boğazımda

 

Şimdi ben, bir kibritin rüzgara karşı duruşuyum

Kanadı kırık bir kuşun gökyüzüne hasretle bakışıyım

Boğulacak kadar kalabalığım ve delirecek kadar yalnızım

Karmakarışığım işte insanların adına büyümek dediği bir yoldayım

Nereye gideceğimi bilmeden yalpalıyorum

 

Her adımda korkular biriktiriyorum

En çok da yorulmaktan korkuyorum

Yorulup yol ortasında kalmaktan korkuyorum

Tek bildiğim her şey çok hızlı değişiyor ve ben buna alışamıyorum

Biraz alışmak istiyorum biraz da anlaşılmak

Hayır, anlatmak değil sadece anlaşılmak istiyorum

Anlattıklarımı birinin ya da birilerinin anlamasını istiyorum

 

Oysa göğe bakıp mutlu olabilecek kadar küçüktü düşlerimiz

Oysa çok büyük beklentilerimiz olmadı bizim

Yani demem o ki,

Bulutluyum işte, ne yağabiliyorum ne de dağılabiliyorum

Çığlık çığlığa ciğerlerimi parçalarcasına susuyorum sadece

Candan Erçetin ve Sezen Aksu’dan Keskin Bıçak

 

“A be Pelinciğim, aşkı nasıl tarif edersin?” diye sorarsanız şayet,
Kahraman Tazeoğlu’nun şu mısralarıyla cevap verirdim:

-Hiç kimsenin iyi gelmediği yerden sarıyorsun yaralarımı, hiç kimsenin dokunamadığı yerden kanatıyorsun sonra.

Nasıl bir büyüsü varsa bu işin, bir gün kanatlandırıp uçuruyor ve ertesi gün yerin dibine sokması muhtemel. Yaş ilerledikçe, çok sevilmekten ziyada güzel sevilmeye talip oluyorsun olmasına da, hayat bazen şaşırtmayı seviyor, bunu hepiniz biliyorsunuz.

Aşk, çok mutlu olmaya niyetlenip çok kavga etmeye gebe olabilir. Sevmek gibi sakin bırakmaz insanı, birini seversen mantıklı davranabilirsin, ama aşk yorucudur, dinginliği özletir. Dalgalı bir deniz misali, yükselir alçalırsın. Ama o yüksekliğin tadını bir kere alınca da, alçaklık da ‘ eksik bir şey mi var ‘ diye düşünmekten alı koyamazsın kendini.

Her şeyi fazladır.
Özlemesi, kıskanması, sarılması,koklaması.

Şimdi bu duyguyu bilenler, yaşayanlar ve hatta inanmayanlar için
Gelmiş geçmiş en güzel aşk şarkılarından birini bırakıyorum buraya. Şarkının yorumcularından usta Candan Erçetin de ‘ Benim Türkiye’de duyduğum en güzel aşk şarkısı’ diyor eseri söylemeden hemen önce.
Katılıyorum Candancığım sana.
Benim içinde öyle sanırım.
Söz-Müzik: Sezen Aksu

Nerede ben de o yürek, yârdan cayacak?

 

Yarım Kalan

Soğuğun, elleri ceplere hapsettiği kış akşamıydı. Ancak sisli havanın ardından gözlerin ışığıyla uzayıp giden nefesler görülüyordu. İnsanlar ağzından çıkan dumanlar birbirlerine ancak değebiliyordu.

Ağzımı burnumu sardığım atkının delikli taraflarından nüfuz eden rüzgarın dinç edici sertliği, görüşümü açtı. Kafamı yukarı kaldırıp önümde akıp giden cümbüşe karşı kayıtsız kalamadım. Sabırsız bekleyişlerin arkasında duran hayaletler; iş yerinde yaşadığı talihsiz olayda, nihayet varınca kendini atacağı yatakta, bir hafta sonraki sunumda özetle burada değillerdi. Başka yönde görülmeye layık bir şey yok gibi kafalarını eğmiş yalnızca önlerine bakıyorlardı. Baştaki sıra dakikalara metro bekleyişini eklerken rekabet katlanarak artıyordu. Butik yarışa artan seslerin sonucunda bir gurup insan daha katıldı. Sonradan açılan gözler yerdeki zeminden başka objeleri yeni algılarken geride kaldılar. Tüm bunların dışında arka sırada kalan yarış dışı takım halet-i ruhiyesinden ödün vermeden aynı vurdumduymazlıkla ayaktaki konumunu aldılar.

Metronun camına çizgili, buruşuk,birkaç farklı renkte yüzük takılı elini yaslamış teyze gözüme takıldı. Sürüklenip giden kalabalığa yüzündeki ifadeyle ayrı bir boyut kazandırıyordu. Aynı anda telaşı, sabırsızlığı, heyecanı, uzun bekleyişi barındıran gözleri hafif tebessümüyle sevimli hale geliyordu. Bu ifadenin ardında duran hikayeye karşı müthiş merak duydum. Öyle ki bu heves ayaklarımı benden habersiz hareket ettiriyordu. Neredeyse iç içe geçmiş insanların arasından bir sağa bir sola savrularak hedefime ulaşmaya çalışıyordum. Dikkat çekmeyen minik adımlarım söze nereden başlayacağımı düşünmeme yardımcı oluyordu. Aklıma giriş için alışılmış birkaç kelimeden başka bir şey gelmiyordu. Bu beni durdurmaya yetecek etkiye sahip değildi. Önünde sonunda ulaştığım son noktada baştan beri çizdiğim şekli zihnimde canlandırdım. Bu enteresan çizim konuşmaya başlamam için fitili ateşleyen istekti. Kelimeler ağzımdan tam dökülecekken o ana kadar hiç aklımda olmayan birtakım korkular zihnimi kapladı. Kelimelerin önüne bir bir set çekiyorlardı, zamanımın azaldığını hissediyordum. Ağzımdan bir şeyler döküleceğine inancım azalmaya başlıyordu derken istasyon adı söylendi. Bütün emeğim, hevesim, merakım dibe vurduğu yerden göğe yükseldi. Teyze oturduğu yerden kalkmış kapıya doğru gidiyordu. Arkasından istemsizce elimi uzatarak çok kısık sesle ‘Bir dakika!’ dedim. Kendime bile zar zor duyurduğum fısıltı kimseye değemeyip yere düştü. Geride kalan duygularımı pişmanlık kutusuna zar zor sığdırdım. Korkularıma yenik düşüp yine treni kaçırmıştım. Buraya kadar cesurca gelişim toz olup uçtu.

Evin kapısını açıp kendimi yatağa bıraktığımda aklımda ne metro, ne metroyu bekleyen insanlar ne de metrodaki teyze vardı. Eksik kalan yanımla baş başaydım.

Sen Bana Böyle Güzel Bakarken Yalnızlığımı Daha Fazla Sevemezdim

Bir yaz gecesiydi, sahil kenarında yalnızdım.
Elimde rakı kadehimle gökyüzünde kaç tane yıldız olduğunu sayıyordum.
Her 10 yıldızda bir kadeh bitiyordu ve o gece gökyüzü yıldızlarla doluydu.
Bir film sahnesi olsaydım eğer, deniz kenarında elbisesiyle koşuşan bir kadın, kadını belinden saran bir adam ve muhtemel bir golden cinsi köpek ile gecemi bitirebilirdim.
Oysa o gece bana bir 70’lik rakı ve yıldızlar dışında eşlik eden kimse yoktu.


‘Kalabalık içinde yalnız olmaktansa, tek başıma mutlu olurum’ diye geçirdim içimden.
Yalnızlığını sevmeye çalışan herkes gibi.
Böyle öğretilmişti kişisel gelişim kitaplarında,
Ve bizler gelişmeye aç bitkiler gibi uygulayamayacağımız bir sürü cümleyi ezberlemeye uğraşıyorduk.
O gece ne bir sayfa kitaba, ne de süslü cümlelere ihtiyaç duymuyordum.
Kendim bile süslenmemişken ne yapacaktım başka bir ışıltıyı.
Yıldızlar yeterdi.
Kadehler de.
Kayan tek bir yıldıza denk gelemedim, ziyanı da yoktu. Kayan yıldızlarla tuttuğum dileklerin hüsranla biten sonuçları bana tek bir dilek hakkım kalırsa şayet, kayan yıldıza bağlamamayı öğretmişti.


‘Ruhunuza’ dedim kaybettiğim tüm yakınlarıma, bir kadeh sonra bir kadeh daha…
‘Yalnızlığımı Çok Seviyorum’ dedim kahkahalarla.
Yalnızlığına alışmaya çalışan bütün insanlar gibi.
Derken, yandaki meyhaneden yükselen bir sesle içimde unutmaya yüz tutmuş bir öfkeli acı boy göstermeye başlamıştı.

Yıldızlara baktırdım
Fallarda çıkmıyorsun
Seni görmem imkansız
Rüyalarım olmasa

3 dakika kadardı dalakaldım ufuklara.
Yutkunamadım bir süre.
Derin bir nefes aldım.
Ve dört elle sarılmaya çalıştığım yalnızlığımı attım dalgalı sulara, sana kavuşmak adına.
Gelir miydin, sever miydin bilmeden çıktım yollara.
Yolun sonunu düşünerek temkinli olmayı bırakalı çok olmuştu.
Şarkı güzel,
Hava güzel,
Yol uzun.
Seviyorsanız açın konuşun bence.

Bu aşkı söyleyemem senden bir başkasına
Seni sormam imkansız
Rüyalarım olmasa

İkranur’a

Güzel kızım,

Teninin kokusunu çamura karıştıranlara,

Seni ananın koynundan alanlara,

Daha yedi yaşındayken canını alanlara,

Lanet olsun!

Meleğim,

Nasıl kıydılar sana,

Nasıl uzandı elleri ipekten saçlarına,

Seni yedi yaşında anandan koparanlara,

Lanet olsun!

 

Senin Tarifin

 

Acaba güzel gözlerinde mi kurulu cennet,

Kiraz dudakların can atıyor mu buluşmaya ?

Yanaklarındaki hayâ kırmızılıkları aşkımızı mı anlatıyor sence?

 

Acaba Allah sütü senin teninden mi yarattı ?

Yoksa sen sütün içinde mi göz açtın dünyaya,

İncecik belin hazır mı sarılıp sarmalanmaya ?

Ya ellerinin danteli, takacağın baş duvağının bir mesajı mı ?

 

Kainat böyle bir aşk gördü mü bilmem.

Ben seni gördüm kainat yok olsa bilmem,

Gözünün mavisi benim gökyüzüm,

Saçının toprak rengi benim mezarım artık.

 

 

Acı Bir Veda: Bal

Her şarkının bir hikâyesi vardır. Bugün çok acı bir hikâyeye sahip bir şarkıyı sizlere anlatacağım: Bal.

Hepimiz Duman grubu ve onun solisti olan Kaan Tangöze’yi az çok biliyor ve tanıyoruz. Bal şarkısı, Kaan Tangöze’nin sevgilisi Ahu için yazılmış bir şarkıdır. Aslında Duman grubunun seslendirdiği çoğu şarkı Ahu’ya yazılmıştır.

“Aşkım sen benim canımsın 
Kanıma karışmış kanın” 

Ahu ve Kaan Tangöze birbirlerini çok sevmişler. Fakat o sıralarda Ahu’nun ailesi boşanmanın eşiğine gelmiş. Ahu, annesi ve babasının boşanması üzerine psikolojik bir çöküntüye girmiş, iyice içine kapanmış.

“Söyle kimlerden kaçarsın 
Boşuna durmadan ağlarsın” 

Onların aşkı kadar kavgaları da şiddetli olurmuş Bu çalkantılı ruh hâli de tabii ki edilen kavgaların şiddetini arttırmış.

“Yavrum sen benim balımsın 
Tadına alışmış canım” 

Duman grubu “Belki Alışmam Lazım” isimli ikinci albümünü çıkardıkları zaman bir barda tanıtım için konser vermeye karar vermişler. O konserin olacağı günün sabahında da Kaan Tangöze ve Ahu tartışmışlar. Ama yine de Kaan, Ahu’nun konsere geleceğini düşünmüş. Çünkü ne olursa olsun hiçbir zaman konserlerinden hiçbirini kaçırmamış Ahu.

“Aaah güzel kuşum gir kanıma 
Ben zaten sarhoşum” 

Ve o beklenen konser başlamış. Kaan Tangöze, Ahu’nun gönlünü almak için o zamana kadar onun için yazdığı tüm şarkıları söylemiş ve bir yandan da gözleri onu aramış. Bulamasa da yine de onun konserde bir yerde olduğunu düşünmüş.

“Nerdesin, sevgilim?”

Bir rivayete göre Kaan tam “Bal” şarkısını söylerken kulise Ahu’nun intihar ettiği haberi gelir. Bal şarkısı bunun için bu kadar önemlidir. Diğer bir rivayette ise birbirlerine “Balım” diye hitap ettikleri için bu kadar önemli olduğu söylenir.

“Söyle nerdesin bal 
Artık benlesin bal” 

Bu intihar haberini Kaan’a konser bittikten sonra söylemişler. Kaan bu haber karşısında yıkılmış, günlerce de evden çıkmamış ve kimseyle konuşmamış.”Bal” şarkısını hiçbir konserinde seslendirmemeye dair yemin etmiş.

“Artık sen benim canımsın 
Canlı kalan tek yanımsın”

Ahu’nun ölümünden sonra ilk defa Açıkhava Tiyatrosu’nda seyircilerin yoğun ısrarı üzerine arkasını dönmüş, parmaklarıyla gökyüzünü göstermiş ve son kez şarkıyı ağlayarak seslendirmiş.

Bu acı dolu hikâyeyi öğrendikten sonra, şarkıyı bir kez daha dinlediğimizde şarkı bizde artık bambaşka duygular uyandırmaya başlıyor. Daha bir hissederek, her sözünü anlayarak dinliyoruz. Her şarkının bir hikâyesi vardır. Ne yazık ki bu hikâyelerin çoğu arkasında çok büyük bir acıyı barındırır.

 

 

Riya- Kârlılık

İnsanoğlu her zaman mantığın doğrularıyla ilerlemez. Ya doğru bildiği yanlışlar ya da yanlış bildiği doğruları fark etmeksizin uygular. Çoğu kez mekanik bir hal almış hareketler ile doğru ya da yanlış şeylere imza atar. Bunlardan bazıları yüz yıllardır yapısına işlemiş, bazıları ise sosyal çevresinin de etkisiyle içine yerleşmiştir. Kalıplaşmanın en kötü görünümlerinden biri de riyakarlık itiyadıdır. Bu hal öyle bir tesir etmiştir ki kalbe, çoğu kez farkında bile olmadan kapılır cazibesine. Kimi zaman bir doktor işimizi görür, doktorları yüceltiriz. Kimi zaman bir polis bizi zalimin elinden kurtarır, polisi severiz. Fakat bunların hiç birini gerçek bir saygıdan değil, iki yüzlü minnet duygusundan sebep yaparız. Misal güneşli bir günde, ciğerlerimiz sonuna kadar oksijenle doluyken biri ne denli önemliyse bizim için aslında o kadar saygı duyuyoruzdur ona karşı. Daha fazlası ise çaresiz anlarda gösterilen fırsatçılıktan öte bir şey değildir. Kimi zaman Tanrı’ya yalvarmak dahi bu amaçla yapılır. Zor günlerin yakıcı ve çaresiz azabı olmadığı sürece Tanrı’nın kapısını çalmayan bu büyük grubun, diğer insanları övüp, değer verirken samimi ve içten olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Özü yakalamak gerekirse eğer; davranışlar bilinçli hale dönüştürülüp,  duyguların verdiği anlık tepkilerden kaçınılmadığı sürece, yalnızca zor günlerin telaşında değil, zamanın en güzel hediyelerini tadarken dahi kıymet bilinmediği takdirde bu halin esaretinden ve yükünden kurtulmanın bir yolunu bulamayacağız.

Karanlığa Serzeniş

Benim için karanlık,
Yokluğunda sabahlar.
Artan bir yangın gibi,
Yüreğimde abahlar.

Sandalyeme oturdum,
Karanlıkla beraber.
Uzaklar var önümde,
Gözlerinden bihaber.

Göz kapaklarında var,
Bakışının tesiri.
Yorgun viran yüreğim,
Ses tonunun esiri.

Çiçekler açılmadı,
Gülüşünden mahrumlar.
Senden hiç kaçılmadı,
Hep içimde umutlar.

Yolum

Sırma saçlarınla gözlerin arasındaki
Yoldu benim yolum
En umutla baktığım
En gür sedayla bağırdığım
Sel gibi akan göz yaşlarımı barındırdığım
Yol çıkmaza girdi sevgilim
Sonunu göremiyorum artık
Gel tut elimden
Bakayım sana sevda bahçelerinden
Sonum olsun bakışlarım….