15.1 C
İstanbul
Pazartesi, Nisan 29, 2024

Devrin Bir Numaralı Ara Bozucusu, Para

Para, milattan önce 7. yüzyılda Lidyalılar tarafından bulunmuştur. Öncelikle takas yöntemiyle alışveriş yapılırken, sonra kralın emriyle para basılmaya başlamıştır. Bir plakanın üzerine çekiçle vurularak, yani darp yöntemiyle basılan paralar daha sonraları darphanelerin kurulmasıyla birlikte artmış, çoğalmış, yürürlüğe girmiş ve zamanla insanın ve çağın efendisi halini almıştır.

Yaşamak için bir zorunluluktur para. Çünkü hava bedava olsa da su bedava değildir. Hatta Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine baktığımızda zorunlu olarak addettiğimiz tüm basamaklara para olmadan sahip olamadığımız gerçekliğini göreceksiniz.

İlk iki alt basamağa baktığımızda bunları para olmadan elde edemeyeceğimizin farkındasınızdır. Gelelim ilişki kurmak ve arkadaşlık basamağına.” Paranın bununla ne ilgisi var?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. İnternetin, sosyal medyanın ve reklamların sürekli daha iyi giyinen, daha bakımlı görünen, daha iyi bir sürü şeyi gözümüze soktuğu bir çağda, yeni biriyle tanışırken henüz kalplerini göremeden dış görünüşüne göre dikkatimizi çektiğini göreceksiniz. Ve arkadaşlık ilişkilerine baktığınızda, daha çok parası olanın etrafında daha çok kişinin olduğunu gözlemleyeceksiniz.

Prestij ise, tamamen kişinin sahip olduğu imkanlar sayesinde veriliyor günümüzde. Daha iyi bir arabaya binen, daha iyi bir evde oturan, daha marka kıyafetler giyinenler daha prestijli sayılıyor. Başarma duygusu ise sizin neyi başarı olarak gördüğünüzle alakalı. Lakin özel okulların yüzlerce olduğu, paralı fakat kısa süreli sertifika programlarıyla unvan kazanılabilen bir zamanda başarılı olmanında ekonomik durumla paralel olarak ilerlediğini göreceksiniz.

Kendini gerçekleştirme ise, tamamen senin hayata nasıl baktığınla alakalı. Fakat bir toplumun içinde yaşıyoruz. Kendimizi insanlardan izole etmemiz neredeyse imkansız. Elbette başkalarından, sosyal ortamlarımızdan etkileniyor, esinleniyor, imreniyoruz.

Peki para ilişkileri neden bozuyor?

  • Para seni daha çok tercih edilir bir unsur yapıyor. ( Borç, harçla aldığın araba sana zengin bir imaj veriyor.)
  • Para harcarsan insanlar sana daha çok bağlanıyor.
  • Para verirsen iyisin, paran olmazsa kötüsün.

Herkesin kazandığı kendisine arkadaşlar. Kimse, eğer helal yollarla kazanıyorsanız parayı çuvalla sizin önünüze sermiyor. Kimse kimseye para vermek zorunda da değil. Ama benim değinmek istediğim para denilen mefhumun cinsiyet ayrımı yapmadan herkesi çirkinleştirdiği.

Para bitince biten evlilikler, arkadaşlıklar hatta miras yüzünden bağları kopan aileler vardır. O zaman en iyi yol, kendi paranı kendin kazanmandır arkadaşım. Ve en önemli ikinci şey ise kazandığın parayı mantıklı harcaman. Bir arkadaşımın dedesi ona şöyle demiş, ” Biri senden borç istediğinde vermezsen bir kere utanırsın, verirsen 10 kere utanırsın”. Öyle haklı ki. Para alıp vermeyen güruha başka bir yazıda değineceğim.

İnsanı para değil iyi yürek güzelleştirir.

İnsana para değil onurlu bir yaşam yakışır.

İnsanı para değil sevgi onarır.

Para yaşamak için bir araçtır elbette. Lakin amaç olmamalı.

Gönlü zengin insanlara denk gelin arkadaşlar. En büyük kazancınız vicdanınız olsun.

Ha, ” Yok ben illaki para istiyorum ” diyorsanız da, dikkatli olun.

Parayla imanın kimde olduğu belli olmazmış, öyle diyorlar.

Adalet Ağaoğlu’nun Çatıdaki Çatlak Eseri Bağlamında Kadın Profili – I

Tiyatro kelimesi ilk olarak Antik Yunan’da seyircilerin oturdukları yeri tanımlamak için kullanılır. Çeşitli anlam değişikliklerine uğrayarak günümüze kadar ulaşan bu sözcük genel olarak, oyuncular tarafından sergilenen oyun, “dram, komedi, vodvil vb. edebiyat türlerinin oynandığı yer” (http://tdkterim.gov.tr/bts/) olarak açıklanır. Diyaloglara, monologlara ve eylemlere dayanan bu gösteri sanatı başka bir söyleyiş ile insanı, insana, insanla, insanca anlatma sanatı olarak ifade edilir. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere tiyatro merkezinde insan faktörünü barındırır.

Tiyatro yazarlarının eseri oluşturma noktasında çeşitli hedefleri bulunur. Toplumsal hayatı sıradanlığıyla, problemleriyle; başka bir deyişle olduğu gibi sahneye yansıtarak, kişilerin farkındalık kazanmalarını sağlamak temel hedeflerden bir tanesi olarak yorumlanabilir. “Hayatı sahnede yansıtmaya çalışırken bu işleme katılan bütün sanatçılar hayatın gerçeğine olduğu kadar sanatın gerçeğine karşı da sorumluluk içindedirler. Oyun kişileri bir ölçüde hayattan alınmış yaşayan insanlar, bir ölçüde de sanatın yarattığı yapma karakterlerdir. Bu yüzden tiyatro oyunlarındaki kişilere bakarak belli bir dönemin gerçek insanları hakkında tam anlamı ile doğru bilgi edinmek olası değildir. Öte yandan bu oyun kişilerinin bize yansıtılan dönemin insanları hakkında hiç bilgi vermediğini de söyleyemeyiz. Bu noktada güvenebileceğimiz varsayım, yazarın oyun kişilerini yaratırken onları, içinde yaşadığı toplumun genel kanısına uygun olarak tipleştirdiğidir.” (http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1242/14183.pdf )

Tiyatro yazarının bu noktada yapacağı şey karakterleri, toplumun değer yargıları ya da toplumun geliştirdiği genel kabullere uygun olarak oluşturmaktır. Yazar, karakterleri eğer bu şekilde oluşturmaz ise seyirci ile iletişim kuramaz ve seyirci kafasındaki genelleme ile oyun arasında bağlantı kuramadığı için oyunun inandırıcılığı zedelenir.

Her toplumda, yaşayan insanlar tarafından yapılan çeşitli genellemeler söz konusudur. Bu genellemeler meslekler için, kişilere yüklenen sorumluluklar için yahut cinsiyet için yapılmış olabilir. Zamanla değişme ihtimali olduğu gibi kalıplaşan ve toplum tarafından kabul edilebilirliği süren genellemelerden söz etmek de mümkündür. Bu tür durumlara cinsiyet konusunda yapılan, kadını ve erkeği kesin sınırlarla ayıran kabuller örnek olarak gösterilebilir. Adalet Ağaoğlu Çatıdaki Çatlak adlı eserinde karakterlerini tipleştirirken cinsiyet konusunda yapılan genellemeleri kullanır. Toplumun kadın algısından yola çıkan yazar, kadına yüklenen sorumlulukları, kadının toplum hayatındaki yerini okuyucuya aktararak karakterlere yüklediği anlamı pekiştirir. Adalet Ağaoğlu, toplumun yarattığı kadın sorunsalını yine toplumun duyarsızlığını ön plana çıkararak aktarır.

1-) Toplumun Kadına Yüklediği Sorumluluklar Ve Yaptığı Yakıştırmalar Paralelinde Oluşan Kadın Algısı

Kadın ve erkeğin ilk tanışmasından sonra kadının sunduğu elmayı yasak olduğu halde yiyebilecek kadar etkilenir erkek kadından. Yazılı bir kaynak olmamakla birlikte bu hikayenin devamında kadın ve erkek cezalandırılır ve dünyaya gönderilir. Milattan önce dediğimiz dönem insanın dünyaya gelmesiyle başlamış olur. Cinsiyet ayrımı ilk olarak bu dönemde, iki karşı cinsin biyolojik özellikleri göz önünde bulundurularak sosyal rollerin paylaşımı şeklinde ortaya çıkar. Bu rollerin paylaşımında kadının doğurganlığı etkin rol oynar, çünkü bir kadın doğumdan sonra yüzde kırk oranında vücudundaki kalsiyumu kaybeder ve fiziksel olarak güçsüzleşir. Bu temelden yola çıkarak avcılık, toplayıcılık ya da buna benzer güç gerektiren işleri erkekler yaparken kadın daha hafif, daha az güç gerektiren işleri yapmakla görevlendirilir. İlkçağlarda yapılan bu görev paylaşımı o kadar çok kabul görmüştür ki halen günümüzde buna benzer bir sınıflandırma, kadını arka plana atıp toplumdaki erkek egemenliğini ön plana çıkarma söz konusudur. Toplumun kabul ettiği genellemeler sebebiyle toplum tarafından kadına yüklenen çeşitli sorumluluklar, yakıştırmalar ya da toplumun barındırdığı bir kadın algısı ortaya çıkar. Birbiri ile bağlantılı olan bu üç konuyu Adalet Ağaoğlu eserinde incelerken, toplumun oluşturduğu kadın sorununun temelinde yatan erkeği de konuya dahil ederek okuyucuya aktarmak istediği mesajı pekiştirir.

a) Toplumun Kadına Yüklediği Sorumluluklar

“Çatıdaki Çatlak adlı oyunda Adalet Ağaoğlu, özverili kadını umarsızlığı, boynu büküklüğü içinde ele almış, sevecen ve sabırlı Fatma Hanımın farkında olmadan sömürüldüğünü göstermiştir.” ( http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1242/14183.pdf )

“ARİF: Bak, düğmem kopmuş. Ceketime bir düğme dikiver.” (Ağaoğlu, 1969, 89)

Toplumun portresini çizmeye çalıştığı kadın tipi, ev işlerini yapan; eşine, abisine, babasına ya da erkek kardeşlerine hizmet eden, her türlü zorluğa göğüs geren bir tiptir. Oyun yazarlarımızın çoğu toplumun kadına yüklediği sorumlulukları dikiş diken kadın profili ile okuyucuya aktarır.  Bu konuda topluma karşı tepkisini göstermek isteyen Virginia Woolf yaşadığı dönemde kesinlikle dikiş dikmez, kilitli iğne kullanarak kadınlar dikiş diker algısını değiştirmeye çalışır.

Doğurganlığı, merhamet duygusu, annelik içgüdüsü gibi özellikleri sebebiyle dünyaya gelen çocuğun karnının doyurulması, altının temizlenmesi, bakımı ve büyütülmesi de kadınlara yüklenen sorumluluklar arasındadır.

“FATMA KADIN: Yo, yo… Biri okula gideceğidi bu yıl. Nasibinde varsa. Bi de gızım var on üçünde. Gardaşlarına hep o bakar. Yük olmazlar bana. Hiç yük olmazlar… Gız bakar onlara. Gız eyidir. Hep o baktı gardaşlarına. Yük olmazlar bana… Aman hanımım… Gurban oluym. Eyi bir hanıma benziyor bu hanım. Alsa beni, yanında sebeplenir giderim. Ben de ırahat ettiririm onu. Gösterirse yemeğini de yaparım. Elime yapışmaz ya. Ana gibi gadın sen eyi olmasın… Gardaşlarına hep gız bakar. Bana yük olmazlar… Heç yük…”  (Ağaoğlu, 1969, 101/102)

Fatma Kadının eserin belli bölümlerinde tekrar tekrar belirttiği gibi çocukların bakımından “kız çocuk” sorumludur. Onun da çocuk olması, bu sorumluluğu alıp alamayacağı ya da böyle bir mecburiyetinin olmadığı aile bireylerinden hiç kimsenin aklına gelmez. Böyle bir farkındalığın olmamasının temel sebebi toplumun kabul gördüğü bu algıyı insanların benimseyip, olması gerekenmiş gibi yorumlamalarından kaynaklanır. 

Adalet Ağaoğlu’nun eserde eleştirdiği bir diğer konu ise kadına yüklenen annelik sorumluluğunun arkasına sığınıp, çocuklar ile ilgili her konuda kadını öne süren toplumun kabul gördüğü erkek karakterdir.

“FATMA KADIN: İkide bir buraya çıkıp çıkıp geldiğinnen olur mu? Ne dimez elin insanları? Get hadi çocuklarının başına…

SADIK: Ben anaları değilim. Kendin git.” (Ağaoğlu, 1969, 115)                

Adalet Ağaoğlu’nun Sadık ve Fatma Kadın arasında geçen diyalog ile okuyucuya yansıtmak istediği temel düşünce çocukların bakımından kadının sorumlu tutulduğudur. Evin babası herhangi bir işi olmaması sebebiyle evde olduğu halde ya da çocuklarla ilgilenecek vakti olduğu halde bu sorumluluktan kaçar, çünkü toplumun kabul gördüğü şekil şudur ki kadın çocuk doğurur, bakımını yapar, büyütür. Bunun yanı sıra erkek, toplum tarafından kabul görülen erkek, yönetici konumda olan erkektir. Sadık bu diyalogda yüceltilen erkek kimliği ile davranmaya özen gösterir. Sadık karakterinin bu tavrı ile okuyucunun farkına varması gereken diğer bir konu, erkeğin toplum tarafından kabul görülen ideal erkek tipine uygun davranırken takındığı duyarsız tavırdır. Ağaoğlu’nun da yansıttığı gibi erkek kendini ilgilendirmeyen işe girmez, o işe bulaşmazken; kadın merhamet duygusundan ötürü sorunları çözme noktasında daha fazla sorumluluk alır, daha fazla rol oynar.

b) Toplum Tarafından Kadına Yapılan Yakıştırmalar

Bireyi bireyden çalan, onu kendinden uzaklaştıran, kişinin ben olmasını engelleyen en büyük faktörlerden bir tanesi toplumdur. Topluma dahil olan her bir birey, o toplumun kabulleri doğrultusunda davranmadığında dışlanan, eleştirilen, tabiri caizse çıkıntılık yapan kimse olur. Bu algı yüz yıllar boyunca insanlar tarafından kabul edildiği gibi halen de geçerliliğini korur. Toplumdan biraz farklı düşünmeye başladığında toplum da senin için farklı düşünmeye başlar. Kadınlar ise yine toplumun tutumundan nasibini alan kesimi oynar.  Virginia Woolf’un da Kendine Ait Bir Oda kitabında söz ettiği gibi topluma dahil bireylerin “ellerinden ancak kuru topraktan çıplak duvarlar yükseltmek gelmiştir.”, (Woolf, 2012, 26) ve kadınlar bu kilitli duvarların dışında bırakılmıştır. Kadınları dışarıda bırakan toplum, somut olarak fikir sahibi olmadığı kadınlar hakkında çeşitli yorumlamalara gider. Toplumun kadına yaptığı yakıştırmaların temelinde bu yorumlamalar yatar. Çünkü toplum duvarların dışında bıraktığı kadınları gözlemleyip tanımak yerine çeşitli önyargılarla, genellemelerle ya da yakıştırmalarla yaklaşır onlara. Adalet Ağaoğlu ise yazdığı eserde kadınlara yapılan yakıştırmaların bir kısmına dikkat çekmek ister.

Kadınlar erkeklerin koruması altındadır şeklinde toplum tarafından kabul edilen bir algı söz konusudur. Bu koruma yalnızca güvenliğini sağlamak anlamında kullanılmamakla birlikte kadınların adeta üzerine yapıştırılan namus kavramının da erkekler tarafından korunmasını içerir. Erkeğin kadın üzerinde sahip olduğu koruma duygusu, kadın doğduğunda babası, varsa abisi, daha sonra doğacak küçük bile olsa erkek kardeşleri ile başlayıp; evlendiğinde ise kocası tarafından devralınan bir görev niteliği taşır. Adalet Ağaoğlu da bu durumun eleştirisini yapabilmek için Fatma Hanım ve küçük kardeşi Sadık karakterlerini eserine dahil eder.

“FATMA HANIM: Öyle deme. Kolay mı? Bir de ben… Otuz yıldır başındayım. Eh kadın kocaya varmayıp evde kaldı mı, başa bela demektir.” (Ağaoğlu, 1969, 94)

Komşusuna söylediği cümleden anlaşıldığı üzere Fatma Hanım otuz yıldır küçük kardeşi Sadık ile birlikte yaşar. Adalet Ağaoğlu, bu karaktere kardeşinin başında olduğunu söyleterek, kadına yüklenen sorumlulukların Fatma Hanım tarafından yerine getirildiğini okuyucuya aktarmayı hedefler. Ayrıca kadının başa bela olması durumu da kardeşinin Fatma Hanımdan sorumlu olmasından, onu koruyup kollamak durumunda olmasından kaynaklanmakla birlikte; Fatma Hanım evlenmediği için bu sorumluluğu devredecek kimse olmadı anlamına gelir. Kitabın bu bölümünden kadınların evlenmediği durumlarda başa bela kimseler haline geldiği, en yakınındaki erkeğe gereğinden fazla sorunluluk yüklediği algısının toplum tarafından kabul gördüğü çıkarılır; yani toplumun kadına “baş belası” yakıştırması yaptığı açıkça görülür.

Kadın baş belası olmasının yanı sıra hal ve hareketlerine, özellikle karşı cinsle yani erkeklerle arasındaki samimiyete dikkat etmesi gerektiği düşüncesi toplum tarafından kabul edilen diğer bir düşüncedir. Kadın eğer erkeklerle biraz samimi ilişki kurarsa ya da erkek yalnızca erkek bulunan bir ortama tek başına girerse toplum bu durumu hoş karşılamayacağı gibi bu konuda çeşitli yakıştırmalar yapmadan da duramaz.

“FATMA HANIM: Havalar da soğudu. Sobasını kim yakar?   Yemeğini kim yapar? Şaşırdım kaldım.

KOMŞU: Ben inerim inmesine… İnerim inmesine ya…

FATMA HANIM : Aa! Yo! Senin işin sana yeter.

KOMŞU  : Ondan değil canım. Aman sen de!.. Bilmez misin? Laf olur. ‘Bak bak, bekar adamın evine iniyor!’ derler.” (Ağaoğlu, 1969, 95)

Fatma Hanım ve komşusu arasında geçen diyalog toplumun niyet temelli düşünmediğini gösterir. Fatma Hanım ameliyat olduğu takdirde komşunun Sadık ile ilgilenmesinde herhangi bir art niyet bulunmadığı halde, komşu bu durumun imkansızlığına değinir. İmkansızlığın temelinde yine toplumun düşünce yapısından doğan bir algı, bu algının kadın üzerinde bırakacağı etiket söz konusudur. Bu etiket yalnızca kadınların erkeklerle olan ilişkileri sonucunda ortaya çıkmaz. Kadın olmak hal ve hareketlerine dikkat etmeyi, yolda yürürken ciddiyetini kaybetmemeyi de beraberinde getirir!

“SADIK: Hani bir aşna fişneliğini göreyim, bilirsin yapacağımı… Geçende arkandan geldim. O ne kırıtıştı yolda kız?” (Ağaoğlu, 1969, 115)

Kadının aşna fişneliğini temel olarak açıklayabilmek için Yunan Mitolojisi ve Ortaçağ’daki kadın algısı ile paralellik kurmak gerekir.  Yunan Mitolojisinde tanrıların en güçlüsü ve tüm tanrıların kıralı olan Zeus aynı zamanda tanrıça Hera’nın da kocasıdır. Zeus’un en bilinen özelliği ise çapkın oluşudur; bu özelliği sebebiyle birçok kadınla evlilik yapar Zeus.  O dönemde ise kadınların Zeus ile birlikte olması bu kadınların kocalarının sosyal statü sahibi olması anlamına gelir. Ayrıca ortaçağda hakim olan kast sistemi paralelinde erkekler evlenmeden önce, evlenecekleri kadınlar ile öncelikle derebeyleri birlikte olur. Mitolojik öğeler ve tarihi dönemlerin çoğu kadının değersiz bir nesne olarak kullanıldığını kanıtlamanın yanı sıra kadına yapılan yakıştırmaları da temellendirir. Kadın topluma birey olarak katılmaya, kendisi olmaya çalışsa da yirminci yüzyıla kadar varlığı çok fazla hissedilmez. Sanayi devrimi ile birlikte iş hayatına atılan kadın, bu devrim ile toplumu varlığından haberdar eder. Kadının iş hayatına girmesi ile toplumun kadın algısında ya da toplumun kadına yaptığı yakıştırmalar noktasında herhangi bir değişiklik olmasa da kadın ekonomik olarak güç elde etmeye başlar ve bir nebze de olsa erkeğin kadın üzerindeki baskısını azaltmaya çalışır.

c) Toplumun Kadın Algısı

Adalet Ağaoğlu 1969’da yazdığı Çatıdaki Çatlak oyunu ile o yılların toplumunu eleştirir fakat yaptığı eleştirilere bakıldığında günümüz toplumunun da buna benzer sorunları barındırdığı görülür. Bu sorunlardan bir tanesi de çocuklarını evlendirmek isteyen ailelerin erkeğin ailesinden başlık parası ister. Aileler çocuklarının evlenmesini adeta maddi bir çıkar – gelir olarak düşünür ve yapılacak bu evliliği kendi çıkarları doğrultusunda kullanırlar.

“FATMA HANIM: Keşke kızı evlendirmeseydiniz bu kadar erken. Bak şimdi kardeşlerine de sahip olurdu.

SADIK: Evlendirmeyip de ne yapacaktım? Dört aydır bir Fatma’nın iki yüz lirasıyla mı geçiniyoruz? Oğlanın babası beş yüz lira verdiydi… Beş yüz de gelecek yıl verecek işte…

FATMA HANIM: Tenekecinin yanında sana iş bulmuştum. Çalışmadın. Çalışsaydın iyiydi. Parmak kadar çocuğu sattın açıkcası.” (Ağaoğlu, 1969, 156)

Fatma Hanım ve Sadık arasında geçen konuşmanın da yansıttığı gibi evin babası Sadık, kendisine iş bulunduğu halde bu işte çalışmaz, eşinin getirdiği maaşı bekler. Ağaoğlu’nun bu tespitini Virginia Woolf, 1929’da kaleme aldığı Kendine Ait Bir Oda isimli eserde “kazandığım her kuruş elimden alınacak ve kocam nasıl isterse öyle harcanacak” (Woolf, 2012, 26) cümlesiyle okuyucuya aktarır. Eserlerin yazıldığı dönemler farklı olmasına rağmen yazarların paralel konulara değinmesi kadınların yaşadığı bazı sorunların kalıplaştığı gerçeğini doğrular. Yazarın bu diyaloglarda dikkat çekmek istediği diğer konu ise başlık parası olayıdır. Başlık parasını ailelerin geçim kaynağı olarak görmesi sebebiyle kadınlar değersiz, satın alınan objeler haline gelir. Halen günümüzde bir grup insan ne yazık ki bu algı doğrultusunda hareket eder.

Toplum kilitli bir kapı olarak düşünüldüğünde kadın, bu kapının dışında bırakılmış bir objedir. İçeri girme hakkı elinden alınan kadınlara dışarıda da istediği gibi yaşama şansı verilmez; yani kadın arafta bırakılır, toplum her zaman eleştirmek için kadınlar hakkında bir şeyler bulduğu gibi bu konuyu netleştirmeyi de seçmez. Kadını ne siyaha ne de beyaza koyabilen toplum, yüz yıllar öncesinden belirlediği griyi yaşatır kadına. Başlık parası karşılığında satılmasının yanı sıra kadının katlanmak zorunda olduğu çeşitli yakıştırmalar söz konusudur. Eserin yazıldığı dönemde toplum tarafından kabul görülen kadın – kız sınıflandırması günümüze kadar varlığını sürdürür.

 “KOMŞU: (…) Otur kız. Kız mısın, karı mısın neysen, otur da konuşalım. Bakalım neyin nesisin, kimin itisin…” (Ağaoğlu, 1969, 98)

Kadın – kız yakıştırması konusunda Türk Dil Kurumu tarafından kabul görülen kadın ve kız tanımlarını incelemek bu yakıştırmanın toplum tarafından kabul görme sebebini açıklar. Türk Dil Kurumu’na göre kadın “1. Erişkin dişi insan. 2. Evlenmiş kız. 3. Eskiden bayan anlamında kullanılan bir san. 4. Analık veya ev yönetimi bakımından gereken erdemleri olan” (http://tdkterim.gov.tr/bts/) kişi iken kız “dişi çocuk”tur (http://tdkterim.gov.tr/bts/). Bu tanımlar paralelinde düşünüldüğünde kadın kelimesi evlenmiş kimseler için kullanılan, dişiliği vurgulayan bir sözcüktür. Bu durum toplum tarafından kadına yapılan yakıştırmalardan ziyade toplumun kadına bakış açısını, toplumun kabul gördüğü kadın algısını yansıtır.

Yazarların kadına ve kadın sorunlarına bakış açısı ve yaptıkları eleştiriler dönemlere göre farklılıklar gösterir. Farklılaşmanın temelinde yatan sebep, toplumun zaman içerisinde bulunduğu değişim sürecinin sonucu olarak ortaya çıkar. Özellikle cumhuriyetten sonraki yıllar kadına takınılan olumsuz tavır ile toplumun eleştirdiği kadın tipi adeta toplumun taşımak zorunda kaldığı kambur olarak yansıtılır.

“Kadına yöneltilen eleştiri bencil, sorumsuz, eğlence, moda, süs düşkünü kadın portresi ile sürdürülmüş, kadın ailedeki mutsuzluğun, toplumdaki yozlaşmanın birincil sorumlusu sayılmıştır. Yazarlarımızın büyük bir bölümünün kadından beklentisi sabırlı, özverili, güvenli, sevecen eş ve anne olmasıdır. Öte yandan aile kurumunu tehdit etmemesi koşulu ile zeki, kurnaz, becerikli dişiye hoşgörü ile bakılır. Otuzlu yılların, gençleri eğitmek amacı ile yazılmış oyunlarında güçlü, akıllı, inançlı genç kız tipi tiyatro yazınında önemli bir yer tutar. Bu eğilimin günümüzdeki uzantısı kişilik kazanmış kadın tipidir. Kişilikli kadın, geleneksel özverili, ağırbaşlı, dayanıklı kadın ile iyi eğitilmiş, modern, bilinçli kadının sentezidir. Oyun yazarlarımız özellikle altmışlı yıllardan başlayarak kadına ilişkin sorunlara yer vermişler, köy, kasaba, kent kadınının asal haklarından yoksun bırakılmasını bir insanlık sorunu olduğu kadar bir toplum sorunu olarak da ele almışlardır.” ( http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1242/14183.pdf )

KAYNAKÇA

  1. Ağaoğlu, Adalet, Toplu Oyunlar – 1 (Çatıdaki Çatlak), Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2009
  2. Woolf, Virginia, Kendine Ait Bir Oda, Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul, 2012
  3. http://tdkterim.gov.tr/bts/
  4. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1242/14183.pdf

Fobiler


Bazen, evcil hayvanlardan korktuklarında, onları tutanlar ya çok hayal kırıklığına uğrarlar ya da “size hiçbir şey yapmayacaklar, güvenlidirler” diye ısrar ederler. Ancak sorun, korkan kişinin fobisinin ya kalıcı olarak ya da tehlike uğruna ortadan kalkmamasıdır.
Fobi terimi Yunanca “phobos” kelimesinden gelir. Phobos ‘panik, terör’ anlamına gelir. Kelime, Yunan mitolojisindeki tanrılardan birinin adından alınmıştır. Yunan tanrısı Phobos düşmanı korkutmakta iyiydi, bu yüzden eski Yunanlılar Phobos’u silahlarına ve korku maskelerine boyadılar.

İlk kez 1801’de kullanılan fobi terimi, “tam bir tehlike kaynağı olmasa bile, bedenin sürekli ve yoğun bir korku içinde olma durumu” anlamına gelir (Beck ve Emery, 1985).

  Belirli nesnelerin veya durumların fobisi olan insanlar, açık endişe, çarpıntı, baş dönmesi, ağız kuruluğu, terleme vb. durumlar yaşar. Aynı zamanda, fobisi olan insanlar bu durumdan hızlı bir şekilde uzaklaşmak ister.
Fobilerin oluşumunu iki şekilde açıklayabiliriz;
Ortaya çıkan korkular fobiye dönüşebilir (Freud, 1915). Örneğin; Uçağının düşme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir kişi, bu tehlikeden kaçmanın nüansına dikkat edemez, olayı anımsatan bir olay yaşadığında veya bir uçak gördüğü zaman korkusunu kontrol edemez. Kısacası, travmatik bir deneyim yaşamak veya maruz kalan birini görmek de fobilere yol açabilir. Örneğin, bir akrabanın çocukken asansörde kaldığını gören bir kişide asansör fobisi gelişebilir.

İkinci; nevrotik korkular fobilere yol açar. (Levinson ve Carter, 1986). Burada bir kişinin bilinçsiz korkusu ilgisiz bir durumla sembolize edilir. Örneğin, bir kişi geçmişte “ölüm” ile ilgili olumsuz bir olay yaşar, ancak bu korku bir nesne ile birleştirilebilir. Böylece, ölüm korkusu yerine, bir kişi, bir uçak, bir doktor vb. korku var. Sonuç olarak, nesneye karşı öz yönetim moduna geçer. İç endişelerini nesneden uzaklaşarak yönetmeye çalışır.
  Günümüzde neredeyse her türlü fobi tedavi edilebilir.
Kısa sürede, özellikle psikoterapi ile bir çözüm elde edilir. Birçok terapi okulunda kullanılan ek yöntemler; gevşeme egzersizleri, hayallerimizdeki korkutucu durumları hafifletmek için kullanılan teknikler, nefes egzersizleri anksiyetenin başladığı her noktada insanlara yardımcı olabilir.
  Şimdi tarihte birçok önemli insanın fobilerine bakalım;

George Washington – tapephobia (canlı gömülme korkusu)

Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk cumhurbaşkanı George Washington, ölüm döşeğinde şöyle dedi: “Gidiyorum. Beni düzgün bir şekilde gömün ve öldükten sonra üç gün boyunca vücudumun tabuta yerleştirilmesine izin vermeyin.”


Richard Nixon – nosocomophobia (hastaneye yatış korkusu)

ABD’nin 34. cumhurbaşkanı hastaneye yatış korkusuyla yaşadı. Hastaneye giderse asla iyileşmeyeceğine inanıyordu. 1974’te kan pıhtısı sorunu vardı, ancak tedavi için hastaneye götürülmeyi reddetti. Bu korku insanlar arasında çok yaygındır.


Alfred Hitchcock – ovaphobia (yumurta korkusu)

Ünlü bir Hollywood yönetmeni ve film yıldızı olan Alfred Hitchcock yumurtalardan korkuyordu. Tüm hayatı boyunca hiç yumurta yemediğini ve etrafında yumurta görmek bile istemediğini söyledi. Hitchcock gibi bir insanın neden böyle korkuları olduğu bilinmiyor.

Sigmund Freud – Silah korkusu

Dünyayı değiştiren birçok teorinin sahibi olan nörolog Sigmund Freud silahlardan korkuyordu. Sık sık silah korkusunun gecikmiş cinsel ve duygusal olgunluğun bir işareti olduğunu söyledi.

Son kişi de Napolyon Bonapart‘tı. Evet, general – ailurophobia – kedilerden korkuyordu. Muhtemelen zamanla birçok garip fobiyle daha karşılaşacağız. Çok fazla garip fobi var.

İyi Niyetinizin Ardındaki Felaketlerin Farkında Mısınız?

Aslında bizler gündemi konuşarak ne yapıyoruz? 

Günlük yaşantımızda karşılaştığımız birçok şey sıradan olağan ve alışılmış hâlde hayatımızda yer ediniyor. Bu, bir sabah sporu veya beş çayı kadar basit bir eylem olabilir. Yapılan günlük aktivitelerin yanında bir de duyduklarımız ve gördüklerimiz var. Bir şeyi ne kadar çok duyarsak ve ne kadar çok görürsek o şey o kadar hayatımıza yerleşmiş ve hayatımıza girmiş olur. Her geçen gün konuşulan sıradışı kavgalar, dolandırıcılık ve tabii ki kadın cinayetleri gündeme oturuyor ve her yerde sıradanmış gibi konuşulmaya başlanılıyor.

Gündem kadın cinayetlerinden geçilmez bir hâl almışken, Twitter veya farklı bir sosyal medya aracılığıyla bunu paylaşmak  ne kadar doğru olur?

Gün geçtikçe cinayetin, çocuk istismarının ardı ardına kesilmediği şu zamanda duyar kasma veya farklı bir niyetle “mağdur” kişinin fotoğraflarını paylaşıp hakkında fikrimizi paylaşmak ne derece mantıklı olmaktadır? 

 Beynin en kötü özelliği yuttuğunu kusmamasıdır. Bu bir boşaltım sistemine haiz değil. Giren her fikir, iyi ya da kötü içeride kalır. Dışarı atamazsın. Görmezden gelir daha az düşünürsün ama yok olmaz. Dışarıdan duyup gördüğümüz haberler de böyledir. İyisi kötüsü fark etmeksizin önce beynimizde kalır ve sonra istemesek de hâletimize sîrayet etmeye başlar. Gün geçtikçe şiddetin, kadın cinayetlerinin, çocuk istismarının (pedofilinin) artmış olmasının da büyük sebeplerindendir diye düşünülüyor.

Sesimizi duyurmak niyetiyle paylaşım yaptığımız her durum gün geçtikçe artmaktadır ve en aciz tarafı da normalleşmeye başlamaktadır. Normal’MİŞ’ gibi gelmeye devam eden olayların ardından daha felaketleri geliyor ve yine sosyal medya aracılığıyla duyuruluyor. Oysa mağdur olan kişiler bunun ne kadar duyulmasını istemektedirler? 

İnanarak Hasta Olmak veya İyileşmek: Nosebo ve Plasebo Etkisi


ABD, 50’ler. Psikologlar çok farklı bir deney için hazırlanıyorlardı. 100 yaşlı insandan iki grup toplandı. Bir gruba, yüksek bir ruh hâli yaratacak ve enerjinizi artıracak özel haplar verileceği söylendi. Diğer gruba size uyku getirecek, sinirlerinizi sakinleştirecek ve yorgunluğa neden olacak bir hap verileceği söylendi.

Her iki gruba da aynı haplar verildi, ancak bu haplar farklı reaksiyonlara neden oldu. İşin sırrı, insanlara önceden gerçekleşecek bir olay projesi aşılamaları ve buna göre tepki vermeleriydi. Bu deneyin nedeni plasebo etkisiydi.

  Plasebo, bir ilaç üzerinde hiçbir etkisi olmayan bir durumdur, ancak uygulamada ilacın etkilerini göstermek için kullanılmıştır.
  Plasebo “Memnun edeceğim” anlamına gelir.
  Bu söz tıbbi etkisi olmayan, iyileştirici etkisi olmayan haplardır. Genellikle, şeker hapları baş ağrısı sırasında plasebo olarak kullanılır. Ve ağrıda 30-60 % arasında keskin bir azalma vardır ve bu da normal ağrı kesicilerin sonuçlarına çok yakın.
Buna uymayan bir grup insan olduğu doğrudur. Bununla birlikte, birçok gözlem plasebonun gerçekten işe yaradığını göstermektedir. Plasebo ile ilgili bazı tedaviler vardır. Çünkü ilaç işe yarıyor olsa bile, neden işe yaradığı kanıtlanmamıştır ve bu nedenle bu tür ilaç plasebo grubuna eklenir. Bununla birlikte, plasebonun yan etkileri de olabilir. Buna nosebo denir. Nosebo Latince “zarar vereceğim” anlamına gelir. Bir kişi nosebo etkisi sırasında kendisine zarar verebileceğini düşündüğü bir etkiye maruz kaldığında, etki ona zarar vermese bile beyinde zaten uyarıldığını düşünür. Yediğimizin tamamen sağlıklı bir yiyecek olmasına rağmen bu yiyeceğin birini zehirlediğini duyduğumuzda, gerçekten zehirlenmiş gibi hissedebiliriz. Zehirli sarmaşık alerjisi olan bir kişi kolunda sıradan bir yaprak ovuşturur ve bunun bir sarmaşık olduğunu söylersek, yaprağa dokunduğu alanda kızarıklık ve kaşıntı meydana gelir.
  Herhangi bir ilacı aldıktan sonra herhangi bir yan etki yaşamadıysanız, ancak baş dönmesi, mide bulantısı, ek bir etki olarak kaşıntı yaşayabileceğiniz ilacın talimatlarını okuduysanız ve bu etkilere sahipseniz, bir nosebo etkisi yaşadınız. Yani, hem plasebo hem de nosebo etkilerinin temel fikri şudur: Olduğunu düşündüğün şey haline gelirsin. Bu nedenle, sağlıklı kalmak için sağlıklı düşünmeliyiz.

Kayıp Gül 2 ~ Ölümsüz Kalp

Ve evet Öykü’nün bana fısıldadığı bu öyküyü sizlere anlatmak için sabırsızlanıyorum.

 Kayıp Gül maceram kuzenimin tavsiyesi ile başladı, lise yıllarında okuduğum en güzel romandır benim için. Kayıp Gül’le başlayan bu sevgim Ölümsüz Kalp ile katlanarak devam ediyor.

Okuduğum bu kitabın kalbime bu kadar dokunacağını hayal edemezdim. Evet kalbime, hatta benim bile fark edemediğim kalbimin derinliklerindeki sulara. Öncelikle teşekkür etmek istiyorum bu farkındalıkları bana kazandıran ve kalbimin ötesine inandıran, en çok da bu çağda sevgiyi böyle saf ve temiz analtan Serdar Özkan’a. Teşekkür ederim…

Kitapları hem ülkemiz için hem dünya için çok değerli. Kayıp Gül, Finlandiya’nın en çok okunan gazetesi Helsinki Sanamot tarafından “Türklerin Küçük Prensi” olarak adlandırıldı. Bunun en büyük sebebi kendisinin de söylediği gibi evrensel bir duygu dilini kullanması. Duygular, onlar her dilde farklılaşmaz ki? Sevgi, bir Türk için de bir İngiliz içinde aynı duygudur.

Ülkemizde nispeten biraz daha geç keşfedilmiş hatta Türkçe yazılmasına rağmen eserleri diğer dillerde o kadar çok okunmuş ki Ölümsüz Kalp Türkiye’den önce başka ülkelerde yayınlamış. Serdar Özkan’ın kitapları Martı ve Küçük Prens ile karşılaştırılırken eserlerini hâlâ okumamış -bir zamanlar benim olduğum gibi- adını bile hiç duymamış nice Türk okur var. Aslında buna kızmıyor değilim içimizdeki hazinelerden haberimiz dahi yok.

Ölümsüz Kalp, Serdar Özkan bu romanında Kayıp Gül’den esinlenerek bizleri kalbimizde bir yolculuğa çıkarıyor. Baş karakterimiz Diana, kalbine küsmüş ve onun biyolojik fonksiyonları dışında başka görevi olmadığına inanan bir çocuk.

“Kalp konuşmaz, sadece kan pompalar”

Diana öyle çok görmek istiyordu ki pembe yunusu. İlk kez öğretmeni bahsetmişti pembe yunusun varlığından ve dahası o sabah dünyada her insanın göremeyeceği pembe yunusları görecekti. Kalbi göğüs kafesine sığmıyordu öyle heyecanlıydı ki… Pembe yunusu görmek için 10.00 otobüsüne yetişmeliydi ve onun için bir saniye bile çok kıymetliydi. Pembe yunusu görmeden bile o kadar çok sevmişti ki ona karşı içinde her an büyüyen bir sevgi vardı. İçindeki bu sevgiye karşın küçük bir kaplumbağa için kalbinin sesini dinlemesiyle pembe yunusu görme fırsatını kaçıran Diana kendisine o kadar kızar ki bir daha kalbinin sesini dinlememe kararı alır. O kalbini terk ederken aslında 20 dk’lık, değerine bilene bir ömürlük bir yolculuğa çıkarıyor bizi Bay Öykü. Bu yolculuk Diana’ya ve aynı zamanda Ölümsüz Kalp’i okuyanlara kalbin kapıları aralıyacaktır.

“Kalbinde neler yok ki! Ağaçlar, dağlar, adalar, okyanuslar, gökler, hatta bütün evren, hatta daha fazlası!”

Neyi bekliyoruz o zaman?Neden erteliyoruz?

“Eli kalbinin üstünde, dakikalarca kalbinin atışlarını hissetti Diana. Kalbine dokunabiliyordu
Ve bu yüzden her şey ama HER ŞEY dokunuş mesafesindeydi. Çünkü sevgi dokunuş mesafesindeydi. İşte gerçek hayatı güzel yapan buydu, sevginin dokunuş mesafesinde olması.”

İnsan en çok kendini fark edemez. Kendi içinde barındırdıklarını. Umuyorum ki bu kitabı okuduktan sonra fark edemediğiniz sizi siz yapan farklılıkların farkına varırsınız. İçinizde var olan Meryem’in de…
Yazar burada sembolleştirilmiş bir Efes Şehri ile karşılıyor bizleri.

” ‘ Efes Şehri tıpkı insana benzer,’ dedi Melek Çocuk. ‘ Tıpkı insanın içinde olduğu gibi, Efes’in içinde de birbirinden çok farklı yerler, birbirinden çok farklı sesler var. Artemis Tapınağı, Mary’in evi, Artemis Gülü, Meryem… Birbirinden çok farklılar ama hepsi aynı şehir içinde bir arada bulunuyor. Bir bedende.

Yazar akıcı bir dille bizleri geceleri uyurken hep görmeyi dilediğiniz o rüyalar aleminde 274 sayfalık bir yolculuğa çıkarıyor. Helede bu yolculuk bildiğiniz ama hiç görmediğiniz, sevdiğiniz ama hiç sarılmadığınız; bir kafes içinde unuttuğunuz kocaman bir dünyaya, Bay Öykü’nün deyimi ile Ölümsüz Kalp’e yolculuğa çıkarıyor bizleri. Kalbinizin içindeki odalarda Kayıp Gülünüzü, Ölümsüzleri, Ruhu ve Sevgiyi ayamaya? Hazırsanız, keyifli okumalar.

Eee siz kalbinize yolculuğa ne zaman çıkıyorsunuz?

“Bazı düşler vardır ki, gerçek hayattan daha gerçektir.”

Şekersiz Sağlıklı Aşure Tarifi: Hurmalı Portakallı Aşure

Birbirinden lezzetli ve pratik yemek tarifleriyle ilgiyle takip edilen şef Çiğdem Seferoğlu, Tadım’ın hijyenik ambalajlarda ilk günkü tazeliğini koruyan kuru meyve ve kuru yemişleriyle hem sağlıklı hem de lezzetli 2 farklı aşure tarifi hazırladı. Ünlü şef, klasik aşure tarifinin yanı sıra şeker kullanmak istemeyen aşure severler için şeker yerine en çok kullanılan kuru meyve olan hurma ile yapılan “hurmalı & portakallı” aşure tarifi verdi.

Bolluk ve bereketi simgeleyen paylaştıkça dayanışma ruhunu ortaya çıkaran ‘aşure zamanı’ geldi…

Aşure hazırlığı yapanlar evlerinde tencerelerini hazırlarken paketli kuruyemiş sektörünün lider markası Tadım da bolluk bereketin simgesi bu dönemde paketli olarak sunulan sağlıklı kuruyemişleri ile yapılan aşure tarifleri için Şef Çiğdem Seferoğlu ile bir araya geldi.

Yerel ve geleneksel tatlardan ilham alarak leziz ve modern sentezler sunan yemekler ve tatlılar hazırlayan şef Çiğdem Seferoğlu, besleyiciliği yüksek, sağlıklı ve bir o kadar da lezzetli Tadım ürünleriyle aşure tarifleri hazırladı.

Tadım’ın ürün gamında yer alan en lezzetli ve sağlıklı aşure tariflerinin vazgeçilmezi olan kuru kayısı &hurma doğal yolla sağladığı meyve şekeri sayesinde hem vücudun enerji ihtiyacını karşılıyor hem de sindirim sistemini destekliyor. Şef Şerefoğlu, klasik aşure tarifinin yanı sıra şeker kullanmak istemeyen aşure severler için şeker yerine en çok kullanılan kuru meyve olan hurma ile yapılan “hurmalı & portakallı” aşure tarifi verdi. Korunaklı ambalajları ile dalından koptuğu andaki tazeliğini ve doğallığını muhafaza eden Tadım Hurma’yı şeker yerine kullanarak hem lezzetli hem de sağlıklı bir tat elde edebilirsiniz.

Şef Çiğdem Seferoğlu’ndan Aşure Tarifi


HURMALI VE PORTAKALLI AŞURE İÇİN MALZEMELER


500 gr Aşurelik Buğday
• 250 gr Nohut
• 150 gr. Haşlanmış Fasulye
• 1/2 Çay Bardağı Pirinç

• 150 gr. Soyulmuş Çiğ Badem
• 200 gr. Kuru Kayısı
• 200 gr. Kuru Üzüm

• 1 Portakal
• Yeteri kadar kaynar Su
• 10 adet hurma
• 1 Çimdik Tuz


Üzeri İçin;
• Kavrulmuş fındık
• Ceviz
• Antep Fıstığı
• Kavrulmuş susam
incir

KLASİK AŞURE İÇİN MALZEMELER:

• 1kg Aşurelik Buğday
• 750gr Nohut
• 500 gr. Haşlanmış Fasulye
• 1 Çay Bardağı Pirinç

• 250 gr. Soyulmuş Çiğ Badem
• 500 gr. Kuru Kayısı
• 500 gr. Kuru Üzüm

• 2 Yemek kaşığı gül suyu
5-6 adet karanfil
• Yeteri kadar kaynar Su
• 2 kg Toz Şeker
• 1 Çimdik Tuz


Üzeri İçin;
• Kavrulmuş fındık
• Ceviz
• Antep Fıstığı
• Kuş Üzümü
• Çam Fıstığı
• Ayıklanmış gül yaprakları
• Tarçın


HURMALI VE PORTAKALLI AŞURE YAPILIŞI

Bir gece önceden bol su ile yıkayıp ıslattığımız buğdayı süzüp kaynatmak üzere ocağa koyuyoruz.
Buğdaylar iyice şişip açılmaya başlayınca önceden haşlanmış olan nohut ve kuru fasülyeyi buğdayların üzerine ekliyoruz. Yıkadığımız pirinci de kaynayan bakliyatlara ilave edip aşurenin suyu helmelenene yani kıvam alana kadar bakliyatları birlikte kaynatıyoruz
Kaynayan malzemelere 1 çimdik kadar tuz ilave ediyoruz.
Kuru üzümleri ve çiğ bademi ayrı kaselerde suya koyuyoruz
suda beklettiğimiz bademleri soyduktan sonra yine suda beklemiş ve şişmiş olan kuru üzümlerle birlikte kaynayan aşurenin içine ilave ediyoruz
Kuru kayısıları küp küp doğruyoruz ardından kuru kayısıları da ilave ediyoruz
Bu sırada kaynadıkça yoğunlaşan aşureye ara ara sıcak su takviyesi yaparak kıvamını dengeliyoruz

10 adet hurmayı kabuklarını rendelediğimiz portakalın suyu ile robottan geçirip püre haline getiriyoruz

Son olarak hazırladığımız bu püreyi de aşureye ilave edip 10 dk kadar daha kaynattıktan sonra servis kaselerine alıyoruz
Porsiyonladığımız aşureler oda ısısına indikten sonra kuruyemişler ve kavrulmuş susam ile süsleyerek servis ediyoruz.

KLASİK AŞURE YAPILIŞI :

Bir gece önceden bol su ile yıkayıp ıslattığımız buğdayı süzüp kaynatmak üzere ocağa koyuyoruz.
Buğdaylar iyice şişip açılmaya başlayınca önceden haşlanmış olan nohut ve kuru fasulyeyi buğdayların üzerine ekliyoruz. Yıkadığımız pirinci de kaynayan bakliyatlara ilave edip aşurenin suyu helmelenene yani kıvam alana kadar bakliyatları birlikte kaynatıyoruz
Kaynayan malzemelere 1 çimdik kadar tuz ilave ediyoruz.
Kuru üzümleri ve çiğ bademi ayrı kaselerde suya koyuyoruz
suda beklettiğimiz bademleri soyduktan sonra yine suda beklemiş ve şişmiş olan kuru üzümlerle birlikte kaynayan aşurenin içine ilave ediyoruz
Kuru kayısıları küp küp doğruyoruz ardından kuru kayısıları da ilave ediyoruz
Bu sırada kaynadıkça yoğunlaşan aşureye ara ara sıcak su takviyesi yaparak kıvamını dengeliyoruz
Son olarak toz şeker ve gül suyunu da ilave edip 10 dk kadar daha kaynattıktan sonra aşureyi servis kaselerine alıyoruz
Porsiyonladığımız aşureler oda ısısına indikten sonra kuruyemişler ile süsleyerek servis ediyoruz.

Farkında Ol: SMA

Özellikle son zamanlarda adını sıklıkla duymaya alıştığımız SMA, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de çocukların hayatlarını kaybetmesine neden oluyor. Tedavi maliyeti de oldukça yüksek olan SMA hakkında merak edilen tüm detaylar yazımızda…

SMA NEDİR?

SMA (spinal müsküler atrofi) hareket sinir hücrelerinden kaynaklı nöro müsküler bir hastalıktır. Bu hastalık omurilikteki motor sinir hücrelerini etkileyerek normal kas faaliyetlerini yani yürüme, nefes alma veya yutma gibi faaliyetleri durdurur. Üç evrede görülen SMA ‘nın en tehlikeli evresi SMA Tip 1 evresidir. Bu evre genellikle çocukluk çağından itibaren gözlemlenebilir. Yukarıda da belirttiğim gibi yutkunamama, nefes almada zorluk ve hatta destek olmadan oturamama gibi zorluklar bu aşamada ortaya çıkan sorunlardır. Bununla beraber SMA, bireylerin, kişilerle olan ilişkilerinde zorluk yaşatmaz ve düşünme veya öğrenme gibi gibi yeteneklere herhangi bir olumsuz etkide bulunmaz.

SMA = Spinal Müsküler Atrofi

SMA Tip 1 = Werdnig Hoffmann Hastalığı

SMA Tip 3 = Kugelberg Welander Hastalığı

ÜLKEMİZDE NE SIKLIKTA GÖRÜLÜYOR?

Özellikle batıda çok sık görülen SMA, son zamanlarda ülkemizde de geçmişe oranla fazla görülmeye başladı. 6000 – 10000 arası doğumda bir görülebilen hastalıkta 40 çocuktan biri taşıyıcı olma riskini taşıyor. Çocuğun SMA hastası olabilmesi için her iki ebeveyninden bozuk gen aktarımının olması gerekiyor. Diğer türlü tek ebeveynden bozuk gen aktarımı çocukta hastalık meydana getirmez fakat taşıyıcılık oluşturabilir.

BELİRTİLERİ NELERDİR?

Genel olarak belirtiler hastalığın tiplerine göre değişse de şöyle sıralamak mümkündür;

– Motor gelişim eksikliğine sebebiyet veren zayıf kaslar ve güçsüzlük
– Reflekslerde azalma
– Ellerde titreme
– Baş kontrolünde zorluk çekme ve bunu sağlayamama
– Beslenme zorluk çekme
– Cılız ses ve zayıf öksürük
– Ayaklarda kramp ve yürüme yeteneği kaybı
– Yaşıtlarından geri kalma
– Sık sık düşme
– Oturma, ayakta durma, yutkunma ve yürümede zorluk
– Dilde seğirme

TEDAVİ VE İLAÇ

Henüz kesin bir tedavisi bulunmayan hastalıkta çalışmalar devam etmektedir. Bununla birlikte uzman hekim tarafından hastalığın belirtilerinin azalmasına yönelik bazı tedaviler uygulanarak hastanın yaşam kalitesi artırılabilir. Bunun yanında  2016 yılının aralık ayında ABD’de Gıda ve İlaç İdaresi (FDA) hastalığın tedavisi için bir ilaç onayladı, onaylanan ilaç aynı zamanda bu konuda onaylanan ilk ilaçtır; nusinersen (Spinraza).
İlaç hastalıkta altta yatan hasarı hedef alır ve böylelikle görülen semptomların gecikmesine veya önlenip tersine çevrilmesine bile olanak sağlayabiliyor. 

Ülkemizde de bu durumdan muzdarip olan çocuklarımıza umut olmak istiyorsanız SMA hastası bu miniklerimize küçük de olsa bağışta bulunabilirsiniz. Ayrıca hem bu konuda hem de diğer kas hastalıkları konusunda daha detaylı bilgi için de “Ecelere Umut Ol”un instagram sayfasını ve Prof. Dr. Coşkun Özdemir öncülüğünde kas hastalarına ve yakınlarına hizmet vermek amacıyla kurulan KASDER ‘in aşağıda verdiğimiz web sayfasını ve sosyal medya adreslerini ziyaret edebilirsiniz. Unutmayın farkındalık yaratalım.

https://instagram.com/ecelereumutol?igshid=3ekusc14ugho

https://kasder.org.tr/

https://instagram.com/kasdernek?igshid=12t0bquep3ozh

https://twitter.com/KasDernek?s=09

2020 YKS yerleştirme sonuçları açıklandı

ÖSYM Başkanı Aygün, 2020 YKS yerleştirme sonuçlarının açıklandığını duyurdu. Öğrenciler sonuçlara “sonuc.osym.gov.tr” adresinden ulaşabilecek.

Merakla beklenen 2020 YKS sonuçları açıklandı! Ösym Başkanı Aygün, 2020 YKS yerleştirme sonuçlarının açıklandığını duyurdu. Öğrenciler sonuçlara “sonuc.osym.gov.tr” adresinden ulaşabilecek.

YKS Sonuçları Nasıl Sorgulanır?

Öğrenciler her yıl olduğu gibi bu yıl da YKS tercih sonuçlarını sonuc.osym.gov.tr adresine giriş yaparak, TC kimlik numaraları ve şifreleri ile öğrenebilecek.

Şifresini Unutan Adaylar Ne Yapmalı?

ÖSYM aday işlemleri sistemine giriş yaparken öğrencilerin TC kimlik numaraları ve şifreleri istenmektedir. Peki sisteme giriş şifresini unutan adaylar ne yapacak?

Şifresini hatırlamayan adaylar YKS sonucunu öğrenebilmek için şifre barının altında bulunan ‘şifremi unuttum’ butonuna tıklayarak kimlik doğrulamasına yönlendirilirler. Doğru kimlik bilgilerini giren adaylar yeni şifre belirleme sayfasına yönlendirilirler.

Diğer bir yöntem ise E-devlet üzerinden sisteme giriş yapmaktır. Bu yöntem için adaylar, ÖSYM aday işlemleri giriş sayfasının sağ üst köşesinde bulunan E-devlet butonuna tıklayarak turkiye.gov.tr sayfasına yönlendirilirler. Doğru kişisel bilgileri giren adaylar YKS sonuçlarını görüntüleyebilirler.

YKS SONUÇ


Üniversite Kayıtları Ne Zaman Başlıyor?

YKS sonucuna göre bir programa kayıt yapma hakkı kazanan adayların işlemleri 31 Ağustos tarihinde başlayacak. Beş gün sürecek kayıt süreci 4 Eylül 2020 tarihinde sonlanacak. 31 Ağustos – 4 Eylül tarihlerinde adayların kayıt işlemlerinden sonra , herhangi bir programa kayıt hakkı kazanamayan adaylar için ek tercih dönemi başlayacak.

YKS Ek Tercihleri Ne Zaman Gerçekleştirilecek?

2020 YKS sonuçlarında herhangi bir programa yerleşemeyen adaylar ek tercih hakkına sahip olacak. Ek tercih tarihleri 4 Eylül ‘de üniversite kayıtlarının tamamlanması ile belirlenecek. 2020 YKS ek tercihlerinin yapılacağı tarihler henüz belirlenmedi.

Üniversite Kayıt İşlemleri Nasıl Gerçekleşecek?

2020 YKS yerleştirme sonuçlarına göre programa yerleşmeye hak kazanan adaylar kazandıkları programa ister online olarak isterlerse kurumların belirleyeceği yüz yüze kayıt şartlarınca kayıt yaptırabilecekler.

Musa Orhan Hakkında Alınan Şok Karar

Musa Orhan Tahliye Edildi!

Musa Orhan’ın tahliye talebine gelen itiraz ret edildi

Daha hayatın baharında genç bir çiçek olan olan 17 yaşındaki İpek Er‘e cinsel saldırıda bulunup intihar yolu ile ölümüne sebebiyet veren suçlu Musa Orhan bugün mahkemede alınan karar ile tahliye edildi.

Savcılık bunun üzerine harekete geçti ve tahliye kararının geçersiz sayılması için talepte bulundu. Fakat getirilmiş olan talep mahkeme tarafından ret aldı.Tahliye edilme gerekçesi, suçlunun kaçma olasılığının olmaması sebebi ile serbest bırakıldığı öne sürüldü.

Alınan karara sosyal medyadan tepkiler ardı ardına geldi

Bu alınan kararların üstüne derin bir kederde olan İpek Er ‘in annesine destek olarak sosyal medyalar ayaklandı.Adaletin yerini bulmasını isteyen sosyal medya kullanıcıları bir sürü etiket altında seslerini duyurmaya başladılar. Ancak mahkeme, kararı üzerinde değişiklik yapmayacak gibi görünüyor.

Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Çalışanlara Kolaylık Geliyor

Corona virüsün tekrar artış göstermemesi için nasıl bir önlem alınmalı?

İkinci dalga nasıl önlenebilir?

Normal hayata geçiş itibari ile özellikle çalışma hayatında, çalıştırılma yöntemlerine dikkat edilmediği ve gereken özenin gösterilmediği gözlemlendi.

Kamu kurum ve kuruluşlarında ağırlıklı görünen tedbirsizliğe ise çözüm getirilmesi istendi. Buna yönelik ise çalışanlara uzaktan çalışma, dönüşümlü çalışma gibi esnek çalışma yöntemlerinin uygulanabileceği belirtildi.

İkinci dalganın gelmemesi ve olan vakaların artmasıönlemek amaçlı Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan’ın resmi olarak imzaladığı bir genelde yayımlandı. Genelgede belirtilenler ise kamu kuruşlarında olan bütün çalışanları kapsamakta.

Genelge Neler İçeriyor?

Genelgede yazılanlar ise şöyle;

Corona virüsün ülkemizde yayılımının en aza indirilmesi ile beraber, bu salgınla mücadeleyi güçlendirmek ve salgının etkilerinin azaltılmasına yönelik faaliyetleri zafiyete uğratmama ve kamu hizmetlerini aksatmayacak şekilde.

* Çalıştırılma biçimine bakılmaksızın kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanlara uzaktan çalışma, dönüşümlü çalışma gibi esnek çalışma yöntemleri uygulanabilir.

* Buna dair usul ve esaslar Cumhurbaşkanlığı, bağlı, ilgili ve ilişkili kurum ve kuruşları için üst yönetici; bakanlıklar, bağlı, ilgili ve ilişkili kamu kurum ve kuruluşları için bakan; taşra teşkilatları (bakanlıklarca belirlenmemiş ise) ile mahalli idareler, bağlı kuruluşları ile mahalli idare birlikleri için ilgisine göre vali veya belediye başkanı; diğer kamu kurum ve kuruluşları için üst yönetici tarafından belirlenir. Bu yetki devredilebilir.

* Bu kapsamda dönüşümlü oldukları tekdirde işe gelmeyen veya gelemeyen çalışanlar izinli sayılacaktır.

* Bu genelge kapsamında esnek çalışma yöntemlerinden faydalanan çalışanlar ile idari izinli sayılmaları ile, bu sürede istihdamlarına esas görevlerini fiilen yerine getirmiş sayılırlar.

*Uzaktan veya dönüşümlü çalışanların ve görev yerinde çalışanların yürüttüğü hizmet ve aldığı sorumluluk eşittir.

*İdari izinliler, uzaktan veya dönüşümlü çalışanlar amirlerinin izni dışında görev yerlerinden ayrılamazlar ve hizmetine ihtiyaç duyulanlar çağrıldıkları an itibari ile görevlerine dönmek zorundadır.

“Seri Katiller” Serisi, Bölüm 1: Seri Katilleri Nasıl Tanıyabiliriz?

Seri katil 30 günden daha uzun bir zamanda veya intervallar olacak şekilde 3 veya daha fazla insanı öldüren ve tüm bunları anormal kişisel bozukluklar sonucu yapan kişidir. Psikoz seri katiller arasında nadiren görülür. Çoğu genellikle psikopatlardır. Psikopatlar empati, suçluluk duygusundan uzak bir halde, benmerkezci ve itici, hukuki, ahlaki sosyal kabullere uymayan kişilerdir. Genellikle dışarıdan çok normal, göze batmayan hatta toplumda saygı gören ve çekici kişiler olabilirler. Seri katiller FBI’ın suç sınıflandırma kategorisinde 3 yere bölünür. organize, organize olmayan ve karışık. Bazı katiller cinayetlerine devam ederken düzenli halden düzensiz hâle geçer. Seri katillerde Macdonald üçlemesi beş yaşını geçmiş çocukluk davranışları olarak gözlemlenir. Bu üçlemede hayvanlara eziyet, ateş yakma takıntısı ve sürekli yatağı ıslatma durumu yer alır. Bu yüzden seri katillerle şölen katillerini karıştırmak doğru olmaz. Seri katiller cinayetlerini ateşli silahlardan çok, kurbanla temas ettikleri, acizlik ve yalvarıcı bakışlarla karşılaştıkları aletlerle işlerler; acıyı hissedebilmek ve bundan zevk alabilmek için. Hiçbir seri katil dürbünlü tüfekle cinayet işlemez. Cinayet olayları çok farklı sebeplerden dolayı çok farklı şekillerde işlenebilir. Ancak farklı olduğu kadar birçok ortak yönler de olduğu için onların yakalanmasına yönelik çeşitli yöntemler kullanılır. Bunlardan bir tanesi de profil çıkarmaktır. Bazıları profil çıkarmanın aslında zararlı olduğu düşüncesini savunur. Çünkü bu çalışmalardan elde edilen bilgiler daha önceki cinayetlerle alakası olan kişilerin eline geçtiğinde kendi menfaatine kullanması durumu oluyor ve bu da yeni vakalara sebep oluyor. Ancak bu yöntemin iyi çalıştığı olaylar da oldukça fazladır. Mesela Florida’da 60 bıçak darbesiyle öldürülen bayan subay ve bebeği vakasında, profil çıkarma uzmanı Dayle H. profili mağdur üzerinden çıkarmıştı. Kurban, gece yarısı, şehrin uyuşturucu satılan bölgesinde bir bebekle ne yapabilirdi? Arabadaki bebeğin öldürülmüş olması çok garipti çünkü bebekler konuşamazdı, çocuk delil kalmasın diye öldürülmemişti. Anne ve baba ayrıydı ve eğer eşi ile bebeği ölürse koca sigortadan yüklü bir tazminat alacaktı. Tüm bunlar ve araştırmalar sonrası dikkatler babaya toplandı. Ama baba o gece başka bir yerdeydi ve şahitleri bile vardı. Kısa sürede hakkında elde edilen uyuşturucu müptelası ile alakalı bilgiler, ayakkabı izi, sigara paketleri, desteklenen şüpheler bir olayı inkar edilmeyecek kadar derinden çözmüştü.
Şimdi ABD cezaevlerinde yatmakta olan seri katillerle olan mülakatlara dayanarak seri katil tipolojilerine bakalım;
1. Coğrafi haraketlilik:
Seri katilleri bulmak için kullanılan kriterlerden ilki coğrafi haraketlilik derecesidir. Bazı seri katiller cinayetlerini yaşadıkları yerlere yakın yerlerde gerçekleştirir lakin bir yerde yaşar. Bu tip suçlulara “geogrophically stable” – durağan seri katiller denir. Bu tip katillerin tersine coğrafi olarak haraketlilere ise “geographically transient” denir. Bu tip katillerin cinayetlerinde seyahat büyük bir yer tutmaktadır. Cezaevlerindeki katillerin mülakatları sonucundaki bilgi ise şöyle, aslında onlar kurban bulmak için değil de yakalanmamak için, polislerin başını karıştırmak için bu şekilde davranırlar.
2. Hayalci seri katiller:
Çoğu seri katil gerçekliklerle bağlantısını kaybetmez aksine yaptıklarına cevapları olacak konumdadırlar. Çoğu psikopat olmayan katillerde bile psikopat eğilimi vardır ve otokontrol sistemi az gelişmiş kişilerdir.
Bunların tersine hayalci seri katiller ise onlara öldürme emrini veren sesler ve görüntüler gördüklerini ifade ederler. Gerçeklerden koparak, kendilerinin şeytan veya tanrıyla konuştuklarını, gördüklerini söylerler. Ve bunların bir mesaj olduğuna inanırlar. Bu tip seri katiller akıl hastaları oldukları için avukatları tarafından savunulurken zorluk yaşarlar. Olay yerinde rol yapmak, kanıtları değişmek, gizlemek gibi şeyler hayalci seri katillere göre değildir.
3. Görevli seri katiller:
Görevli seri katiller suçlarını işlemek için belirli bir seviyede bir grup insana ihtiyaç duyarlar. Böyle tip seri katiller psikotik değildir. Gerçek hayatın içindedirler. Sesler duymaz, hayaller görmezler. Lakin diğer tarafdan da dünyadan bazı insanları temizlemek için gönderildiklerine inanırlar. FBI suçlu profilinin dediğine göre bu insanlar fahişeler, katolikler, siyah erkekler veya bunlar gibi herhangi bir GRUP olabilir. Genellikle bu tip katiller bulunduğunda etraftaki insanlar onlar hakkında “çok iyi biriydi, oldukça efendiydi” gibi cümleler söylerler. Çünkü asla bir katil olacağı akıllara gelemez.
“Seri katiller” serisinin ilk bölümü bu kadar. Gelecek seride şehvet delisi seri katiller, hükmedici seri katiller ve seri katillerin ortak özellikleri hakkında konuşacağız.

Herkes Güneş Kremi Sürmekte Özgürdür

Wear Sunscreen adıyla bilinen bu yazı 1997 yılında köşe yazarı Mary Schmich tarafından yazılmıştır. Daha sonra Baz Luhrmann tarafından Everybody’s Free (to Wear Sunscreen) ismiyle bir şarkı olarak yayınlanmıştır.

Birkaç yıl önce okuduğum bu yazıyı unutmuştum. Yakın zamanda karşıma çıkan bir youtube kanalı sayesinde tekrar hayatıma girdi ve ara sıra dinleyip geliyorum. Aramızda dinleyenler için bir tekrar, dinlemeyenler için de bir tanışma olsun.

Talimatları okuyun, onlara uymasanız bile.

”Hanımlar ve beyler,

Güneş kremi sürün. Eğer size gelecek için bir öğütte bulunacak olsaydım, bu güneş kremi olurdu. Güneş kreminin uzun süreli yararları bilim adamları tarafından kanıtlanmıştır ancak vereceğim diğer öğütlerin hepsi kendi dolambaçlı deneyimlerinden daha güvenilir değildir.

Şimdi bu öğütleri dağıtacağım.

Gençliğinizin gücünün ve güzelliğinin keyfini çıkarın ya da boşverin. Gençliğinizin gücünü ve güzelliğini kaybolana kadar anlamayacaksınız. Ama bana güvenin, 20 yıl içinde fotoğraflarınıza geri dönüp bakacak ve ne kadar çok imkanınızın olduğunu ve ne kadar göz alıcı göründüğünüzü kavrayacaksınız. Düşündüğünüz kadar kilolu değilsiniz.

Gelecek için endişelenmeyin ya da endişelenin. Ama bilin ki endişelenmek ancak bir cebir denklemini sakız çiğneyerek çözmek kadar etkilidir. Hayatınızdaki gerçek sorunlar endişelenen aklınızın ucundan bile geçmeyecek sorunlardır, sıradan bir salı günü saat dörtte boş bir anınızda yakalayan cinsten.

Her gün sizi korkutan bir şey yapın.

Şarkı söyleyin.

Diğer insanların kalplerine karşı kayıtsız kalmayın. Sizinkine kayıtsız kalan insanları da boş verin. Gevşeyin.

Zamanınızı kıskançlıkla heba etmeyin. Bazen öndesinizdir, bazen geride. Yarış uzun ve sonunda sadece kendinizledir.

Aldığınız iltifatları hatırlayın. Hakaretleri unutun. Eğer bunu başarabilirseniz bana nasıl yaptığınızı anlatın.

Eski aşk mektuplarınızı saklayın. Eski banka evraklarınızı atın. Gevşeyin.

Eğer hayatınızla ne yapmak istediğinizi bilmiyorsanız kendinizi suçlu hissetmeyin. Tanıdığım en ilginç insanlar 22’sinde hayatlarıyla ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Bildiğim bazı 40 yaşındaki ilginç insanlar ise hâlâ bilmiyor.

Yeterince kalsiyum alın. Dizlerinize nazik davranın, gittiklerinde onları özleyeceksiniz.

Belki evleneceksiniz, belki evlenmeyeceksiniz. Belki çocuğunuz olacak belki olmayacak. Belki 40′ında boşanacaksınız, belki 75. evlilik yıldönümünüzde çılgın tavuk dansını yapacaksınız. Ne yaparsanız yapın, kendinizi çok fazla kutlamayın, çok da fazla azarlamayın. Seçimleriniz yarı yarıya şanstır. Diğer bütün insanların da.

Vücudunuzun keyfini çıkarın. Onu her şekilde kullanın. Ondan ya da başka insanların onun hakkında düşündüklerinden korkmayın. O sahip olacağınız en muhteşem enstrümandır.

Dans edin, oturma odanız dışında edecek hiçbir yer olmamasına rağmen de olsa.

Talimatları okuyun, onlara uymasanız bile.

Güzellik dergilerini okumayın. Onlar sizi sadece çirkin hissettirecektir.

Ebeveynlerinizi tanıyın. Ne zaman göçüp gideceklerini hiçbir zaman bilemezsiniz. Kardeşlerinize iyi davranın. Onlar geçmişinizle aranızdaki en kuvvetli bağdır ve büyük ihtimalle gelecekte sizinle birlikte kalacak insanlardır.

Arkadaşların gelip geçici olduğunu anlayın ama sadece en değerli birkaç tanesine tutunmanız gerektiğini bilerek. Yaşadığınız yer ve yaşam tarzındaki uzaklıkları kapatmak için çok çalışın çünkü yaşlandıkça sizi gençken tanıyan insanlara daha çok ihtiyacınız olacak.

New York’ta bir kez yaşayın, ama sizi çok sert kılmadan ayrılın.

Kuzey California’da bir kez yaşayın, ama sizi çok yumuşak kılmadan ayrılın. Gezin.

Bazı vazgeçilmez gerçekleri kabullenin: Fiyatlar yükselecektir, politikacılar kandıracaktır. Siz de yaşlanacaksınız ve yaşlandığınız zaman, genç olduğunuz zamanlarda fiyatların mâkul, politikacıların soylu ve çocukların büyüklerini saydığını söyleyeceksiniz.

Büyüklerinize saygı duyun.

Başka kimsenin size destek olmasını beklemeyin. Belki güven fonunuz vardır. Belki de zengin bir eşiniz olacaktır. Ama her birinin ne zaman tükeneceğini hiçbir zaman bilemezsiniz.

Saçınızla fazla oynamayın, kırkınıza geldiğiniz zaman seksen beşinde görünecektir.

Kimin öğütlerine kulak verdiğinize dikkat edin ama öğüt verenler konusunda sabırlı olun. Öğüt bir tür nostaljidir. Öğüt vermek, onu çöplükten çekip, temizleyip, çirkin kısımlarını boyayarak geri dönüştürerek değerinden daha değerli hale getirmektir.

Ama güneş kremi konusunda bana güvenin.”

Videoyu buraya bırakıyorum. Ama video Mau Kilauea Remix’i ile hazırlanmış. Bence ayrı bir keyifli ama isterseniz orijinal halini de dinleyebilirsiniz.

Bana Yalnızlıkta Bahsetmeyin

Küçük bir yalnızlık istersin dünyadan kabuğuna çekilmek, bilmem sadece bana mı iyi gelir bu yalnızlık. Yalnızlığı sevmek sadece bana has bir şey gibime geliyor bazen hadi aç kanatlarını uçup başka diyarlara göç et diyorum kendi kendime size de oluyor mu? Size de öyle geliyor mu bilmiyorum ama kafa olarak uçmak aslında çok güzel neden mi? Müzik dinlemeyi hepimiz severiz hatta en kalabalık ortamlarda bile üzücü bir müzik açılsa duygusala çökeriz kendimizi yalnız hissederiz kimse yokmuş gibi birde yalnız başına müzik dinlemek o nasıl biliyor musunuz işte bunu da yalnızlıktan içinde yalnızlığı bilen bilir bana yalnızlıktan bahsetmeyin benim diğer adım yalnızlık. Kitap okurken dalıp dalıp ben ne okudum diyorum artık bu psikolojik çöküş oluyor içten içe size de tavsiyem yalnızlığı sevmeyin bir kere dahi yalnız kalmayın çünkü bu çöküntüye tadarsanız tadından doyamazsınız.

Yaz Batımı

Kaçış yok, işte geldi.
Üşüdüğüm ilk akşam
-uzun bir aradan sonra-
Ve hazırlıksız yakalandığım yalnızlığa.

Çıplak tablalar boş kaldırımlar üzerinde.
Dalgaların sakinliği, benim sessizliğim,
Bavullar, vedalar ve vedalaşamayanlar.
Ne bir ses ne de ışık beşerden.
Yalnızlık resminin bir parçasıyız hepimiz.

Sandallar kaldı, sahiller, yıldızlar,
Boş balkonların ıssızlığı, çekilen perdeler,
Burukluk kaldı, bir de ben;
Buruk bir beden.

Çok da uzak değil sanki, tanıdık bir yerlerden.
Terk tonunda akşamlar, ince bir hırka isteği,
İçime içime büzüldüğüm akşamların ilki,
Dışımda azalanlar ve içimde çoğalanlar,
Beni bana iten yalnızlığın ilki.