28.2 C
İstanbul
Pazar, Temmuz 27, 2025

Saklı Hazine; Bahaeddin Özkişi

İlk romanını yayınevine yolladığında  yayınevi mutlaka birinden çaldığını düşündü ve hararetle araştırmaya başladı. İlk defa roman yazan biri böylesine güzel bir edebî eser ortaya koyamazdı yayınevine göre. Aradılar taradılar ama elleri boştu. Bahaeddin Özkişi bu romanı gerçekten de kendisi yazmıştı.

1928’de selam verip 1975’te veda eden Bahaeddin Özkişi dünyadan öyküleri gibi kısa ve dolu bir meltem gibi geçti. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın öğrencisidir ve “Devam et evladım, sen 10 tane Sait Faik edersin” övgüsüne mazhar olmuş bir yazardır. Bilhassa edebiyat dünyasında yazdığı durum öyküleri ile dikkat çeken yazar genellikle 1-3 sayfa arasında öyküler yazmıştır. En uzun öyküsü ise 6 sayfalık “Palto” öyküsüdür. Ali Ural’ın deyimiyle bu öyke her ne kadar altı sayfa olsa da Gogol’un paltosuyla boy ölçüşecek niteliktedir. “Raf Ömrü” kitabında da bu karşılaştırmayı bizlere sunuyor.

Bahaedin Özkişi’nin yazılarındaki en büyük özellik ise ânı bir tablo gibi ele alması, şiirsel bir üslupla anlatmasıdır. Hikayeleri yoğun ve derindir. Bunda bir derviş gibi yetişmesinin de payı olduğu söylenir. Hikayelerinde yaptığı psikolojik tahliller psikoloji derslerine eğitim materyali olacak derecede kalitelidir.

Bahaedin Özkişi saklı bir hazinedir. Saklı olmasının sebebi az bulunması değil az bilinmesi.

Ali Ural, Bahaeddin Özkişi’yi okumaya, eğer bulabilirseniz Göç Zamanı adlı öykü kitabıyla başlamanızı tavsiye ediyor.

Eğer bu hazineyle henüz tanışmadıysanız, Göz Zamanı kitabını şimdi alıp, en kısa zamanda okumaya başlayın.

Yanlış İnsanlar İstasyonu

Sanki evrendeki tüm yanlış insanların benden başka gidecek bir yeri yoktu. Yol üzerinde lastiği patlayan kim varsa bende şişirmeye çalışıyordu sönmüş duygularını. Uzun bir şehirler arası otobanda benzini bitmeye yakın ve gözü bir benzinlik yok mu diye kaygılanan tüm binek araçların, görür görmez kendini attığı o ismini hiç bilmediği benzinlik gibiydim. Alelacele bir mutlulukla girdiği, ama sonrasında hep söylendiği. Yanlış insanlar istasyonuydum ben. Yalnış insanlar istasyonu.

Dünyanın bütün güzel mısralarını okuyarak kendimi motive ettiğim bir gecenin ağaran saatlerinde sana ağız dolusu küfürler etmekten alıkoyamadım kendimi. Nasıl olur da şairlere ait onlarca güzel kelimeyi insanlara iletmeye hevesli beni bu hale soktuğunu anlamaya çalıştım. Nasıl olur da içimde henüz doğmamış ancak doğmayı bekleyen sabırsız aşk cümlelerini bu denli tarumar edebildiğin üzerinde düşündüm bir süre. Ve sonra üzerini çoktan örttüğüm ve ölü kokusuyla tüm semti bezdirmiş olan aşka inancımı tekrar tomurcuklandırmaya çalıştım diye kendime sövdüm tüm iç organlarımı aynı anda titretecek kadar şiddetli.

Her zaman, “Suçu Kendinde Ara” mottosuyla yola çıkmaya başlayıp, tüm cezayı sana kestiğimi fark ettim. Ulan ot muyuz biz tek başımıza bitelim. İnsanız, insan. Seven, konuşan, gülen, sarılan, sevişen, duygusal bir varlık olan insan. Sevmeyelim mi? Güvenmeyelim mi? Paylaşmayalım mı? İnanmayalım mı?

Sevmeyelim canlarım. İnanmayalım. Güvenmeyelim ve bağlanmayalım.
Şayet çok sevmek istiyorsanız birini annenizi sevin. İnanmak istiyorsanız bir şeye kitaplara inanın. Güvenecek biriyse aradığınız aynaya koşun. Ve illa bağlanacaksak bir olguya yaşam olsun vardığımız kapı.

Ben,
Geldiğim onca yoldan,
Ettiğim onca yeminden,
Verdiğim ve döndüğüm onca sözden,
Aşık olduğum ve ağlattığım adamlardan,
Kaybettiğim umutlardan,
Ezberlediğim yalanlardan ve sarıldığım yılanlardan
İçimdeki tüm sevgiyi ispat etmeye çalışan cümlelere rağmen öğrendim ki,
Sevmeyeceksin kimseyi kendinden fazla.
Ve bir taşı başka bir taşın üzerine koymayacaksın bir başkası için
Eski zamanlarda kalmış bu tür aşklar.
Filmlerin ve kitapların esiri olmuşuz istemsiz.
Sevginin emek olduğuna inandırırlarken bizi,
Bize emek verecek kimse olmayacağını ihtimale katmamışlar belli ki.
Kendini sev.
Anneni sev.
Kedini sev.
Kitapları sev.

En tuhafı da ne biliyor musun sevgili okuyucu, bunca süslenmiş cümle ve süslenmiş kalabalıklar içinde,
Herkes beni minnoş bir aşk kadını sanıyor sırf edebi sözler ve şiirler paylaştığım için.
Oysa ki ben aşka hiç inanmıyorum.
Tıpkı bu örnekte olduğu gibi
Görünen başka, olduğun başka olabilir.
Gülen gözlerinin ardındaki hüznü görebilen kişilere çıksın yolunuz.
( Edebi bir bitiş için böyle yazdım, yoksa çıkacağına çok da ihtimal vermediğimi anlamışsınızdır herhalde)

Güzel günler sevgili okuyucu.
Bol mısralı
Güzel günler.

Cem Adrian’ın Yeni Şarkısı, Yolun Sonunda

Herkese günaydın. Tam olarak nasıl bir güne uyandığımı anlatamam ama kalbimin derinliklerinde bir yükün kalkmış olduğunu itiraf edebilirim. Dün deliksiz bir uyku çektim günler sonrasında. Ve arınarak uyandım sıradan bir salı gününe. Abone olduğum kanallardan birinden gelen bildirime çarptı gözüm. Yeni bir şarkıydı yüklenen hem de Cem Adrian tarafından. Heyecanladım tabii. İş yerime gelmek üzere çıktığım 30 dakikalık yolda 3 kere dinledim “Yolun Sonunda” yı. Daha çok ispanyol ezgilerini andıran, yaz akşamlarına uygun bu eseri Cem Adrian 1998 yılında yazmış. Düşünebiliyor musunuz tam 12 sene sonra piyasaya çıkıyor bu şarkı. Hayatta böyle değil mi sevgili okuyucu? Bazen hiç beklenmedik hisleri, sümen altı edilmiş insanları, bastırılmış duyguları yıllar sonra çıkarmıyor mu karşımıza?

Her ne ise tekrar karşımıza çıkan, Cem’in bu şarkısı gibi içimizi kıpır kıpır etmesi temennisiyle. İyi dinletiler.

Bir masaldı sonu baştan belli bilinen
Ve kahramandım ben kendine yenilen
Çaresiz sessiz ellerimle yeniden
İzledik onu burdan çıkıp giderken

Yeniden zamansız yolculuklar
Şimdi nereye, nereye bilinmez
Adressiz bir yolculuk bu
Bilinmez bilinmez nereye

Fesleğenler ve Trenler

Bir an buldum;

Rüzgardaki fesleğen kokularını ayıklayan.

An ki yeter kaplamaya

Herkesin kentini.

Fesleğen kokularını duyamayan

Kentindeki trenler,

Şiirlerime tutunur

Ve

Gözlerinden geçer oyuncak kelebekler…

En çok oyuncak kelebek yüklü

Trenlerinle susmayı sever

Kentimdeki fesleğenler.

Fesleğenler…

Ki hep yürür rüyalara.

Sahi, sahil hangi rüyada?

Ölü bir kenti sürükler

Fesleğenler, rüya rüya.

Oyuncak yüklü trenler

Yatırılırken dalgın fesleğenler arasına,

Kelebeklerin içinden şiirler yürür.

Ki yürümek düşünmektir

Senin kentini;

Yani kalbini.

Tadı Damakta

Yeteneğinin üstünü örten düşünceler, bu akşam da onu masada yalnız bırakmadı. Saatler öncesine işleyen zihin, ağzını yüzünü buruşturmuş, elini çenesine koymuş, ekşi bir yemeği yer gibiydi. Ne var ki bu ekşi surat tanıdıklığıyla en yakın akrabaydı. Kanına girdiği zaman zehrini hissetmek şöyle dursun bir parçan haline gelirdi.

Genç kadın bunlardan habersiz suyunu yudumlarken fark etti, doymuştu. Masadan birer ikişer tabakları topladı. Bulaşıkları yıkadı. Eline çayını alıp koltuğa kendini bırakmasına, rahat bir oh eşlik etti. İş yerinde yaşadığı olayları gözünün önünden alışılmışlığın verdiği çabuklukla geçirdi. Kişiler arasında yoklama yapıldı. Geçenler, kalanlar, artı-eksi alanlar… Bir kişi dışında herkes notunu aldı. Karnı leziz bir yemekle doluydu, aklı çürük düşüncelerle. Senelerce aklını açıp, çürükleri çöpe atmayı beceremedi. Akıp giden zaman, kapıyı ne zaman çalacaktı?

Geçmişin yükü aklını bastırıyor, ne yapacağına karar veremiyordu. Evin bunaltıcı havası balkon kapısına yönlendirdi onu. Kapıyı açarken bu sabah önemli bir sunumda yaptığı hatayı düşünüyordu ki ayak serçe parmağında keskin bir acı hissetti. Balkon kapısı parmağına çarpmıştı. ‘Ah’ diye bağırarak demin kalktığı koltuğa oturdu. Minik parmağına ağır gelen acıyı dişlerini sıkarak hafifletmeye çalışıyordu. Bir süre ellerini birleştirip başını yere eğmiş bekledi. Zamanla kenetlenmiş dişlerini rahat bırakmış, sıktığı elini gevşetmişti. Yüzünde acının bıraktığı çizgiler teker teker kayboluyordu. Suratı ifadesiz olmakla birlikte yüzünü kaldırıp gözünü açtığında, gözlerinde parlayan ışık, çok uzaktan gelen kıymetli bir misafire benziyordu. Onu en iyi şekilde ağırlamak, fikirlerinden faydalanmak için sıkça soru sormak, renkli nevresimlerini serip rahat bir yatakta uyutmak, uzun süre kalması için ellerine kapanıp dil dökmek istiyordu. Sunumu, iş yerindeki kişileri bir kenara bırakmış, yediği yemeğin lezzetinin yeni yeni farkına varmıştı. Kısa zamanda şunu bunu ekleyip karıştırarak ortaya şahane bir tabak çıkarmıştı. Yeteneğini kapatan kırmızı perdeyi açtı, sahnenin ortasına aldı ve alkışladı. Odada varlığını unuttuğu sehpanın rengi konusunda doğru karar verdiğini şimdi anladı. Saate bakmak için telefonunu kullanmadı. Bundan önce, duvarda duran eski saatle en son ne zaman göz göze geldiğini hatırlamıyordu. O an saatin ne kadar şanslı olduğunu düşündü. Olgunluğun, görmüşlüğün, yıpranmışlığın verdiği yılları ne kadar zarif taşıyordu. Etrafındaki her eşya, kendisiyle konuşuyordu. Güldü kendi kendine. Büyülenmişti sanki. Çöp kovasının kokuları yerini yaz sabahı rüzgarının getirdiği çiçek kokusuna bıraktı. Ev bunaltıcı değildi çünkü o rüzgarı hissediyordu. Yine güldü.

Hayatın koşuşturması içinde kaybolan genç kadını, minicik parmağın kendinden büyük işe kalkışması rüyasından uyandırdı. Acının sonunda sağlığı, kaybettiği anlarda zamanı, tadını varmadan yediği yemekte ustalığı tuttu ve bırakmadı.

Geçmişten Geleceğe Bırakılan Not: Otomatik Portakal

Not 1: Yazıda romanın kısa bir özeti verilmiştir.

Not 2: Yazıya niçin bu başlığı seçtiğimden kısaca bahsetmek istiyorum. Malumunuz bugün bütün dünyaya yayılan bir virüs salgınıyla mücadele ediyoruz. Virüsle ilgili birçok spekülasyon var. Bazı insanlar virüsün tabii yollarla değil insanların üretimiyle ortaya çıktığını iddia ediyorlar. Ve bu virüsü üreten insanların (şirketler, milyarderler, devletler vs.) dünyadaki insanları kolayca yönetebilmek ve yönlendirebilmek için bazı yollara başvuracaklarını ileri sürüyorlar. Eğer böyle bir şey gerçekleşirse buna benzer düşüncelerin daha 1960’larda (romandaki olayların yaşandığı yıllar) insanlar tarafından düşünüldüğünü ve dillendirildiğini görünce hayret edeceğinize eminim. İnsanları yönlendirmek için kafalarının içine bir çip yerleştirme düşüncesinin Black Mirror dizisinde de işlendiğini kısaca belirtmek isterim.

Kitabın ismi ilk anda Charlie Chaplin’in “Modern Zamanlar” filmiyle benzer bir konuyu işlediği düşüncesini uyandırdı bende. Ancak kitabın ilk sayfasından itibaren fena halde yanıldığımı anladım. Elimdeki kitap modern zamanlarda yazılmış bir “picaro romanı”ydı. (Başkahramanı bir serseri olan, modern romana geçişte bir basamak olarak kabul edilen, 16. yüzyılda çokça yazılmış bir roman türü.) Ancak roman ilerledikçe postmodernist unsurların da ustalıkla kullanıldığını fark ettim. Postmodernist romanlarda  çokça tercih edilen bir teknik olan “üstkurmaca tekniği” (oyun içinde oyun, romanın yazılma sürecinin esere dahil edilmesi) güzel bir şekilde kullanılmıştı. Yazar esere kendini ve eserin yazılma sürecini de dahil etmişti. (F. Alexander adıyla romanda iki bölümde geçmekte.) Romanın ismiyle ilgili zihnimde uyanan çağrışım romanın ilerleyen bölümlerinde kendini gösterdi. Aslında yazar, Otomatik Portakal’ı tam da düşündüğüm gibi, Modern Zamanlar’ın konusuna uygun, bir roman olarak kurgulamıştı. Ama bahsettiğim gibi postmodernizm etkisindeki romanlarda oyun içinde oyun çokça tercih edilir. Bu yüzden bu tekniğin gerektirdiği gibi kurgu girift ve oldukça karmaşıktır. Romanda işlenen esas konu oldukça farklıdır.

Roman birinci şahıs anlatıcı (kahraman bakış açısı) tarafından bizlere sunulmuştur. Eserin başından sonuna kadar argolu bir dil tercih edilmiştir. Başkahramanımız Alex türlü serseriliklerini ilk sayfadan itibaren sıralamaya başlar. 1960’lı yılların İngiltere’sinde geçen olaylarda Alex’e üç arkadaşı -Georgie, Pete, Aptalof- eşlik etmektedir. Yaşlıları sebepsiz yere dövmek, iş yerlerini basıp soygun yapmak, geceleyin evlere gasp ve tecavüz için musallat olmak, 10 yaşındaki küçücük kızlara tecavüz etmek vb. bir sürü kötülük bu ekibin (bu çetenin üyeleri henüz 15 yaşlarındaki çocuklardır) elinden çıkmış adiliklerden sadece birkaçı. Ve bu çocuklar suçları işlerken son derece mutluluk duymakta, büyük bir zevkle bu suçları işlemektedirler. Bir gün yine bir eve girdiklerinde grup içindeki ihtilaf Alex’e pahalıya patlar. Alex girdikleri “Köşk’te” arkadaşlarının ihanetine uğrayıp suçüstü yakalanır. Yaşlı bir kadını öldürmüştür. Polis Alex’i karakola götürür ve Alex’in çileli günleri başlar. 14 yıl hapse mahkum edilir. Orada da rahat durmaz. Bir gün hükümet suçluların topluma kazandırılması için bir program uygulamaya başlar. Bu programın ismi Ludvıco Yöntemi’dir. İlk kobay ise haşarı Alex olur. Alex’i bir hastaneye götürürler. Tedavi kısa sürede tamamlanır. Alex artık Otomatik Portakal olmuştur. Kötülük yapmak isteyince vücudu, tabiri caizse, error vermektedir. Artık seçim hakkı olmayan bir köle haline gelmiştir. Ailesi de geçmişinden dolayı onu dışlamıştır. Yersiz yurtsuz dolaşırken tekrar yazarla karşılaşır. Yazarın arkadaşları onu hükümete karşı kullanırlar. Alex, nihayet intihar eder ama ölmez. Hastanedeki tedaviden sonra tekrar normale döner. Artık Otomatik Portakal değildir. Yine bir çeteye dahil olur. Eskisi gibi hikayelerini bize aktarmaya devam eder. Ama bir süre sonra bu hayatın anlamsızlığını anlar ve iyi bir insan gibi yaşamanın yollarını düşünür. Zihninde bu fikirlerle ilk işi kendine bir eş adayı bulmak olacaktır. Ama Alex, bizi bu maceralarına ortak etmez ve hatıralarını burada noktalar.

Tabii, bu yazdıklarım romanın basit bir özetiydi. Önemli olan romanın sorguladığı düzen ve düzenle ilgili verdiği mesajlar. Düzeni gençler üzerinden bir sorgulamaya tabi tutan yazar; insanların makineleştirilmesine, birey olma özelliğinden soyutlanıp tekdüze davranışlar sergileyen bir kitle haline sokulmasına keskin kalemiyle karşı koymaya çalışmaktadır.

Güne Dinç ve Pozitif Başlatan Alışkanlıklar

Uyanır uyanmaz yataktan zıplayanlardan mısınız, yoksa öğleye doğru ancak kendine gelebilenlerden mi? Bana sorarsanız bu sorunun cevabı, ikisi de.

Şöyle ki, sabah uyandığımda, eğer kendim için belirlediğim alışkanlıkları uyguluyorsam, güne dinç, enerjik ve oldukça mutlu başlıyorum. Ve bu durum, günün geri kalanını da olumlu etkiliyor. Gün içinde yaşadığım stres ve sıkıntı azalıyor. Fakat, sabah alışkanlıklarımda gevşeklik gösteriyorsam, o gün öğleye kadar ancak kendime geliyor ve günü verimsiz geçiriyorum. Bu konuda yalnız olmadığımı düşünerek, sabah alışkanlıklarımı sizinle paylaşmak istedim. Umarım faydalı olur.

1- Sağlıklı Ve Düzenli Uyku

Güne dinç uyanabilmek, gece uykumuza bağlı aslında. Ertesi günün verimli olmasını istiyorsak, gece ihtiyacımız olan saatte uyumayı ve yanımızda herhangi bir teknolojik alet bulundurmamayı alışkanlık haline getirmeliyiz. Gün içinde yoğunluktan fırsat bulamayanlar, ya da sosyal medya ve teknolojiyle yakından ilgilenenler, bu açığı gece uyumadan önce kapatmak istiyorlar. Saat ilerledikçe, uykudan alınan verim de azalıyor. Bunun yerine uyumadan önce bir kaç sayfa kitap okumak, hem uykuya yardımcı oluyor, hem de günün stres ve yorgunluğundan uzaklaştırıyor.

2- Erken Kalkma

Hepimizin faydalarından bahsettiği, özendiği, fakat alışkanlık haline getirmekte zorlandığı bir şey erken kalkmak. İşe ya da okula gitmeyenler, genelde saat 9-10 civarı kalkmayı tercih ediyor. Fakat ben, güne bu saatlerde başladığımda hem bitkin hissediyorum, hem de çoğu işimi yetiştirmekte zorlanıyorum. Günüm verimsiz geçtiği için modum da oldukça düşüyor. Bunun yerine sabah 6 civarı kalktığımda, tüm yapacaklarımı yetiştirmenin verdiği rahatlıkla daha enerjik ve pozitif hissediyorum. Hem de günün ilk ışıklarından maddi ve manevi faydalanıyor, kuş cıvıltılarına kulak veriyor, tefekkür ediyorum.

3- Su İçmek

Kahvaltıdan önce bir kaç bardak su içmek, hem metabolizmayı harekete geçirmek için faydalı hem de uykumu açıp ferahlık hissi veriyor.

4- Günlük Planları Kontrol Etmek

Güne başlamadan önce daha önceden hazırladığım, o gün yapılacaklar listesini kontrol ediyorum. Böylelikle işlerimi, sıraya koyuyor, yapılacaklar arasında boğulmuyorum.

5- Kahvaltı

Her sabah mutlaka kahvaltı ederim. Kahvaltıdan önce yahut kahvaltı yerine kahve içmek aslında sandığımız gibi bizi enerjik yapmıyor. Doyurucu ve de hamur işi ağırlıklı olmayan bir kahvaltı ( yumurta, yulaf, meyve, kuruyemiş ), bizi zinde ve tok tutuyor. Sonrasında mevsime göre soğuk ya da sıcak kahve içmeyi seviyorum.

Bilimsel Not: 2002 yılında Ulusal Kilo Kontrolü kayıtlarına göre 3 binden fazla insanla yapılan çalışmada kahvaltı yapan bireylerin kilo kontrolü sağlamada daha başarılı olduğu bulunmuş. Yapılan başka bir çalışmada da kahvaltıyı atlayan kadınların gün içinde kalori alımının arttığı gözlenmiş.

6- Bitkilerle İlgilenmek

Sabah, odanın perdelerini açarak hem kendimi, hem de çiçeğimi güneşlendiriyorum ve sulayıp, yapraklarını nemlendiriyorum. Bu arada onu inceleyip, seviyorum. Bitki yetiştirmekte geç kaldığımı düşünüyorum. Her canlının sevgi ve ilgiyle büyüdüğünün en güzel delili.

Başta da söylediğim gibi, her gün bu saydıklarımın hepsini yapamıyorum belki ama en azından bir kaç tanesini hayata geçirdiğimde, olumlu etkilerini hemen fark ediyorum. Ve bu beni bir sonraki gün için motive ediyor. Umarım sizler için faydalı olmuştur. Hoşçakalın.

Mutluluk Üzerine

Mutluluk nedir ki??Bu soruyu çoğu zaman açıkça sormasak da kendimize aslında insan bir ömür bunun cevabını arar. Neyi aradığını bilmeden. Kim der ki ‘Ben mutluluğu arıyorum’ diye? Oysa arayışlarımızın temelinde o yok mudur?
Mutluluk: “Bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan kıvanç durumu, ongunluk, kut, saadet, bahtiyarlık, saadetlilik” anlamına gelir.?
Aslında bence mutluluk somut bir şey olmadığı için onu elde ettiğimizde farkedemiyoruz ya da elimizden gittiğinde. Sıkıca saramıyorum ki kollarımı ona giderken engel olabileyim. İkna etmek için diller dökeyim… Yani bu durumda yapmamız gereken onun gelmesini beklemek olmuyor gibi. Ya da gittiğinde ardından hüzünlenmek. Bunlar daha çok bahane gibi mutluluğa.
Bir yerde okumuştum ” Başarı, istediğini elde etmektir… Mutluluk ise elde ettığını sevmek…” .
Peki ben neyi istiyorum başarı mı, mutluluk mu?
Konumuz mutluluk. Evet mutluluğa giden yolları arıyoruz. Sanırım en kısa yol ânı yaşamak. ‘Mutlu muyum, mutsuz muyum?’ Bunları bırakıp ânın içinde mutluluğa yer açmak.
Yani Mevlana’nın deyimi ile

“Başarı bir seyahattir, hedef değil. Mutluluk, gidilen yolun üzerindedir, yolun sonunda değil. Yolun sonunda olsa, ona varıldığında yol bitmiş ve vakit de geçmiş olurdu. Mutlu olmanın zamanı ise bugündür, yarın değil.”

“O zaman mutlu son yoktur, mutlu hayat vardır.” diyebiliriz. Mutluluğu, yarının bilinmez sularına bırakmaktansa bugün onu doyasıya yaşa. Mesala yaptığın işten, meşguliyetinden haz almaya çalış. Karşında ki insana tebessüm et. Mutlu olmak için beklemekten ziyade fırsat yarat. Bak mutluluk domino taşına benzer sen bir adım gelirsen o sana koşar. Ânın içinde mutluluğa yer aç.?

Mavi odalar

Derin bir keyif halidir
Mavi odalar
Hiç görmesek bile
Sanki ordalar
İçinden çıkılmaz
Mavi odalar
Yanar durur gövdemde
Sönmez sonbahar
Kabusların sonudur
Mavi odalarım
Bir düşerim bir gülerim
Bir kalkarım
İçimden bir ses gel der yine
Mavi odalarım
Bulut bulut seni alır
Seni saklarım
Çıkılmaz hesapların
Mavi odalar
Bitmeyecek o denizler
O dalgalar
Gururla şarkı söylerim
Mavi odalarım
Gözümün altında
Hep halklarım
Bir o yana bir bu yana
Mavi odalarım
Göğsümün içinde
Coşkun rüzgarlarım
Kuşkuyla şarkı söylerim
Mavi odalarım
Gözümün altında
Hep halkalarım
Mavi odalar
Mavi odalarım…

Devlerin Nezaketi

Yüzyıllardan beri insanlar, toplumda yetersiz gördükleri bireylere yardım etme eğilimi gösterirler. Genellikle edilen bu yardımlar, merhamet ve vicdan ögelerinin devreye girmesiyle birlikte sınıra dayanır ve yardım olmaktan çok bizzat işin tamamlanması yolunda ilerler. Peki her yardım bireye fayda sağlar mı ?

Biz yetişkinler daima içgüdüsel olarak özellikle çocukları koruma ve onlara giriştikleri işlerde yardımcı olma eğiliminde oluruz. Sanki bizim yardımımız olmazsa o iş tamamlanmayacakmış gibi hissederiz. Bu hissiyat bizleri, onların davranışlarına ve giriştikleri eylemlere karışmaya, hatta ve hatta o işi bizzat bizim tamamlamamıza sevk eder. Bu hissin yanına bir de bireylere yüklenen bir takım toplumsal roller ve toplumsal baskılar eklenir. Örneğin; iyi anne, iyi baba, yetersiz anne, ilgisiz baba, ilgisiz anne… Nedir tüm bunlar? Bir çocuğun birey olmasına izin vererek yetişkinin mevcut dünyasının sınırlarını korumak ne zamandan beri ilgisizlik olarak adlandırılır oldu?

‘İYİ ANNE’

Toplumda çoğunlukla düşünülen ‘iyi anne’ ; çocuklarının giyinmesine yardım eder, onların saçını tarar ,kişisel bakımlarında yardımcı olur, ödevlerini yaparken ödevi kendi sorumluluğuymuş gibi yerine getirir ve ona daha pek çok konuda yardımcı olur. Hatta bazı anneler Çocuğumuz için yapabileceğimiz her şeyi yapmak bizim görevimiz değil mi? Ona ne kadar hizmet edersek bizler o kadar iyi anne ve babalar oluruz.” diye düşünür. Tabii bu düşünce geleneksel yapı ve toplumsal rollerden nasibini almıştır. Ancak belirtmek gerekir ki belli bir noktayı aşan her yardım çocuğun gelişiminin önüne konan bir engel halini alır. Çocuğun en hayati ihtiyacı karşılaştıkları durumlarda ‘problem çözme becerisini’ bir an önce kazanmalarıdır. Çünkü çocuk bağımsız olmaya ihtiyaç duyar. Çocuğa verilen gereksiz destek onun büyümesi ve gelişmesi için gerekli olan bağımsızlık ihtiyacını karşılamaktan bir hayli uzaktır.

Küçük bir benzetme yapacak olursak, devlerin cücelere korumacı bir yaklaşımla sunduğu yardım, kısa bir süre sonra cücelerin kendilerini yetersiz ve aciz görmelerine sebep olur. Yani “Devlerin nezaketi cücelerin felaketi olur”. Biz ebeveynlerin çocuklara, onların gelişimlerini destekler nitelikte yardım etmesi gerekir, örseleyici bir şekilde değil.

Haydi Git

Şiirler gidiyor haydi sen de git
Sanki parmakların arasından akıyor vakit
Bi hafifledi gibi bu vedadan sonra muhit
Güldüm hiçbir şey  demedim haydi sen de git

Kıskandım ne yalan söyleyeyim
Beni bilirsin hep böyleyim
Sustum hiçbir şey demedim
Güle güle haydi git

İçindeki Çocuğa Merhaba!

Ben on sekiz yaşındayım. Tam on sekiz yıldır nefes alıyorum. Bana çok büyük bir sayı gibi gelse de aslında hiç de büyük olmadığını biliyorum. Daha önümde uzun bir yol var, en azından öyle olmasını diliyorum.  Şanslı olur da dünyadaki onlarca felaketten biri yüzünden hikayemi erken sonlandırmazsam tanışacağım çok insan, öğreneceğim çok ders var.

 Bu zamana kadar da hiçbir şey öğrenmedim değil gerçi. Birçok insan tanıdım on sekiz yıl boyunca, farklı şehirler gezdim. Her şehrin insanı farklıydı. Kimi çok cana yakındı, kimi ise insanın canını sıkacak kadar soğuk. Hepsinin farklı bir hikayesi vardır eminim, ben sadece bazılarını öğrendim. Ne kadar şanslı olduğumu fark ettirenler de vardı, dünyanın sandığımdan çok daha büyük olduğunu gösterenlerde. Bir kutuda yaşarken en büyük yerin kutunun bulunduğu oda olduğunu sanırsınız, odayı gördüğünüzde ise evin ne kadar büyük olabileceğini hayal edersiniz. Hayal dünyanız adım adım daha da genişler. Ben dünyanın ne kadar büyük olduğunu gördüm ama acaba ondan da büyük olanı görebilecek miyim, çok merak ediyorum. Fark edemediğimiz, daha varlığından bile haberdar olmadığımız o kadar fazla şey var ki. Bu koskoca evren sadece biz insanlar için var olmuş olamaz gibi geliyor.  Belki de çok yakınımızda duran ama göremediğimiz binlerce şey var. Asla bilemeyecek olmamız biraz can sıkıcı olsa da bizi hayata bağlayan bir merak uyandırıyor.

 Bazı insanları anlamıyorum. İnsan hiç mi merak etmiyor, hiç mi sorgulamıyor?  İnsanlardan çok şey öğreniyorum ama sadece onların anlattıklarına inanmak ne kadar doğru? Onlara da anlattıkları şeyi başka biri anlatmadı mı zaten? Herkes aslında birbiri kadar şey biliyor. Yakın zamanda kimseyi gözümde büyütmemeyi öğrendim. Hepimiz insanız ve kim ne kadar mükemmel görünüyor olursa olsun hepimizin aynı derecede kusurları var. Bilim insanları, dansçılar, yöneticiler… Hepimiz aslında onlar kadar önemliyiz. Haberimiz yok belki ama her birimiz var olmamış olsaydık ne kadar çok şey değişirdi bu dünyada?  Kaç kişinin hayatına dokunduk, kaç buruk kalpte bir umut uyandırdık? Cevabın sıfırdan büyük olduğundan eminim ve bu değerli hissetmem için yeterli. Sanırım öğrendiğim en önemli şey buydu bu zamana kadar.

 İlerisini çok merak ediyorum. Zaten zaman çok çabuk akıp gidiyor, birkaç göz açıp kapamadan sonra geçecek her şey. Dönüp baktığımda ne düşüneceğim acaba?  Hayatımı dolu görmeyi her şeyden çok isterim. Elimden geldiğince çok insanla sohbet etmeyi, köpeklerle oynamayı, yemekler denemeyi…  Yaşamayı her gün daha çok seviyorum.

 Bizden büyüklerden öğreneceğimiz çok şey var biliyorum ama onların da dönüp dikkatle dinlediklerinde bizden öğrenecekleri çok şey olduğuna inanıyorum. Ben her zaman küçüklerimi daha çok dinlerim. Çocuklar hep büyüklerden daha etkileyici şeyler söyler, bazen şaşıp kalırsınız. Yaşama sevincini çocuklardan öğrenmek gerek. Herkesin içinde bir çocuğun yattığı iddia edildiğine göre teknik olarak herkes bu sevinci kendi içinde bulabilir. Öyle gizli bir yerlerde değil zaten, birkaç saniye ayırıp dönüp bakarsanız bulabilirsiniz. Gerçi şu anda gününüzden birkaç dakika ayırıp bu satırları okumayı kendinize çok görmediyseniz çoktan bulduğunuzu varsayıyorum.  Kaç yaşında olursanız olun eğer bu sevinci bulabildiyseniz sizi en içten dileklerimle tebrik ediyorum.  İster yetmiş yaşında olun ister on beş, keşfiniz ne geç ne de erken. Çünkü zaman göreceli bir kavram, siz ona nasıl bakarsanız o da size öyle gösterir kendini.  Bu da öğrendiğim diğer birkaç şeyden biri.

Bakalım neler olacak dünyada ya da evrende. Sen ya da ben, hangilerinde izleyici değil de oyuncu olacağız? Merakla bekliyorum. Eğer sen beklemiyorsan içindeki çocukla bir kere daha konuş derim, söyleyeceklerine sen bile şaşırabilirsin.

Bu arada, benden ona selam söyle ve henüz bu dünyadaki görevini bitirmediğini hatırlat. Neyse ki benimki hiç unutmuyor, yoksa bu satırları yazıyor olamazdım ya.

Paramparça Ağzımdaki

 Hayatta öyle anlar oluyor ki birtakım şeyler yaşanıyor ve kimse bu büyük oyunun birer kahramanı olduğunun farkında değil. Hayat öyle seyir halinde ki; bir başkalarının, dışarı dünyanın, kapalı ortamların, kısacası düşünen; “doğrultarak bellerini iki ayak üzerinde duran” insanın girip çıktığı her mekânın havası ve evreniyle sürüp gidiyor. Hâlbuki kendi gerçeğinden ne kadar uzak. Yalnızlığı-mı işlek caddelerdeki cılız fidanlar gördü, paslı çinkolar şahitlik etti, tozlu okul yolları işitti. Mekânlarda, uzamlarda, oralarda, ötelerde uzaklarda değil,  göğüs kafesimin sarmaladığı kalp kadar yakın gördüm yanımdan geçenleri. Bunca zahmet, emek? İnsan hakikate yaklaştık derken olanlar oluyordu. Çok sevdiğini zannetmişken ellerine avuçlarına sığdıramayacak olanı, sevgi dediğiyle yine o elleri avuçlarıyla katleden oldu aslında. “Kirpiklerin gözleri kucaklaması gibi kucaklamak ister” iken ihtirasın kirli oyununa kanıp, sıkı sıkıya sarılıp istemeden yaralar hale geldi. Gülünü derer iken dalını kıranlar bizden hep uzak öte duranlar oldu.      

    O hale düşenler var ya, onlar öyle bir bakarlar ki gözlere dost sanırsın, titreyen göz bebeklere aldanırsın. Arkanı dönüp giderken soğuk hançerlerine maruz kalırsın. Biz insanlar; yeryüzünün heyula Azrailleri… Sonlandırırız süreğen her şeyi. Maddi bir yok etme eylemi değil bu. Yaşarken öldürürüz yanımızdan geçenleri, kimselere bulaşmayan ağaçları, hayvanları… Bu ağır kütleyi, yani dünyayı… Öyle bir hal almışızdır ki, en büyük hatasıyız bu büyük kullanım hakkının. Fani bir meseleye örnek verecek olursak eğer; en güvendiğin, sadakat ile bağlı olduğun, emek zahmet çektiğin bir insan birden bire çıkıveriyor ve inanılmaz tepkiler veriyor. Her ne olursan ol, biz insanlar: o kadar benciliz ki… Sevginin değil, nesnesinin ihtiras haline geldiğini, yüzüne gülümsediğin insanların arkanı döndükten sonra buz gibi sözleri ve kötü kelamlarını ensende hissediyorsun. Tüm bunları hepimiz biliyoruz değil mi? Herkesin bildiği, kimselerin kimselere bir şey söyleyemediği bu dünyada, dilimizi ısırıp yutarak sessizliğe sökün ediyoruz. Ve bu yüzden görünmez insan rolleri üstlenen, yol tariflerinde en cevval olandan farksız bir ustalık konuştururlar bizlere. Görmemenin, duymamanın, bilmemelerin ustalığıdır insan. Ah.. Öyle bir acı çeker ki, öyle bir sabır arzu eder ki, inandığı tüm değerler için diler bunu.Ekmek almaya gitmek kadar gündelik bir görevi bile sinsi egosunun hâkimiyeti nedeniyle yerine getirmez kimi zaman. Büyük laflar eder, sözde büyük sorumluluklara girişiverir. Hep o konuşmak ister, en akil olmak ister. İnsan bu, ister. İnsan bir de hep sevmek ister fakat hakikatten gönlünü verdiğini sanan ve her defasında yanılan ve hataya sürükleten tek varlık özelliğini taşıyandır. Bütün ünlem cümlelerinin, etrafımızdan geçen insanların ağzında tekrar ettiğini ve onları korkarım ki (çok büyük tepkiler halinde ölü bir zımparaya çevirircesine) kullanmaya bir daha cesaret edemeyecek olmam beni korkutur. Bakarsan omuz omuza yürüyoruz fakat tanımıyoruz birbirimizi. Oysa ben hep sevdim, hep kendimden saydım yanımdan geçenleri. “Nasılsın iyi misin?” gibi pelesenk bir soruyu manasız,  kendilerinden habersiz, çaresiz yorgunluklarıyla kimi zaman duymazdan gelmek… İyi nasıl olunur bilmeden, bilemeden. Bizler; hala oradan oraya koşturan, doymak bilmeyen, çözümlenmeyi bekleyen, çözünmüş insanlar: daha ne kadar uzaklaşacağız birbirimizden?
“Bir değil, bin bir fırsat geçse de elime,                           

 Seni tenkit etmek düşmez dilime.”  

Mah-Rûm

Âşık bir kadına rastladım bu sabah
Güneş doğmamıştı henüz
Biz de ölmemiştik…

Şair bir kadına rastladım bu yüzyıl
Farkına varmamıştı henüz
Gözünden düşmemiştik…

Gezgin bir kadına rastladım bu şehirde
Dünyaya açılmamıştı henüz
Bisikletinden düşmemiştik…

Zamanı Yavaşlatacak Bir Playlist

Hayatın içinde durup dinlenmek istediğimiz, sakinlik beklediğimiz anlarda. Belki işlere biraz ara verince belki gece uyumadan hemen önce. Rahatlamak istediğiniz her an size eşlik edecek bir çalma listesi oluşturdum. Keyifli dinlemeler.

https://www.youtube.com/watch?v=RbTiQGbG5As