28.4 C
İstanbul
Çarşamba, Temmuz 23, 2025

Birinin Kurguladığı Karakter Olmak: Puslu Kıtalar Atlası

İhsan Oktay Anar, postmodernizmin en güçlü temsilcilerinden birisidir. Bugün de çok severek okuduğum Puslu Kıtalar Atlası’ndan sizlere bahsetmek istiyorum. Dilerseniz önce İhsan Oktay Anar’ı biraz tanımakla başlayalım.

İhsan Oktay Anar, 1960 yılında Yozgat’ta dünyaya gelmiştir. İlk ve orta okulu İstanbul’da, lise eğitimini ise İzmir’de Akşam Lisesi’nde okumuştur. Üniversite eğitimini ise Ege Üniversitesi Felsefe bölümünde tamamlamıştır. İlk romanı olan Puslu Kıtalar Atlası’nı da 1995 yılında tamamlamış ve okuyucuya sunmuştur.

İhsan Oktay Anar eserlerinde tarihi, felsefi, dini ve mitolojik unsurları postmodernizm ile mükemmel bir şekilde harmanlayıp bizlere sunmuştur. Diğer postmodern eserler gibi elbetteki İhsan Oktay Anar’ın eserleri de karşısında donanımlı bir okuyucu görmek ister. Bu yüzdendir ki ilk seferde okuduğumuzda pek bir şey anlamayışımız.

Öncelikle Puslu Kıtalar Atlası’nın kısa bir özetini sizlere sunmak istiyorum.

Arap İhsan Efendi yeğeni olan Uzun İhsan Efendi’yi ziyaret etmek için İstanbul’a gelir. Aslında İstanbul’a gelmesinin bir başka amacı da hayatını kurtaran kitabın çevirisini yaptırmaktır. Kubelik’e bu kitabın çevirisini yaptırır. Kitap Rendekar’ın “Zagon Üzerine Öttürmeler” eseridir.

Yeğeni olan Uzun İhsan Efendi evinde oğlu olan Bünyamin ile yaşamaktadır ve pek çok kez yeşil bir uyku şurubu içerek rüyalara dalmaktadır. Uyandığında ise rüyalarında gördüklerini bir atlasa yazmaktadır. Bünyamin babasının bu tuhaf yaşam tarzından şüphelenmiş ve uyku şurubundan içmiştir. Fakat uyku şurubundan biraz fazla içtiği için uyanamamıştır. Herkes Bünyamin’in öldüğünü sanmış ve onu gömmek için mezara götürmüşlerdir. Daha sonrasında Bünyamin kafasında duyduğu esrarengiz bir ses sayesinde mezardan çıkıp kurtulmuştur. Artık herkes Bünyamin’i konuşmaya başlamıştır.

Babası ona, yazmış olduğu “Puslu Kıtalar Atlası”nı vererek: “Sana izin veriyorum, git. Git ve benim göremediklerimi gör, benim dokunamadıklarıma dokun, sevemediklerimi sev ve hatta bu babanın çekmeye cesaret edemediği acıları çek. Dünyadan ve onun bin bir halinden korkma.” demiştir.

Bu sayede Bünyamin artık bir maceranın içerisine atılmıştır. Asıl olaylar buradan sonra başlar. Roman ilerledikçe aslında romandaki tüm karakterlerin Uzun İhsan Efendi’nin kafasında kurguladığı karakterler olduğunu anlarız. Uzun İhsan Efendi hem karakterleri hem de olayları zihniyle kurgulayabilmektedir.

Kısaca kitabın bir kısmının özetini verdikten sonra artık yavaş yavaş kitabı incelemeye başlayabiliriz. Roman boyunca Uzun İhsan Efendi’nin “Puslu Kıtalar Atlası”nı nasıl yazdığını görüyoruz. Bu da postmodern romanlarda sıkça karşılaştığımız teknik olan üstkurmacanın kullanıldığını bizlere gösteriyor. Yani aslında yazar bu romanın kurmaca olduğunu bize Uzun İhsan Efendi aracılığı ile hissettiriyor.

Romanın ilerleyen bölümlerinde Uzun İhsan Efendi yaşadığı kötü olaylar sonucunda kör ve sağır oluyor. Kör ve sağır olmasına rağmen gemilere kılavuzluk yapıyor. Bunun yanında ne kadar işkenceye maruz kalırsa kalsın acı çekmediğini görüyoruz. Buralarda da “yabancılaştırma” tekniğinin kullanıldığını görüyoruz. Yani tıpkı üstkurmaca tekniğinde olduğu gibi yazar, romanın aslında bir kurmacadan ibaret olduğunu bu ve benzeri olaylarla sık sık hissettiriyor.

Romanın altındaki anlama doğru ilerlediğimizde pek çok metinle de bağlantılı olduğunu fark ediyoruz. Romanı okumaya başladığınızda başlangıçtaki epigrafta “sabahın oğlu” ifadesi geçiyor. Sabahın oğlu derken aslında burada şeytana gönderme yapıyor. Kur’an ile de bağlantı kurduğunu “Ebrehe” karakteriyle görüyoruz. Kur’an-ı Kerim’de geçen “Ebrehe” Fil Vak’asında Müslümanların Kâbe’ye gitmesine engel olmak isteyen bir kâfirdir. Müslümanlara filler ve ordusuyla saldırmıştır. Fakat Müslümanlar ağızlarında taşlar taşıyan ebabil kuşları sayesinde Ebrehe’yi yenmişlerdir. Romandaki “Ebrehe” karakteri Kur’an-ı Kerim’de geçen “Ebrehe” kadar kötüdür.

Hz. Yakup ve Hz. Yusuf kıssası ile de bağlantı kurulduğu söylenilebilir. Hz. Yakup, Hz. Yusuf ve Bünyamin’in babasıdır. Bildiğimiz gibi oğlu Hz. Yusuf kaybolunca ağlamaktan gözleri kör olur. Hz. Yakup bu romanda Uzun İhsan Efendi olarak karşımıza çıkar.

Hz. Yusuf kıssasını hepimiz biliyoruz. Hz. Yusuf yaşadığı olaylardan sonra kral olur. Kardeşleri o dönemde yaşanılan kıtlıktan dolayı saraya gelirler ama Yusuf’u tanıyamazlar. Yusuf, kardeşi Bünyamin’in yanında kalmasını istediği için cebine değerli bir eşya koyar ve hırsızlık yaptığı gerekçesiyle onu tutuklatır. Romanda da casus, Bünyamin’e kıssadaki gibi değerli bir eşya vermiştir. Bu eşya “kara para”dır.

Bir başka metin olan “Gılgamış Destanı” ile de metinlerarasılık kurulmuştur. Gılgamış destanında Gılgamış ölümsüzlük otunu arar, fakat ölümsüzlüğe ulaşamaz. Romandaki Ebrehe karakteri de kıyametten kaçmaya, ölümsüz olmaya çalışır. Ama ne kadar çabalasada tıpkı Gılgamış gibi ölümsüzlüğe ulaşamaz.

Ebrehe gömülmeden önce gözlerine kara paranın konulmasını ister. Bu mitolojide sıkça karşılaşılan bir şeydir. Mitoloji severler bilirler, Hades’in diyarına gidebilmek için bir nehirden geçilmesi gerekir. Bu nehirde de Kharon isimli bir kayıkçı bulunmaktadır. Kharon, ölülerin Hades’in diyarına geçebilmesi için onlardan rüşvet yani para alır. Bu yüzdendir ki ölüler ağızlarına ya da gözlerine para konularak gömülürler.

Özette bahsettiğimiz “Rendekar’ın Zagon Üzerine Öttürmeler” kitabı aslında “Rene Descartes’in Metot Üzerine Konuşturma” isimli kitabıdır. Burada hem Descartes’in hem de kitabının ismi yapıbozumuna uğratılmıştır.

Aslında kitap üzerine konuşulacak daha pek çok şey var. Ama ben biraz da merak edip kitabı okuduktan sonra kendinizin araştırıp bulmanız taraftarıyım. Şimdiden keyifli okumalar dilerim.

İnsan Gönlü Kırmasam

Keşke yapmasam dersin,

İnsan gönlü kırmasam,

Dinlemeden kimseyi,

Boşa yargılamasam.

Gönlünü taş eyledin,

Neler geldi o başa,

Hatanı anlayınca,

Dersin yapmışım boşa.

Seni severim derdin,

Ne idi senin derdin,

Kırıp insan gönlünü,

Sonra çekip giderdin.

Uçamayan atmaca,

Önce kendini bilsen,

Güzellik yaymak için

Çaba sarf edebilsen.

Küçücük İnsan

Masadan kalktı. Açık pencereden içeriye giren ıhlamur kokusu öfkesini artırmıştı, sevmiyordu ıhlamuru. Sıradandı, kolay ulaşılabilir, hafif bi bitkiydi ıhlamur. Nane öyle miydi ? Nane’nin ağırlığı vardı, nane sertti, netti. 

Hava çok sıcak olduğu için pencereyi de kapatamıyor, buna tahammül etmesi gerektiği düşüncesi onu çıldırtacak kadar öfkelendiriyordu. Eline geçen her şeyi fırlatmak istedi. Neleri fırlatabileceğine baktı, tekrardan oturup düşünmeye başladı. 

Eline geçen anahtarlığı, masanın üzerindeki vazoya fırlatsa, vazo düşüp kırılsa.. Çıkan sesle, sonradan toplaması gereken dağınıklığı tarttı. Vazo kırıldığında çıkan ses onu tatmin etmeyecekti. Birde üstüne temizlik yapacaktı, bunu istemedi.

Evde balta var mı diye düşündü.  Masayı kırsa çok pislik çıkmaz, hemde rahatlardı. Zaten bu masadan sıkılmıştı, değiştirmek için sebebi olurdu. E annesine ne diyecekti? O görmeden masayı nasıl evden çıkaracağını, yenisini içeri nasıl sokacağını planlamaya başladı. Ama hayır, masaya harcayacağı mesai gözünde büyüdü. Zaten sakinleşmişti. Yine de bir şeyleri kırmak için ayağa kalksa öfkesinin tazeleneceğini biliyordu. Sakinleşmek elinde olduğu gibi, sinirlenmekte elindeydi. 

Gülümsedi, insan olmanın tuhaflıkları ona komik geliyordu. Her şeyin çözülebilmesi, hayatı anlamsızlaştırıyordu. İnsandı sinirleniyordu, sonra sakinleşiyordu, sonra da unutup devam ediyordu hayata. Bu saçmalıktı eğer unutabileceği bir şeyse neden sinirlenmişti ki? 

Anlamsızdı yaşamak, bir sürü gereksiz şeyin bütünü gibiydi. İnsan zaten yaşaması için her şeyi hazır edilmiş dünyada yaşamak için çabalayan ve yaşamı kendine zorlaştırandı. 

İcatlar yaparak kolaylaştırıyor gibi gözüküp, insanı sağlıksız hale getiren, aklıyla doğada farkı olan varlığı aptallaştıran değil miydi? 

Bu icatlar,  bu devlet, yöneticiler ve küçücük insan.

Yönetilen, kendini yöneticisini seçtiğini sanan, sonra kendisinden saklanan sırları, kötülükleri dünyanın karanlık gerçeklerini öğrenince ahlayıp vahlayan insan. 

Kendi gibi insanların eline bakan, ama hep bakan göremeyen insan.

Sesini çıkarmak isteyen, ne kadar izin verilirse o kadar sesini çıkarabilen insan. 

Ürettiğini, çabaladığını, değiştirebileceğini, hatta belki biraz değiştirdiğini sanan ve vazgeçen insan. 

Bir anda ölen insan. 

Elini masaya vurdu en sonunda. Neyi kırarsa kırsın, kırılanın yeri doldurulacaktı zaten. Kendisinden vazgeçti. Bu kadar anlamsızlık içinde yaşamaktan vazgeçti. Faydalı olmak istedi. Kendisini öldürecek ve yazdığı notla mezarının üzerine ağaç dikilmesini isteyecekti. Bu hayatta olmak hiç istememişti ki zaten. Ağacın gübresi olmayı seçti.

Sevgi Neydi?

Selvi Boylum Al Yazmalım’ın güzel müziğindeki “Sevgi neydi?” mısrasını hepimiz biliriz. Hakikaten neydi sevgi, nedir bu dilimizden ve kalbimizden düşmek bilmeyen duygu?

Sevgi hemen her şeye duyulabilir. Aile bireylerine, arkadaşlara, yâre, bir mekana, bir hayvana, bir gülüşe ve bazen de bir deniz kabuğuna…

Bana kalırsa sevginin garip yanı şudur: Gelişi belli olmayan bir duygudur sevgi. Bir de bakmışsınız sevivermişsiniz. Hiç anlamazsınız ne ara sevdiğinizi.

Bazen yavaş yavaş büyür içinizde. Bazen derinlere saklanır, derinlerde zincirlenir elinden, kolundan. Bazen her yer yayılır. Bazense yok olup gider.

Herkesin sevgisi kendinedir, belki de hepimizin sevgi anlayışı farklıdır. Fakat yine de bana göre bugüne kadar yazılmış en evrensel sevgi tanımı Ümit Yaşar Oğuzcan tarafından kaleme alınmıştır. Bu güzel tanımı sizinle paylaşmak isterim:

Korkunun olduğu yerde aşk yoktur. Cesarettir sevmek.

Düzenlere, oyunlara, kötülüklere meydan okumaktır. Sevmek; uzaklaşmaktır yalandan, bencilliği hiçe saymaktır.

Bir başka açıdan da inanmaktır sevmek. Gerçekten inanmaktır, tümden inanmaktır.

İnsan sevince; sevdiğine bütün varlığı ile teslim olmamışsa, yeteri derecede sevmemiş demektir.

Ve ona kayıtsız şartsız inanmıyorsa, sevgiden bahsetmeye bile hakkı yoktur.

Kıskançlık inancımızın bütünlüğü ölçüsünde besler aşkı. Şüpheyse öldürür. Şüphenin olduğu yerde inancın yeri olmaz. Sevgiden bahsedilemez orada.

Kıskançlıksa; kutsal bir duadır, dudağında sevenlerin. Sevmek; var olmaktır bir bakıma, derinden bakılınca yokluğa benzer.

Sevmek bütünlenmektir. Çok seven eksildiğini zanneder, oysa artmaktır sevmek, çoğalmaktır.

Çevrenin gözlerimizden silinmesi, önce bir eksilme hissi verir insana. Fakat o her şeyimizi varlığı ile doldurdukça arttığımızı anlarız.

O bir tek kazanç, bütün kayıplarımıza bedeldir. Bir an gelir; her şeyi onunla değerlendirmeye başlarız. O bugün mutluysa yaşamak güzeldir. Kabımıza sığmayız. Şarkılar söylemek gelir içimizden. O kederliyse, gözlerimizde her şey kederlidir artık. Bütün güzellikler bir bir yitirirler anlamlarını. O anlarda ölümü düşünür yine ölemeyiz kurtulamamak için.

Yanmaktır, tutuşmaktır sevmek ve yaşadıkça hiç sönmemektir.

Dinle! Sana sevmenin ne olmadığını söyleyeceğim önce. Ne olduğunu sonra anlayacaksın.

Dinle, sevmek alışveriş değildir. Geometri değildir, aritmetik değildir. En değerli şeydir belki; ama karşılığında hiçbir şey alınmaz. Karşılıksız bir çeke atılmış kuru bir imza değildir sevmek. İskambil kağıdı değildir, zar değildir, bir dilim değildir, hesap pusulası değildir sevmek. Sevginin bedeli yine sevgiyle ödenir,altınla değil.

Sevilmekse; sevmenin mükafatıdır ancak,karşılığı değil. Bir sevgiye eş bir başka sevgi olamaz. Çünkü her sevgi birbirinden büyüktür.

Sevgi tartılamaz, sevgi ölçülemez. Sevgi; gram değildir, mesafe değildir. Derinlik sanırsınız,yüksekliktir o. Sevgi; dudak değildir, göz değildir, saç değildir. Sandalye değildir sevgi, yatak değildir, çarşaf değildir. İçki değildir, içemezsiniz fakat her şeyden güzeldir sarhoşluğu.

Geçip karşısına seyredemezsiniz, manzara değildir, tablo değildir, heykel değildir.

Okuyamazsınız, kitap değildir. Bilmece değildir, çözemezsiniz.

İsteseniz de içinizden atamazsınız.

Kan değildir, kesip damarınızı akıtamazsınız.

Siz ağladıkça o güçlenir içinizde.

Akmaz, gözyaşı değildir.

Kuş değildir uçmaz,

çiçek değildir koklanmaz.

Bitmez, çile değildir.

Ne desen o değildir sevmek…

Sevgiyi tarif etmeye kalksam, seni anlatırdım…

Ümit Yaşar Oğuzcan

Okuyana Bir Demeç

 Dünyadaki buzlar eridikçe insanların kalbi buz tutuyor. Kimse iyi değil! Herkes kendi çıkarlarının, kendi mutluluğunun peşinde. “Bu iyi birisine benziyor,” desek; algı yanılsamasının verdiği kalp kırıklığıyla nefret ediyoruz hayattan. İnsanlara sırt çevirip tek başına da yaşanmıyor ki. İlla kırılacak kalbin, illa dökülecek o yaş.     

Yok… Yok. Yok! Mutlu bir ömür yok. Kime sorsan yorgun, kime sorsan mutsuz. Kış güneşi gibi yorgunlukların arasına mutluluk sıkıştırmaya çalışıyoruz. Oysa yaz yağmuru gibi yaşasak ya. En ufak bir şeyden mutlu olsak, hayata hep dolu tarafından baksak. Mutsuzluğumuz da o yağmur gibi gelip gitse ya keşke. Ama “keşke” işte. O kadar çıkmazda ve o kadar dolu ki beynimiz, bunun bir yolunu bile bulamayacak haldeyiz. Ne yapsak? Umursamasak mı? O zaman “O çok umursuz, böyle insan mı olur?” derler. Takmasak mı söylenenleri? O zaman da “Onun burnu havada!” derler. “Size ne benden,” desek “Burnundan kıl aldırmıyor,” diyecekler. “Ben sizin istediğinizi değil canımın istediğini yapıyorum,” desek “Burnunun dikine gidiyor,” diyecekler değil mi? Yani anlayacağınız; o burunlarını gelip hayatımıza sokacak burun severlerimiz. Sonra ne olacak? Milletçe burnumuz pislikten çıkmayacak.     

Hayat; milleti, el alemi, insanları dinleyemeyecek kadar kısa. Gelin şarkı dinleyelim, şiir dinleyelim, denizi, hayvanların sesini, hatta parktaki çocuk sesini dinleyelim. Ya da silin hepsini! E biraz kafa dinleyelim…

’12 Punto TRT Senaryo Günleri’ Başladı

Bu yıl ikincisi düzenlenen 12 Punto TRT Senaryo Günleri 12 Temmuz’da başladı. Bir hafta sürecek olan organizasyon 18 Temmuz’da sona erecek. Dünyayı etkisi altına alan Covid-19 pandemisi nedeniyle etkinlik bu yıl çevrimiçi gerçekleştirilecek.
TRT 2 ekranlarından her gün saat 19.30’da ekranlara gelecek olan ’12 Punto Özel’ programı ile etkinliğe dair her şeyden haberdar olabileceksiniz. Özel röportajlar ve yayınlar ile ikincisi düzenlenen 12 Punto TRT Senaryo Günleri‘ni doyasıya yaşayacaksınız.

Finale kalan proje sahipleri, uluslararası çapta önemli isimler ile senaryoları üzerine derinlemesine düşünme ve tartışma fırsatı yakalayacak. Yoğun temponun ardından uluslararası jürinin önüne çıkacak olan 12 isim arasından dördüne TRT Ortak Yapım Ödülü, dördüne TRT Ön Alım Ödülü verilecek.
Bu yıl ilk kez 12 Punto TRT Senaryo Günleri‘nde senaryo aşamasındaki kısa filmler de kabul edildi. Seçilen 12 film TRT 2’nin verdiği “TRT 2 Kısa Film Yapım Ödülü”nü almaya hak kazandı. Bu filmler çekildikten sonra TRT 2 ekranlarından yayınlanacak.

Bu yıl ülke sınırları dışına çıkan 12 Punto TRT Senaryo Günleri Türk ortak yapımı filmlere de kucak açtı. Bu yıl Türk Ortak Yapımı kategorisine 14 film başvurdu. Kendi aralarında yarışacak olan projeler arasında kazanan yapımlara “TRT Uluslararası Ortak Yapım Ödülü” verilecek. 
Geçen yıl TRT Senaryo Günlerine 119 uzun metrajlı proje başvurmuştu. Bu yıl ikincisi düzenlenen 12 Punto TRT Senaryo Günlerine 148 uzun metrajlı, 396 kısa metrajlı proje başvurdu. Uzun değerlendirmeler sonucu finale 12 uzun metrajlı, 12 de kısa metrajlı film kalmayı başardı.

Etkinliğe bu yıl eklenen “Ustaya Saygı TRT Ortak Yapım Ödülü”, “Kuru Otlar Üzerine” projesi ile Nuri Bilge Ceylan’a verilecek.

12 Punto TRT Senaryo Günleri Finalistleri (Uzun Metraj)

  • Hayat, Yön: Zeki Demirkubuz, Yap: Zeki Demirkubuz, Rüya Özaltın
  • Neandria, Yön: Reha Erdem, Yap: Gizem Başaran
  • İdea, Yön: Hamdi Tayfun Pirselimoğlu, Yap: Hamdi Tayfun Pirselimoğlu, Vildan Erşen
  • Karine, Yön: Bilal Petek, Yap: Mustafa Tarık Ötgen
  • Kamış, Yön: Cemil Ağacıkoğlu, Yap: Sezgi Üstün San
  • Turagay, Yön: Atalay Taşdiken, Yap: Atalay Taşdiken
  • Köpekle Kurt Arasında, Yön: Murat Düzgünoğlu, Yap: Murat Düzgünoğlu
  • Geceden Fecre Kadar, Yön: Tarık Aktaş, Yap: Güneş Şekeroğlu Aktaş
  • Zeynep ve Musa (Tenden Tine), Yön: Mehmet Eryılmaz, Yap: Barış Ekiz, Mehmet Eryılmaz
  • Kara, Yön: Ragıp Ergün, Yap: Gamze Akyıl, Ragıp Ergün
  • Aralık, Yön: Selman Nacar, Yap: Selman Nacar
  • Şimdi Orası, Yön: Bünyamin Musullu, Yap: Necmettin Sancak

Gök’Yüzün’ü Seviyorum

Bir gece vakti aklıma gelişini seveyim. 

Seni sevmek için bahane aramıyorum

Seni sevmek için yol aramıyorum

Seni sevmek için fırsat kollamıyorum…

Bazı durumlar olur insan yerini ve zamanını bekler,

Ben seni yersiz zamansız 

Hiçbir şeye bağlı kalmadan

Kendimi bir şeye koşullandırmadan

Öylece, durduk yere seviyorum. 

Ben seni dalındaki çiçekten

Gökyüzündeki buluttan, yıldızdan

Raftaki en güzel kitaptan

Radyodaki müzikten

Pencerenin önündeki saksıdan esinlenerek değil

Başlı başına sen olduğun için seviyorum 

Seni severken; gökyüzündeki bulutu

dalındaki çiçeği, radyodaki müziği, pencerenin önündeki saksıyı

Ve daha bir çok güzelliği seviyorum. 

Ben seni severken; 

Saksıdaki çiçeğin nezaketine 

Çiçekteki rengin güzelliğine

Şarkıdaki müziğin sesine

Kitaptaki şiirin anlamına

Hayatının hayatıma anlam oluşuna 

Ve gökyüzünün güzelliğine 

Senin Yüzün ile güzellik katıyorum. 

Ben Seni Seviyorum ama öyle böyle değil…

Yaşamak Zorunlu

Hayat acımasızca yaşamaya zorluyor bedenimi,
Kabristanlar sessizce ayrıldığını işaret ediyor,
Şehr-i İstanbul altında üstünde birer hayat,
Üsttekiler alttakiler sayesinde hayattalar.

Hayat acı ve soğuk bir fısıltıyla geçiyor,
Gidenler kurtulduğunu bilmeden giderler,
Gök kubbede süzülüyor hayat dolu kelebekler.

Ve hayat zehirle pişmiş bir aş,
Ayrılık âma bir şekilde yolculukta var.

Ben mi?

En güzel yaşımda vurulmuşum gibi,

Tomurcuklanmaya başladığım anda koparmışlar beni,

İçimdeki çocuğa sıcak bir tebessüm edecekken,

Tam o anda, o çocuğu öldürmüşler orada,

İki dudağımın arasında kalmış o sıcaklık.

O sıcaklık ki yakmış beni,

Yana yana biteceğim sanmışım, bitmemişim.

Hep orada kalmışım, ne ileriye gidebilmişim ne de geriye.

O sıcaklıkta sadece yanmışım…

Türk Dil Kurumu’nun 88. Yıl Dönümü

 

 Atatürk’ün talimatıyla 12 Temmuz 1932’de kurulan Türk Dil Kurumu 88. yaşını kutluyor.


    “Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” gayesiyle kurulan Türk Dil Kurumu, 88 yıllık köklü birikimiyle millî servetimiz Türkçenin geliştirilip korunmasına yönelik hizmetlerini sürdürmektedir. Kuruluş ilke ve amaçlarından taviz vermeden Türk dili üzerindeki çalışmalarına titizlikle devam eden Türk Dil Kurumu, yürüttüğü bilimsel çalışmalar, geniş bir yelpazede sunduğu 1.300’den fazla kitap, okurlarıyla buluşan 3 süreli yayın ve zengin ihtisas kütüphanesiyle ülkemizin en köklü kültür kurumlarındandır. Son yıllarda sözlük çalışmalarının sanal ortama aktarılması hususunda da önemli adımlar atan Türk Dil Kurumu, 2020 yılının başında taşınabilir cihazlar için Türkçe Sözlük uygulamasını da hizmete sunmuştur.
    Kurumumuzun 88. kuruluş yıl dönümü vesilesiyle başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Türkçe için emek veren herkesi saygı ve minnetle anıyor, tüm çalışma arkadaşlarımıza teşekkürlerimizi sunuyoruz.”

Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Gürer GÜLSEVİN, TDK’nın kendi web sitesinden bu sözleri ile günün anlam ve önemini bizlere duyurdu.

12 Temmuz 1932 Türk Dil Kurumu’nun Kuruluşu

 “Toplulukları millet yapan en etkili araç dildir. Dil ortak hissiyatın, düşüncenin ve yaşam tarzının geliştirilmesini sağlar. Toplumda huzur ve istikrarın sağlanması, insanların birbirlerini daha iyi anlaması, işbirliği ve yardımlaşmanın geliştirilmesi kullanılan dilin gücüne ve zenginliğine bağlıdır.

Bu zenginlik ve çeşitliliğin bozulmadan gelecek nesillere taşınması amacıyla 88 yıl önce Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan Türk Dil Kurumu, Türkçenin eğitim, bilim, felsefe, siyaset ve sanat dili haline gelmesi için önemli çalışmalar yapmaktadır.

Hepimizin ortak değeri olan dilimizin zenginleştirilmesi, yabancı kelimelerden arındırılması, korunması ve yaygınlaştırılması için Türk Dil Kurumunun gösterdiği çabayı takdirle karşılıyoruz.

Bu düşüncelerle, Türk Dil Kurumunun 88. kuruluş yıl dönümünü kutluyor, tüm mensuplarına sevgi ve selamlarımızı iletiyorum.”

Sensiz Her Hücrem Gibi

Sabahın beşi, doğan güneşi

Seyre daldım, sen gibi.

Gülen yüzünün yürekte eşi

Bu ömürde dem gibi.

Derdi ayrı dert sevdası ayrı,

Aynı bu ülkem gibi.

Sensizliğin yok bana bir hayrı,

Yokluğun elem gibi.

Gamzene el pençe divan durdum,

Gözlerin buğlem gibi.

Uçamayan atmacayım, öldüm,

Sensiz her hücrem gibi.

Unutulmayanlar: Srebrenitsa

Savaşta büyük zulme uğradınız. Zalimleri affedip affetmemekte serbestsiniz. Ne yaparsanız yapın, ama soykırımı unutmayın. Çünkü unutulan soykırım tekrarlanır.

Aliya İzzetbegoviç

İnsanlık tarihinin en büyük katliamlarından biri olan Srebrenitsa Soykırımı’nın unutulmamasını bu sözleri ile istemişti rahmetli Aliya İzzetbegoviç. Dört yıl süren savaşın en kanlı sahnelerinden biri 11 Temmuz 1995’te Bosna-Hersek’in doğusunda yer alan ve nüfusunun çoğunluğu Boşnaklardan oluşan Srebrenitsa’da yaşandı. 

Ne zaman 11 Temmuz yaklaşsa, konuşulması gereken bir konu var: Srebrenitsa’da yaşananlar…

Srebrenitsa Katliamı

“İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’daki en büyük katliam” olarak nitelendirilen Srebrenitsa Katliamı’nın üzerinden 25 yıl geçti. Sadece birkaç gün içinde en az 8 bin 372 Boşnak’ın şehit edildiği Srebrenitsa’da şu ana kadar 6 bin 500’den fazla kurbanın kimlikleri tespit edilebildi.

Srebrenitsa’da neler yaşandı?

Yugoslavya İç Savaşı sırasında Bosna Hersek’in Srebrenitsa kasabasında 13-18 Temmuz 1995 tarihleri arasında 8 bin genç ve yetişkin Müslüman erkek, Sırp güçler tarafından şehit edildi.

Birleşmiş Milletler (BM) 1993 yılında Srebrenitsa’yı Boşnaklar için “güvenli bölge” ilan etmişti. Sırpların iki yıl süren kuşatması sonrası Temmuz 1995’de Srebrenitsa düştü. Binlerce Boşnak erkek, kadın ve çocuk, Srebrenitsa’nın hemen dışındaki Potocari’de bulunan Hollandalı askerlerin denetimindeki BM barışgücü karargahına sığındı. Hollandalı askerler karargaha sığınanlara burada güvende olacaklarını söyledi. Ancak askerler, Sırp güçlerin kampı kuşatması üzerine binlerce Boşnak’ı Sırplara teslim etti.

Sırp güçler karargaha sığınanlar arasından ayırdıkları 300 erkeği kamyonlarla götürüp şehit etti. Kadın ve çocuklar da Bosna’nın diğer kesimlerine götürüldü. Kasabada 8 binden fazla Müslüman şehit edildi. Srebrenitsa’da hayatını kaybedenlerin büyük kısmı halen Bosna Hersek’in doğusundaki toplu mezarlarda yatıyor. Olaylar öncesinde BM tarafından güvenli bölge ilan edilen kasabada, civardaki çatışmalardan kaçan çok sayıda sivil bulunuyordu.

Srebrenitsa’da yaşananlar, “2. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’daki en büyük katliam” olarak nitelendiriliyor. BM’nin yargı organı Uluslararası Adalet Divanı 2007’de, kasabada yaşananları “Soykırım” olarak nitelendirmiş ancak sorumlusunun Sırbistan olmadığına hükmetmişti.

Ölmek istiyordum, masum insanları koruma sözü verdiğimiz halde bize sığınan insanları koruyamadığımız için kendimi affetmiyorum.”

Bosna’daki İnsanları Korumakla Görevlendirilmiş

Hollandalı Bir Asker

Rusya ise 2015’te BM Güvenlik Konseyi’ne sunulan ve kasabada yaşananları “Soykırım” olarak nitelendiren bir karar tasarısını veto etmişti. Hollanda’nın Lahey kentinde eski Yugoslavya için kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi, katliamdan sorumlu tutulan Bosnalı Sırp General Ratko Mladiç’i soykırımdan, insanlığa karşı suç işlemekten ve Srebrenitsa katliamından suçlu buldu. Mladiç müebbet hapis cezasına çarptırıldı.

Umudun ve acının sembolü Srebrenitsa Çiçeği

Bosnalı şehit anneleri ve Graçanica’daki kadınlar tarafından yapılan Srebrenitsa Çiçeği, insanlık dramının, katliamın ve soykırımın yaşandığı acı dolu günün sembolü oldu. Srebrenitsa anneleri ile sıradan vatandaşlar Potoçari’de yakalarında beyaz-yeşil çiçek taşıyordu. Bu çiçek, soykırım kurbanlarının aziz hatırası olarak Strasburg’daki Avrupa Parlamentosu’na da yakalarda taşındı. Çiçeğin 11 yaprağı, 11 Temmuz 1995 katliam gününü; beyaz renk masumiyeti; yeşil renk ise yeniden doğuşu, umudu ve İslamiyet’i sembolize ediyor.

Ve her şey bittiğinde, hatırlayacağımız şey; düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır.

Aliya İzzetbegoviç

Bugün Srebrenista Katliamı’nın yıl dönümünde tüm içtenliğimizle, Bosna’nın bütün acılarını kendi milli acılarımız olarak kabul ediyoruz. Bütün şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyoruz. Bosna’da yaşanan trajedilerin gün yüzüne çıkarılması için gayret sarf edenleri, destek verenleri tebrik ediyor, teşekkür ediyoruz. Srebrenitsa anneleri başta olmak üzere bir kez daha bütün Srebrenitsa kurbanlarının, şehitlerinin ailelerine başsağlığı diliyoruz, acılarını paylaşıyoruz. Bosna Hersek’in unutulmaz lideri Aliya İzzetbegoviç’in manevi hatırası önünde de bir kere daha saygıyla eğiliyor, Bosna’nın özgür bir millet olarak içindeki farklı bütün unsurlarıyla birlikte kıyamete kadar başı dik, özgür ve bağımsız bir ülke olarak yaşaması için dua ve temennilerde bulunuyoruz.

Srebrenitsa sadece 11 Temmuz değildir. 11 Temmuz, unutmamız gereken bir tarihtir, ancak Srebrenitsa her gün hatırlamamız gereken bir soykırımdır! Hatırlayalım, hatırlatalım, unutmayalım, unutturmayalım!

Ayasofya İbadete Açıldı!

Danıştay’ın Ayasofya ile ilgili aldığı kararın ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bugün Twitter hesabından Ayasofya’nın resmen ibadete açıldığını ve tekrardan camii olduğunu duyurdu. Kararı Twitter’da “Hayırlı olsun” mesajı ile veren Erdoğan, Ayasofya’nın devrini Diyanet İşleri Başkanlığına verdi. Ayasofya için 1934 yılında verilen müze statüsü kararı ise Danıştay tarafından Fatih Sultan Mehmet Han Vakfı mülkiyetinde olduğu gerekçesiyle iptal edilmişti.

Ara Güler Yeniden “Merhaba İzmir” Diyor

Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük fotoğraf sanatçılarından Ara Güler’in çektiği fotoğraf ve portrelerden oluşan sergi İzmir Arkas Sanat Merkezi’nde, Temmuz’un başında yeniden sevenleriyle buluştu.

Kültür, sanat etkinlikleri ve sergileri ile İzmirli sanatseverlerin uğrak yeri olan Arkas Sanat Merkezi ziyaretçisi çok olacak bir sergiyi daha İzmir’e getirdi.

Yakın zamanda, Picasso sergisi ile ziyaretçi akınına uğrayan Arkas Sanat Merkezi 2018’de kaybettiğimiz usta fotoğrafçı Ara Güler’in çektiği fotoğraflar ve portrelerden oluşan bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Aslında bu sergi 22 Şubat’ta fotoğraf severler ile buluştu ancak pandemi önlemleri kapsamında kısa süre sonra kapanmak zorunda kaldı. Normalleşme sürecine girdiğimiz bu günlerde koronavirüs ile mücadele için gerekli önlemler alınan Arkas Sanat Merkezi, Temmuz başında, Ara Güler ile tekrar “Merhaba İzmir” dedi.

Sergide Ara Güler’in daha önce görülmemiş İzmir fotoğrafları, ikonik İstanbul fotoğrafları ve dünyaca ünlü isimlerin portreleri bulunuyor. Sanatseverler bu sergide 700’den fazla eseri görme fırsatı yakalayacaklar. 700 parça fotoğrafın içinde yer alan portrelerde ilgi çekici birçok isim bulunmakta. Türkiye’den Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Oğuz Atay gibi Türk Edebiyatı’nın önemli isimleri yer alırken, dünyanın farklı ülkelerinden Bertrand Russel, Tennessee Williams, louis Aragon, William Saroyan, Marc Chagall, Salvador Dali ve Pablo Picasso gibi alanında çok ünlü isimler yer almaktadır.

Arkas Sanat Merkezi, Ara Güler Arşiv ve Araştırma Merkezi (AGAVAM) ve Ara Güler Müzesi iş birliğinde düzenlenen sergi karantina sürecinde evlerinde uzun vakit geçiren sanatseverlerin bir nebze keyifli vakit geçirmeleri için 3 boyutlu olarak sanal âleme aktarıldı ve burada ziyaretçileri ile buluştu. Yeniden canlı ziyaretçilerini karşılamaya başlayan sergiye gelmeden önce ziyaretçilerin rezarvasyon yaptırması gerekmektedir. Arkas Sanat Merkezi, misafirlerinin sağlığını riske atmamak adına ziyaret kontenjanını belirli sayılarla sınırlamak durumunda kaldı. Sergiyi görmek isteyenlerin (0232) 464 66 00 numaralı telefondan rezervasyon yaptırıp sanat merkezine öyle gitmeleri gerekiyor. Ayrıca Sanat Merkezi, binaya eldivensiz ve maskesiz girelemeyeceğini önemle vurguluyor.

Bu önlemler kapsamında sergiyi ziyaret etmek isteyenler Salı – Pazar günleri arasında 11:00 – 17:00 saatlerinde ücretsiz bir şekilde Ara Güler’in fotoğrafları ile buluşabilirler.

Kültür, sanat etkinliklerine hız kesmeden devam eden Arkas Sanat Merkezi’ne tüm sanatseverler adına teşekkür ederiz.

17. TUDEM Edebiyat Ödülleri Sahiplerini Buldu

Çağdaş ve özgün eserleri edebiyatımıza kazandırmak, yazma hevesindeki kalemlerin hakkını verebilmek amacıyla 2003 yılından beri düzenlenen TUDEM Edebiyat Ödülleri’nde ödül almaya hak kazananlar belli oldu.

35 yıldır eğitim ve kültür yayıncılığının her alanında faaliyet gösteren TUDEM grubu, barındırdığı birçok marka ile yayıncılık sektörünün önde gelenlerinden oldu. “Hayallerimizdeki dünyaya ancak iyi eğitim ve iyi edebiyat ile ulaşabileceğimize; yayınladığımız her kitabın bu dünyayı inşa eden tuğlalardan biri olduğuna inanıyoruz.” parolası ile çalışan TUDEM grubu eğitim yayıncılığının yanı sıra 18 yıldır kültür yayıncılığında da başarılarını kanıtladı.

Yetişkin ve çocuk edebiyatı alanlarındaki eserler bu yıl 17. kere TUDEM edebiyat ödüllerinin seçkin jürisinin karşısına çıktı.

Bu yıl, yetişkin edebiyatı alanında roman türündeki eserleri kabul eden yarışmada 65 dosya incelenmeye hak kazandı. Yetişkin edebiyatı alanında gelen 65 dosyayı inceleyen isimler ise şöyle:  Asuman Kafaoğlu-Büke, Beliz Güçbilmez, Ceyhan Usanmaz, Hüseyin Kıran ve Oylum Yılmaz.

Çocuk edebiyatı alanında ise katılım daha yoğundu. 97 dosyanın katıldığı kategoride dereceye girecek eserleri, Ayfer Gürdal Ünal, Can Göknil, Deniz Üçbaşaran, M. Banu Aksoy ve Sedat Sever’den oluşan kurul belirledi.

Seçici kurulların kararı sonucunda dereceye giren isimlere İzmirli heykeltıraş Ozan Ünal’ın ödül heykelleri ile birinciye 10.000 TL, ikinciye 7.500 TL, üçüncüye ise 5.000 TL para ödülü verildi.

Tüm elemeleri geçerek yetişkin edebiyatı alanında roman türündeki eserleri ile ödül almaya hak kazanan isimler ve eserleri:

  • Birinci: Bay Erdal’ın Tehlikeli Alakaları – Cem Aydoğan
  • İkinci: Miras – Canan Özdek
  • Üçüncü: Tanrı Küçük Tahta Parçalarını Sevmezdi – Pınar Seyhun

 Çocuk edebiyatı alanında resimli kitapları ile dereceye girenler ve eserleri:

  • Birinci: Düş Kurdu – Serap Deliorman / Mehtap Temiz
  • İkinci: Evden Çıktığımda – Burcu Yılmaz
  • Üçüncü: Gece Parlayan – Ahmet Uzun / Tuba Kumaş

TUDEM edebiyat ödüllerinin düzenlenecek 18. Yarışmasına katılmak isteyenler yarışma bilgilerine aşağıdaki afişten, başvuru şartnamesine ise buradan ulaşabilirler.