8.4 C
İstanbul
Pazartesi, Aralık 8, 2025

Ah Memuriyet

Terden eline yapışmış sayfalar canını sıkmıştı, gazeteyi sertçe katladı. Ayağa kalkmasıyla gözlerinin kararması bir oldu. Bu vasıtayla kahvaltı yapmadığını hatırladı. Uyuşmuş ayaklarını sürüyerek mutfağa gitti. Ağzı sıkıca kapatılmış naylon bir poşetin içinde birkaç günlük tahinli çörek duruyordu. Sinirli hareketlerle çıkarıp, ağzına attı çöreği. Hiç sevmezdi aslında, tahinin o genzi yakan acımsı tadını. Ama yiyecek başka bir şey kalmamıştı evde. Yine de buzdolabını açıp baktı, kenarı hafiften küflenmeye başlamış bir peynir bütün dolabı kokutmuştu. Küflenen yeri kesip, şapırdata şapırdata çiğnemeye başladı peyniri.

Dişlerinde kalan susamları diliyle temizlerken, yatak odasına yürüdü. Komodinin üstündeki dizleri iz yapmış pantolonunu giydi ve kızının iki hafta önce ütüleyip astığı gömleklerden birini geçirdi üstüne. Otobüs kartını ve anahtarını alıp evden çıktı.

Apartmandan sokağa inen merdivende bir kedi yatıyordu. Göz göze geldiler, adamın göz kırpmasıyla kedi kalkmaya yeltendi, bir süre bakıştıktan sonra adam ayağını sertçe yere vurup “Pisst!” dedi. Kedi koşarak uzaklaştı. “Nankör şey.” diye söylendi sokağın sonuna giderken. Geçenlerde evdeki fareyi yakalaması için kediye ihtiyacı olmuş ama bu kedi peyniri yiyip eve girmemişti. Şimdiki siteminin sebebi de buydu.

Tek bir ağacın dahi olmadığı, güneşin alnı kabağında on dakika otobüs bekledi. Gelen otobüs de ağzına kadar doluydu.  “Mecbur binicez” dedi kendi kendine. Aslında hiçbir mecburiyeti yoktu, sadece belediyenin ona verdiği ücretsiz yolculuk hakkını kullanmak istemişti. İçeride herkes kan ter içinde kalmış, birkaç kadın yelpazesini çıkarmış yelleniyor, bir genç kız da üfleye püfleye saçını önce eliyle bir araya toplayıp sonra ensesine geri atıyordu. İhtiyar bu harekete hiçbir zaman anlam verememişti. Arkadan biri “Buyur geç amca,” diye yerini verdi adama. “Sağ ol yavrum.” dedi ihtiyar. Geçip oturdu. Ona yer veren koca kulaklıklı genç, fena halde terlemiş ve otobüste tutunabileceği en yüksek yere tutunarak bu ekşimsi ter kokusunu bütün otobüse takdim etmişti. Yellenen iki kadın genç adama bakıp biraz üflediler, fakat az sonra herkesin burnu bu kokuya da alışmıştı.

İhtiyar, bir kırmızı ışıkta yanında durdukları beli bükülmüş seyyar kokoreççiye bakıp imrendi. İçinden, onu okutup memur yapan babasına biraz sayıp döktü, ne diye bir ustanın yanına verip marangoz yapmamıştı onu, yeteneği de vardı hani. Köyün bütün çocuklarının sapanını o yapardı.  Şimdi bütün gün evde oturup birinin kapısını çalmasını bekliyordu. Bir dükkanı, onu sayıp seven esnaf arkadaşları, belki bir şeyler öğrenmek için gözünün içine bakan bir çırağı olsa fena mı olurdu? Ah memuriyet! Halbuki evvelden mesleği ne tatlı gelirdi gözüne… Şimdi ise yalnızlığına bulabildiği tek sebepti.

Otobüs gittikçe daha sıcak olmaya başlıyordu. İhtiyar ensesinden inen terden gıdıklandı; cebindeki, beyaz üstüne mavi çizgili mendilini çıkarıp terini güzelce sildi. Bu sırada yellenen kadınlardan biri şoförün duyması için bağırarak “Bu sıcakta balık istifi gibi yolcu alıyorlar, bi otobüs fazla çıkarsanız nolur sanki!” dedi. Şoför kadını hiç duymamış gibi yaptı. Kadın buna daha fazla sinirlenip daha hızlı yellenmeye başladı bir yandan “cık cık cık” demeye devam ediyordu.  

Biri bindi ki… Tüm gözler bu yeni yolcuya çevrildi. Çünkü elinde sıcacık, sarıldığı torbasını tamamen ıslatacak kadar sıcacık, bir somon ekmek vardı. Karnı tok olanlar pek oralı olmasa da ihtiyar gibi karnı aç birkaç kişi yutkunarak ve dudaklarını ıslatarak, gizlemeye çalıştıklar duydukları isteği.  İhtiyar eve dönerken ekmek alması gerektiğini düşündü.

Bu sırada ileride bir kalabalık gördü. O gün pazar kurulduğunu hatırladı. Son zamanlarda ağzının tadını iyice kaybetmişti, yediği hiçbir şeyden zevk almıyordu ama şöyle tatlı, ergin bir şeftali olsa yerdi yani…

Kararsız hareketlerle ayağa kalktı. Zaten basılmış olan “Duracak” butonuna bir kez daha basarak arkaya ilerledi. Bir eli dizinde, bir eli otobüsü tutarken indi otobüsten. Pazarın girişinde bir kokoreççi daha vardı.

Bekliyoruz



Duruşun yavuzluğundan olmalı;
Boynu bükük tebessümünle,
Sular yürürdü dallara.
Yükün gemide dolanırken,
Titreme gelirdi dağlara.

Ağyar sevindi hal-i pür melaline,
Zulüm karıştı allara.

Gülüşün teslimiyetinden olmalı;
Kolu kırık hayallerinle,
Eridi demirler, söndü zehirler.
Yaprağı koparılmış güllerinle,
Sevindi arılar, öttü bülbüller.

Ağyar sevindi hal-i pür melaline,
Zaman sıkıştı çağlara

Hüznün hasretinden olmalı.
Eski, tahta taburelerdeki ıslaklık,
Tomurcuğu açmış gelincik,
Yağmuru kucaklamış huzur;
Güneşi, gökkuşağını bekliyoruz.
Seni bekliyoruz.

Sen

Sabahları derin bir sen’e dalmaktı benimkisi
Sen sersemi tek gözüm açık, ayılmaya çalışırdım
Sonra giyerdim senlerimi, gider elimi yüzümü yıkardım
Alırdım seni yüzümü kurulardım…

Sonra ayılmak için, bir sen yapar içerdim
Tabi karnım sen çalıyor, güzel bir sen hazırlardım
Seni alır elime, bir yandan okumaya başlardım
Bir yandan seni afiyetle yerdim…

Sonra sen’e geç kalmamak için, hızlıca hareket ederdim
Vapurda martılara sen atardım
Geçtiğim sokaklarda çocuklar gülüşüp sen oynardı
Sonra akşam olur, çıkar sen’e gelirdim…

Sonra sıkılır, senden açar bir kaç şey seyrederdim
Sen gelirsin ve gider giyerdim senlerimi
Yatardım sen’e ve hep şunu fark ederdim
Sen gittikten sonra benim için artık her şey
Sen’den ibaretti…

Bomboş

Ağlamak istiyorum.

Gün batımını izlemek bu kadar mı hüzünlendirir insanı?
Ateşe atılmış kağıdın mücadelesi gibi, sonu belli bir şeye üzülmek benimkisi. Dertsiz bir kulum ben.
Bomboşum..
Mesela kapının üstünde ki tozum, görünmem. Bir küçük esintiyle savrulup giderim. Islak bir bez orada olmamam gerektiğini anlatır bana. Görünmeden hayatlardan silinip giderim..

Cennet Kokulum’a

Değerli vaktinizi çaldığım bu yazı, benim en özel yazım olacak. Paylaşmaktan en çok zevk alacağım yazı. Yazımın içeriği duygu ve düşüncelerim değil; bilakis gerçek yaşanmış çiçek kokulu bir yazı olacak. Keyifli okumalar, keyifli tanımalar.
Güzel insanların, güzel atlatara binip uzak diyarlara gittiklerini anlatan masallar ile geçti çocukluğum. Fakat ben büyüyünce anlamıştım ki aslında güzel insan da yoktu, güzel atlar da… Kime güvenilirdi, kime inanılırdı? Başım sıkıştığında kimden yardım istenirdi? Ben uzun yıllar bu soruların içinde cebelleşirken öyle muazzam insanlarla tanıştım ki; işte şu an kelamlarım yettiği müddetçe tanıdığım o insanların en güzelini sizlere anlatmaya çalışacağım. Ve bundan büyük bir mutluluk duyacağım.

Gösterişin, kibrin, menfaatin, bencilliğin hüküm sürdüğü bu çağda; bir bakışın, bir duruşun, bir merhametin, bir güzel yüreğin sadeliğine hayran kaldım. Ben bilirim ki cahile susarsın. Bilirim ki sükutunda kâfidir her an. Sessizliğin hakimse eğer bilirim ki orası gönlüne layık yer değildir.
Ben bilirim ki kalbin tüm dünyadaki insanlığı sevecek kadar geniştir. Ben bilirim ki yüreğinde ‘kul’ olana sevgin daimdir. Ve ben bilirim ki sen ‘Ayn-ür rıza’ ile bakarsın her yere. Kusur görmeden, muhabbet dolu…
Her insan senden bir pâre almalı. Her insanın bir yanı sen gibi olmalı.
Mesela bir doktor senin merhametini almalı. Senin gibi bakmalı hasta olana. Derdin devasının olduğunu senin gibi anlatabilmeli.
Mesela bir öğretmen senin sevginden almalı. Öğrenciye sevgiyle, şefkatle öğretmeli en doğru bilgileri. Senin gibi örnek alınacak karaktere sahip olmalı.
Bir terzi sen gibi olabilmeli mesela. Narin elleriyle senin gibi işleyebilmeli her danteli, senin gibi tamir edebilmeli her eksiği, her yırtığı, her söküğü.
Velhasıl çiçeğim ‘insan’ dediğin senin gibi olmalı. Kalp kırmamalı, haklı ise susmalı, sevgisini merhametini yalnız insanlara değil; dalında büyüyen bir güle, yoldan geçen bir köpeğe senin gibi göstermeli.
Sahi köpek demişken; yolda üşüyen bir köpeğin üzerini örtmeyi dahi biz senden öğrendik güzel insan.
Demem o ki samimiyet dilimiz ile kalbimizin bir olmasıdır ya hani; sendeki bu samimiyet olmasaydı eğer biz yanlışımızı ve doğrumuzu tartıp biçemezdik. Bir tebessümün dahi; buzdan gönülleri çiçeklendirir. Senin gönlün değişirse eğer biz değişiriz çiçeğim, senin gönlün değişirse eğer bütün dünya değişir.

Eskilerin bir sözü var derler “Kalbin temizse hikayen mutlu biter.” Bir kalp nasıl böylesine temiz kalır, nasıl böylesine bu dünyanın kirinden uzak kalır biz senden öğrendik. İçinde bulunduğumuz bu yol bir hikâyeyse eğer; benim inancım sonsuz cennet kokulum ‘sen ve senin etrafındakilerin hikayesi hep mutlu bitecek.’

Âli Emiri Efendi sevdiği insanı tarif ederken: “Gül yaprağıdır, nüsha-i Kur’an arasında” dermiş.
Cennet kokulum sen benim, sen bizim gül yaprağımızsın Nüsha-i Kuran arasında. Sen bizim hüsrana uğramış bu çağdaki nazenin çiçeğimizsin.

İyi ki doğdun, iyi ki yalnızca kendi çocuklarına değil; hepimize anne oldun ?

Seni seven manevi kızın…❤️

Ötenazi Bir Cinayet Midir?


Ötenazi, “kolay ölüm, acısız ölüm, iyi ölüm” anlamına gelen Yunanca bir kelimedir. Aslında, ötenazi fikrinin geçmişi antik çağlara dayanmaktadır. Ancak Hipokrat zamanından günümüze kadar geleneksel tıp etiği böyle bir yasak içerir: “Kimseye ölümcül bir ilaç veremem, bunu isteyen birine bile, tavsiye bile veremem.” Ancak son zamanlarda, doktorların, özellikle hasta istediğinde, hastanın isteği üzerine ölümünü kolaylaştırmak ve hızlandırmak için bu uygulamaya başvurması gerekiyor. Tedavi edilemeyen hastalığı olanların ağrı ve ıstırabını gidermek için yapılan bir ölüm işlemidir. Ötenazi, hasta veya yakınlarının isteği üzerine yapılır. Ötenazi, dünyanın birçok yerinde yıllardır tartışma konusu olan ve bazı ülkelerde yasallaştırılmış bir süreçtir. Doktorlar için çok zor: Bir yandan, koşullar ne olursa olsun herhangi bir hastayı tedavi edeceklerine dair Hipokrat yemini ettiler; diğer yandan, sürekli gelişen insan özgürlükleri ve hastaların hakları….
Ötenazi savunucuları bunun bir insan hakkı olduğunu ve bu hakkın acı yerine kullanılmasına izin verilmesi gerektiğini savunuyorlar. Görünüşe göre bu tartışmalar uzun süre devam edecek. Ötenazi bir insan hakkı mı yoksa suç mu?
Öyleyse ötanazi hakkında bilmeniz gerekenler; La Rochefoucauld, “Kimse doğrudan güneşe ve ölüme bakamaz.” diyor. Hastanın çektiği acı ve sürecin çaresizliği aileleri ötenazi yapmaya zorluyor, sevdiklerimizin acısına tahammül edemiyoruz. Zihinsel olarak sağlıklı bir kişinin iyileşme şansı varsa ötenaziye ihtiyaç duyması ikna edici değildir. Basında iyileşme şansı olmayan hastaların ötenazisine dair haberler var. Ötenazi hakkında yorum yapmadan önce, en iyisi ötanazi isteyen hasta ile konuyu tartışmaktır. Doktorların yaklaşık yüzde 40’ı ötanaziye karşı olmadığını söylüyor. Ancak büyük çoğunluk buna karşı çıkıyor. Ana nedenler ötanazinin kötüye kullanılması, etik dışı ve yasadışı olmasıdır. Ancak, bu tartışmalara rağmen, ötenazinin yasal olduğu bazı ülkeler var: 2001’de Hollanda’da, 2002’de Belçika’da ve 2009’da Lüksemburg’da ölüm cezası yasallaştırıldı. Kolombiya, Amerika Birleşik Devletleri ve bazı Kanada eyaletlerinde de ötenazi izinleri vardır. İstatistikler, her ay yaklaşık 40 veya daha fazla ötanazi işleminin gerçekleştiğini göstermektedir. Yasaya göre, ötenazi 18 yaşın üzerindeki herkes için yasaldır. Bununla birlikte, Hollanda ve Belçika’da bebek ötenazisi meydana gelir. Bu nedenle, ciddi engelli yenidoğanlara yöneliktir ve ötenazi uygulanan bebeklerin% 81-86’sı kanser hastalarıdır.

Barnum Etkisi: Burçların Sahte Olduğunu Söyleyen Buluş

Barnum etkisi, 19. yüzyılda ünlü olan Amerikan Phineas Taylor Barnum tarafından yaratılan sosyo-psikolojik bir fenomendir. Bu sözler ona aitti: “Dünyada her dakika bir aptal doğar ve her birinin sunacağı bir şey vardır.”
Barnum etkisinin özü şudur: İnsanlar, kimlikleri ve gelecekleri hakkındaki bilgilerin kendileri için bireysel olarak yaratıldığına inanırlar. Ancak bu bilgiler kendi içinde geneldir ve diğer insanlara çok başarılı bir şekilde uygulanabilir. Bilim insanları genellikle Barnum etkisini astrolojik yıldız fallarına, falcılık, sosyoloji, homeopati ve diğer SAHTE bilimlere bağlarlar.
Bu etki psikolojide yüzlerce kez tekrarlandı ve her zaman istikrarlı sonuçlar verdi. Bir defasında Fransız bir psikolog gazetelerde reklam veriyor ve astrolojik hizmetler verdiğini duyuruyor. Yüzlerce sipariş alan psikolog, tüm müşterilerine aynı astrolojik burcu gönderir. 200’den fazla kişi psikoloğa çok doğru tahminler için minnettarlıklarını ifade eden mektuplar yazdı. Bunun etkisi, insanların kişiliklerine aşırı ilgisi ile açıklanmaktadır. Bilim adamları bu etkiyi 40 yıldan fazla bir süredir inceliyorlar. Bu çalışmalar sırasında araştırmacılar, insanların kimlikleriyle ilgili sorunlara nasıl tepki verdiklerini inceleyebildiler. Ancak insanoğlunun psikolojisinin benzersiz olduğunu unutmayalım.

Sosyopati ve Psikopati Genetik Mi?

Sosyopati ve psikopati genetik mi?
Soruya cevap vermeden önce sosyopat ve psikopatın kim olduğuna bakalım. Filmlerde akıl almaz cinayetler yapan, zalim tiplere psikopat ya da sosyopat deriz. Psikopati empati ve vicdan eksikliği ile karakterize olan bir kişilik bozukluğu olarak bu kişilik bozukluğunu ifade etmek için kullanılmaktadır. Sosyopati ise diğer adı antisosyal kişilik bozukluğu olan, psikopati ile alakalı bir psikolojik bozukluktur. Şimdi gelelim esas sorunuzun cevabına. Psikologlara ve psikiyatrilere göre, psikopati genetik bir yatkınlıktan ortaya çıkıyor. Sosyopati ise yetişme, çocukluk travmaları, duygusal istismar hikâyeleri gibi etraf faktörlere bağlı olarak gelişir. Tıbbi araştırmalara göre psikopatların beyin yapıları normal insan beyninden daha farklı şekildedir. Onlarda dürtü kontrol, hafıza düzenlenmesinden sorumlu beyne ait bölümler az gelişmiştir. Yani empati ve vicdan duygusundan ya tamamen ya da kısmen yoksundurlar. Ancak toplum ve ahlâkî davranışlara aykırı olacak davranışlarını mükemmel şekilde gizleyebilir, bencil davranışlar sergilerler. Psikopati biyolojik bir rahatsızlık olmasına rağmen teşhis edilmesi oldukça zordur. Bir cinayette, yakalandıktan sonra psikopatlar sosyopatlardan farklı olarak pişmanlık duymazlar. Sosyopatlar ise pişmanlıklarını “neden yakalandım?” diyerek yaşarlar. Sosyopatlarla psikopatlar davranıştaki benzerliklerden dolayı çok karıştırılabilecek kişilik bozukluklarıdır. Ancak sosyopatlar psikopatlardan daha az tehlike içermektedir. Toplumda %1 ihtimal ile bir psikopat ile karşılaşma oranı varsa sosyopatlarda bu %4 tür. Sosyopatlar narsistler gibi kendilerini görkemli hissederler, yüzeysel duygular ve dürtüsel davranışlar sergilerler. Sosyopatların psikopatlardan farklı olarak vicdan duygusu vardır ancak yine de davranışlarına engel olmaz bu duygu. Toplum için her ikisi tehlike içerse de psikopatların vicdan duygusundan yoksun olmaları ve kendilerini gizleyebilmesi onları daha tehlikeli kılar. Sosyopatiden farklı olarak psikopatinin tedavisi mümkün değildir.

Şahmeran’a Psikolojik Bakış

Şahmeran efsanesine psikolojik bakış:
Şahmeran, cinsiyeti kadın, başı insan, gövdesi yılan olan efsânevi bir yaratıktır.
Şahmeran Anadolu’da uzun yıllar halk arasında dolanan bir efsane olup bu bölgelerde yaşadığına dair birkaç yerde inanış vardır. Bunlardan bir tanesi Tarsus, diğeri de Mardin’dir. Buralarda yaşayan insanların evlerinde Şahmeran tabloları asılıdır. Şahmeran efsanesi kısaca şöyledir;
Ağır bir hastalığa yakalanan padişaha derdinin dermanı yalnızca Şahmeran ’ın etinin kaynatılarak yenmesi denir. Vezir ise bu durumda Şahmeran ’ın âşık olduğu genci tuzağa düşürerek padişahın isteğini yerine getirmek için yola koyulur. Ancak vezirin fikri bambaşkadır. O Şahmeran ‘ın etini yiyip dünyanın bütün sırlarına hâkim olmak istemektedir. Dünyanın bütün sırrındaki kasıt ölümsüzlük suyunu bulmaktadır. Fakat ne padişah ne de vezir amacına ulaşamaz. Şahmeran ’ın şifalı kısmı başıdır ve vezir yanlışlıkla baş yerine zehirli kısmı olan kuyruğunu yiyerek ölür. Şahmeran ‘ın başından bir parça yiyen Tahmasib ise dünyanın tüm sırlarına hâkim “lokman hekim” olur. Şahmeran tüm yılanların anası olup, yılanlar kraliçesi olarak bilinir. Hatta hâlâ devam eden efsanelere göre yılanların Şahmeran ‘ın öldüğünden haberleri yoktur ve bir gün öğrendiklerinde intikam için bulundukları toprakların altından çıkarak insanları öldüreceklerdir. Yılanlar insanların bilinçaltını bu kadar çok meşgul eden tek yaratıklardır. Çünkü kara dünyanın sembolü olan yılandan hem nefret edilmektedir hem de tıpta zehri çok faydalı olduğu için insanlık ona muhtaçtır. Psikanalitik açıdan baktığımızda Sigmund Freud’un fantazinin düşlere yansıması hakkındaki fikirlerini dikkate alarak toplumun gündüz düşleri ve ortak fantezilerini kolektif bilinçaltı yoluyla mistik anlatılara aktardığını söyleyebiliriz. Böylelikle bulundukları bölgede fazlasıyla olması nedeninden kaynaklı, yılanların Anadolu halkının dikkatini çok çeken unsur olan Şahmeran efsanesinin yaratılmasına sebep olmuştur. Yamyamlık sayılabilecek kadar Şahmeran ‘ın etini yeme arzusu fenomeninin sırlarına ve ruhundan bir
parçaya sahip olma düşüncesinin yeni bir şeklidir. Eti yiyip tüm bilime sahip olma arzusu ise insanların yenilecek kişinin ruhunun bir parçasının kendilerinde
yaşayacağına olan inançtan kaynaklanmasıdır. Tüm bunların yanı sıra insanın cennetten kovulmasına sebep olan yılan, yaratılmışların günahlarını üstlenmesi ile tüm insanlığın gölge arketipi durumuna girer. Şahmeran ‘ın etinin yenerek ilme ulaşılması fikri ise yılanın tıbbın sembolü olarak kabul edilmesinden doğar.

Müzik Manipüle Eder Mi?

Bu soruya cevap vermek için psikoloji biliminde araştırma yapmak gerekir. Bu yüzden İsrail, Rishon Le Zion’daki “College of Management Academic Studies”de bir psikolog olan Naomi Ziv’in müzik hakkındaki fikirlerini paylaşacağız. Naomi Ziv “Gerçek hayatta müzik insanları her şekilde manipüle etmek için kullanılıyor. Çoğu olumsuz olabilir ve müzik insanları daha uyumlu, daha agresif ve hatta ırkçı yapabilir.” diyor.
Bu son bulgular, Eminem ve Marilyn Manson gibi sanatçıların öfkeli rap ve metalinin şiddet içeren davranışları kışkırtabileceği inancı da dahil olmak üzere bazı, uzun süredir devam eden varsayımları gerçeğe dönüştürüyor. Örneğin, Columbine Lisesi’nin hemen sonrasında, Manson’un müziğini iki katille ilişkilendiren raporlar vardı ancak daha sonra yanlış olduğu ortaya çıktı. Psikoloğa göre kolay dinlenen ve iyi hissettiren parçaların şaşırtıcı bir karanlık tarafı olabilir.
Ancak Avustralya Queensland Üniversitesi’ndeki psikologlar, bu müziğin aslında bizim öfke dürtülerimizi yatıştırabileceğini öne sürüyorlardı. Genevieve Dingle ve meslektaşları, sert metal müzik dinlemelerine izin vermeden önce onları kızdıran bir arkadaş veya meslektaşın yer aldığı bir olay hakkında konuşmalarını isteyerek insanları kasıtlı olarak kızdırdılar. Müziği dinledikten sonra katılımcılar, sessizce oturanlara göre çok daha olumlu duygular bildirdiler. Dingle, “Aşırı müzik dinlemek, bu dinleyiciler için öfkeyi işlemenin sağlıklı bir yolunu temsil edebilir.” dedi.
Ziv’in araştırması bunun yerine “kolay dinleme” melodilerinin en büyük tehlikeyi taşıdığını öne sürüyordu. Örneğin 2011’de müziğin insanların ahlâkî yargılarını değiştirme gücüne sahip olduğunu keşfetti. Bir grup gönüllüden, insanların daha yüksek bir emekli maaşı alabilmesi için sahte belgeler oluşturabileceğini iddia eden bir web sitesinin hayali bir radyo reklamını dinlemelerini istedi. Reklamı dinleyenlerin yarısı, arka planda Mozart’ın A Little Night Music’ten Allegro’sunu dinlerken, diğer yarısında müzik yoktu.
Benzer şekilde, ayrı bir gruptan, katılımcıların bir web sitesi kullanarak üniversite için bir seminer ödevinde nasıl kopya çekebileceklerini anlatan başka bir reklamı dinlemeleri istendi. Yine, reklamı dinleyenlerin yarısı arka planda James Brown’ın I Got You (I Feel Good) şarkısını da duydu. Her iki durumda da, reklamı fon müziğiyle dinleyenler, reklamlarda teşvik edilen etik olmayan, aldatma davranışını daha fazla kabul etme eğilimindeydiler. Hatta bazı durumlarda katılımcılar bunu olumlu bir şekilde gördüklerini bile bildirdiler. Müzikteki bazı özellikler, beynimizin çalışma biçimiyle de oynayabilir. Örneğin ritmik sesler, bir grup insanın davranışını ve düşüncesini koordine edebilir. Singapur Üniversitesi’nde nörobilimci olan Annett Schirmer, bir davulda ritim çalmanın beyin dalgalarının ritimle senkronize olmasına neden olabileceğini keşfetti.

Bulguları, davulların kabile törenlerinde neden bu kadar büyük bir rol oynadığını ve orduların neden bir davul ritmi ile yürüdüğünü açıklamaya yardımcı olabilir. Schirmer, “Ritim, bir gruptaki tüm bireyleri, düşünme ve davranışlarının geçici olarak uyumlu hale gelmesini sağlar.” diyor.
Ziv, etkilerinin derin olabileceğinden şüphelense de, müziğin laboratuvarın dışındaki davranışları nasıl etkileyebileceği hâlâ net değil ve “Gerçek dünyada, aşırı uçlara gidebileceğini düşünüyorum.” ifadelerini kullanmıştır.

İki Şehrin Hikâyesi

İki şehrin hikayesi
Ağlama kıyamam ki
Gökyüzüne baktığımda sanki kan yağıyor
O kan da senin gözyaşların oluyuyor
Soluyor gençliğim ellerimden kayıyor

İki şehrin hikayesi
Dokunaklı bir şiir gibi
Ölmek isteyen bir şairin
parlayan yeşil gözleri

İki şehir
Bir çok insan
Bir kaç gülüş
Biraz ilaç
Bakış, kaçış, saklanış…

Masumiyeti Arıyorum

Masumiyeti arıyorum;

Kirli yüzlerin musallat olduğu gülen gözlerde.

Yalnızca Hakk’ın işittiği sessiz çığlıklarda arıyorum onu

Sevginin en saf halinde arıyorum masumiyeti

Elma şekerinde, pamuk şekerinde, uçan bir balonla elde edilen mutlulukta arıyorum.

İstediğine ulaşamayınca tek tepkisi;

Göz yaşlarına sığınmak olan yüreklerde arıyorum onu

Kinsiz, kibirsiz, intikamsız ve öfkesiz.

Hasletine düşman insanlığın,

Çorak kalmış gönüllerine serpilmiş su umuduyla arıyorum onu.

Onursuzca uzanan ellerin üzerinde arıyorum masumiyeti.

Ve aradığımı sen de buluyorum, çocuk.

Hayatın (N)Akışı

Gençliğimizin belki de en güzel senelerini neden iyonik bağın kovalantten daha çok çektiğini kavramaya harcarken bin yıllar öncesinde Yunan düşünür Empedokles bütün olayı çözmüş. Aşk adı verdiği çekim kuvvetinin maddeleri çekerken nefret olarak tanımladığı itim kuvvetinin maddelerin birbirlerini itmesine sebep olduğunu ortaya atmış. Eh, metaller hep ametallerden daha romantik gelmiştir bana zaten.

Acaba hava alanları, terminaller, otogarlar içlerinde daha çok kavuşmanın verdiği çekme kuvvetini mi yoksa ayrılıkların verdiği itme kuvvetini mi barındırır? Aylar sonra birbirlerinin yüzlerini unutmaya yüz tutmuş sevgililerin çekimi mi daha güçlüdür, kızını gurbete çalışmaya yollayan babanın itimi mi? Her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu savunan diyalektiğin ilk çizgisi “Karşılıklı etki ve evrensel bağlantı” yasası burada selam çakıyor bize. Etkiye tepki uzun lafın kısası 🙂

Etkiye tepki doğada hem fizik kanunlarını hem de kendi aramızda oluşturduğumuz sosyal kanunları açıklıyor anlaşılan. Karşımızdaki insana güleryüzle yaklaşırsak güleryüz göreceğimiz vesaire zaten insan içine çıkmadan önce annelerimizin kulağımıza küpe olarak taktığı sözler. Benim burada değinmek istediğim kısım ise her verdiğimiz etkinin tepkisinin bize doğrudan dönmeyebileceği. Tamamen iyi niyetle yaklaştığımız bir insandan kötülük görmek bizi onun yoluna düşürmemeli; burada gökyüzü hep ışıl ışıl parıldasın, bulutlar pamuk şekerden olsun demek Pollyannacılık da değil amacım. Eminim bu hayatta herkesin en az bir kere de olsa içine düştüğü bir durumdur eğer kendimden bahsedecek olursam karakter limitini aşarım muhtemelen. Zamanında gereğinden fazla canımı sıkan bu durumu şimdi biraz daha aştığımı düşünüyorum eğer sizin de gündelik hayatınızda yer edinen bir durumsa birkaç dakika içinde okuyacaklarınızla bir nebze de olsa yardımım dokunabilir umarım…

Hepimiz ayrı ayrı kumaşlardan, binbir çeşit rengin binbir çeşit tonundan farklı farklı motifler değil miyiz? Hayat yolculuğunda da hepimiz farklı bireyler olarak kendi motifimizi işlemiyor muyuz? Bazılarımız motiflerini birleştirip rengarenk bir karışımla hayat yolculuğunu beraber paylaşırlar, bazılarımızsa tüm cesur yüreklilikleriyle sürünün yürüyüşüne katılmayıp kendi motiflerini kendileri gerçekleştirirler. Eğer sizin motifinizde de her hissedebilen insanda bulunduğu üzere iyilik varsa karşılığını göremeyince neden bildiğiniz nakışları değiştiresiniz ki? Karşınızdakinin motifiyle sizin motifiniz banyo lifindeki büyükannelerimizin işlediği yıldız motifleri ve bir zamanlar insanoğlu olarak LCD ekrana geçmemizden önce(evrimde bir iki basamak geri gidiniz) kasalı televizyonların üstüne serdiğimiz örtülerdeki motifler kadar alakasız da olabilir. Peki kumaşı ve tığı bu kadar ayrı kullandığınız birinin sizin motifinizde yer edinebilmesi işlediğimiz s(h)an(y)ata yakışır mı hiç? Zaten gerçekten bir insana sırf karşılığını görebilmek için iyi davranıyorsak biraz da durup kendimizi sorgulamamız gerekmez mi?

Evet şimdi etki tepkiye geri dönelim, karşı tarafa verdiğiniz etkinin tepkisini doğrudan olarak o kişiden alamamış olabilirsiniz ama illaki bu etkinizin bir gün size döneceğine inanıyorum; hatta biliyorum, belki biz gözden kaçırırız ama fizik yanılmaz dostlarım. Fizik yanılsa da onca yılın tecrübesinin imbiğinden geçmiş atasözlerimiz yanılmaz. Ne demiş atalarımız? “ İyilik yap, denize at, balık bilmezse Halik bilir.” Halik (yaratıcı) bilir demişler ama biz kendi özfarkındalığımıza varabildikten sonra yaratılan neden bilemesin ki? Hem zaten birine iyilik yaparken -en azından ben- bunu karşıdakine olduğu kadar belki daha da fazla kendime de yapıyorum, kendim hakkımdaki düşüncemle barışıyorum; oyama geri dönüp baktığımda gülümsemek adına yeni güzellikler ekleyerek yaşama sanatını kavramaya bir adım daha yaklaşıyorum…

“Seri Katiller” Serisi, Bölüm 2: Seri Katilleri Nasıl Tanıyabiliriz?



Geçen bölümde ABD cezaevlerinde yatmakta olan seri katillerle olan mülakatlara dayanarak seri katil tipolojilerinin bir kaçına baktık. Şimdi ikinci bölümle devam edelim.

4. Şehvet delisi seri katiller:
Bu katiller yaptıkları işten zevk alırlar ve bu yüzden öldürürler. Öldürmek onlara erotik bir deneyim gibi görünür. Hayalci seri katillerin aksine yaptıkları işlem daha uzun olur. Oldukça korkunç yöntemlerle işi uzatan bu tip seri katillerin suçları süreç merkezli olarak tanımlanır. Başka diğer tip şehvet düşkünü seri katiller cinsel tatmin olmayabilir. Şahsi menfaat için cinayet işlerler. Profesyonel suikastçılar gibi yaptıkları işten kazanç sağlarlar. Bir kısmı mal, para uğruna diğer kısmı da kurbanla yakın ilişki içinde bulunarak yapar cinayetini.

5. Hükmedici seri katiller:
Kurbanlarının üstünde elde ettikleri kontrol ve hükmetme hissinden cinsel tatmin duyarlar. Ancak onları şehvet delisi seri katillerden ayıran özellik hastalıktan acı çekmemeleridir. Çünkü bu tip seri katiller psikolojik olarak gerçeklere bağlıdırlar. Lakin yine de bu hareketleri psikopatlıktan kaynaklanır. Bu tipler sosyal kurallar ve kültürel değerlerden uzak olup ahlâkî kânunları yok sayarlar. Çünkü gerçek bir psikopat kendi kurallarını yaşar. Birçok seri katil gibi bu katiller de kurbanlarını boğarak, elle öldürme şeklinde işlemektedir.

SERİ KATİLLERİN ORTAK ÖZELLİKLERİ:

İlk başta seri katillerin ortak özellikleri ile seri cinayetlerin sebepleri arasındaki farkı unutmamak gerekir. Çünkü seri katil özelliği bir insana ait özellikler, bir cinayet; sebepleri ise, nasıl işleyişidir. FBI verilerine göre çoğu seri katil beyaz erkek, 25-35 yaş arası, karizmatik  özellikle polislerle içli dışlı veya polisiye olaylarına ilgisi olan kişilerdir.

Adın Eylül

Acemi bir gülüş var dudağında;
Taşıyamadığı.
Gurbete çıkan yol,
Ansızın uçuşan kumrular,
Griye çalan gökyüzü ve yağmur…

Adın Eylül senin
Koca bir mevsim kabuk bağlayan,
Kanayan yeri geldikçe.
Hırpalayan, hırpalanan.

Adın Eylül senin
Sıralanmış sözler, şiirler sanma bir tek sana.
Sorsan hep yabancı,
Unutulmuş bir kaldırım taşında.

Adın Eylül senin
Aşkmış meşkmiş palavra.
Yüreğim bir tek sevdaya yanınca
Gör bak! O vakit uçuşur kelebekler ruhumda.

Adın Eylül senin
Dün, kaldı bahçedeki badem ağacın altında.
Sen dik toprağa, yeni bir fidan daha.
Koyver gitsin ona dair ne varsa.

Adın Eylül senin
Dalga dalga savrulan hüzün rüzgarında
Bir dinginlik, demleme ruhumda.
Bir dokunuş, sol baş parmağıma.