28.7 C
İstanbul
Cuma, Ağustos 8, 2025

Kasımın Son Mısrası!

  • Ne olurdu sen olsaydın
  • Kurduğum düşler, hayallerde,
  • Seni görmek içimi ısıtır idi.
  • Seni sevmek, kokunu almak
  • Kokunda kalmak.
  • Dedim ya!
  • Kasımın son mısralarındayız.
  • Kimine aşk, kimine güleç,
  • Ve kimilerine hüzün katı.
  • Belki, belki yine kasımda bulursun
  • Kasımın son mısralarında.
  • Büyük umutlar da yok artık bayım
  • Büyük sevgiler de
  • Dünyayı yaşıyor olsakta.
  • Ölüm çok açık bir şey değil mi bayım?
  • Kasımın son satırına sığdırdım.
  • Yaşamadım yaşamak da istemiyorum.
  • Sadece mısralara sığdırmak ve yazmak istiyorum.

Mutluluk Hülyası

“Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.” Daha küçüklüğümüzden beri bu sözlerle, bu gayelerle başlamışız hayata: Mutlu olmak. Peki nedir ki bu mutluluk? Ya da gerçekten var mıdır? Bir insan hayat boyu mutlu olabilir mi? 

Mutluluk diye bir şey var mı emin değilim, hayatta hepimizin ona dokunur gibi olduğu anlar oluyor ama asla tutamıyoruz izin vermiyor buna mutluluk. Tutabildiğimiz de yalan. Onun peşinden koşarken kendimizi avutmak için uydurduğumuz bir palavra. Belki bu gayede koşmayı seviyoruzdur. Uğruna koşacak bir şeylerimiz olmasını umuyoruzdur. Mutluluğun kökünün de “(u)mut” tan geldiğini biliyor muydunuz? İronik benim burada değinmek istediğim kısımsa mutsuzluğun da kökünün umuttan geldiği. 

Efsaneye göre Prometheus, Zeus’tan ateşi çalıp insanlığa verir. Arkasından iş çevirildiğinden küplere binen Zeus, Prometheus’u Kafkas Dağlarına sürgün eder. Ama Zeus hırsını alamamıştır insanlıktan da intikamını almak istemektedir. Bu yüzden Tanrıçalar kadar güzel olan Pandora’yla beraber asla açmamasını tembih ederek dünyaya bir kutu gönderir. Fakat Pandora merakına yenik düşerek kutuyu açmasıyla savaşlar, hastalıklar, kıtlık, deprem, salgın ve bir sürü kötülük dünyaya saçılır. Pandora pişman olur ve kutuyu kapatır ancak orada son bir kötülük kalmıştır: Umut. Rivayete göre Zeus bunu bilerek yaptı, insanların işkence çekmesini ve yaşamaktan da vazgeçememeleri için kutuya umutu koydu.

Zeus’un ağında sudan uzakta kalmış balıklar gibi insanlar da bir gün aniden mutlu olacaklarına inanır; çırpınır, edinir, havadan nefes alabileceğini sanar lakin su çok geride kalmıştır. Bazılarımız üniversiteyi kazanınca mutlu olacağına, bazılarımız işinde istediği mevkiye ulaşınca mutlu olacağına, bazılarımız da bir ilişkisi olunca mutlu olacağına inanır.  Ahlakçı felsefeleri, dinleri alaya alırlar ama mutluluğa inanırlar. Mutluluk kavramı bir masaldan farklı mıdır ki? Kimi gördük mutluluk iksirini bulmuş? Bulanı bile duymadık. Mutluluk formalize edilemez ki..! Mutluluğu bu verecek diye medet umduğumuz bir sürü şey çıkagelmiştir şu ana kadar ama şimdiye dek mutluluğun hiç nesnelerde bulunduğunu duymadım…

Evet bir de bel bağladığımız nesneler var. Daha büyük bir ev, daha kaliteli daha üst model bir araba, daha üst bir mevki. Böyle maddi şeylere anlamlar yükleriz ve evet bunlar gerçekleşince birden hayatımızın değişeceğine inanırız. 

Lakin düşünceler değişmeden hayatımızda hiçbir şey değişmez. Yaşamımızı gemide bir yolculuğa benzetecek olursak dümende tabiki de beynimiz, düşüncelerimiz vardır (gerçekten umarım böyledir bu). Bize yol aldıran da yönümüzü değiştiren de olduğumuz yerde saydıran da korsanların istilasına izin veren de düşünce yapımızdır. Sizin görüşleriniz değişmediği sürece isterseniz dünyalar sizin olsun ne yazar?

Sadece maddide de kalmayalım, bir ilişkimiz olunca mutlu olacağımızı düşünür aşık olduğumuz kişiye bel bağlarız bir de, mutluluğu ona yükleriz. Ah, hangimiz düşmemiştir ki bu kuyuya? Daha  en başından düğmeyi yanlış iliklemişizdir, kendimizi tek başımıza mutluluğa layık görmemişizdir, “diğer yarımızı” bulunca gerçekleşeceğine inanmışızdır da bizler bir yarı değiliz ki. Hem böyle bir beklentiyi karşı tarafa yüklemek de onun açısından biraz ürkütücü olmaz mı? Eğer bu durum muhtaçlık hali aldıysa hele. Yanlış anlaşılmasın ben ilişkilere, sevgiye karşıt biri değilim bilakis seviyorum öyleyse varım diyebilirim karşı olduğum düşünce kendimize yeterli gelmememiz. Zaten karşı tarafa gerçekten ihtiyacınızın olduğu bir ilişki ne kadar samimi olabilir ki? 

Mutluluk dış etkenlere bağlı oluşabilir ancak dış etkenlere bağlı olarak sürdürülemez. Mutluluk insanın kendisinin gerçekleştirebileceği bir olgudur. Anlık hazlardan oluşmaz, mutluluk hayattaki nihai hedeftir. Mutluluk yolda olmaktır. Sınavdan yüksek not almak ya da bir hadise aldıktan sonraki kısa süreli anlar değildir; mutlulukta 2. kişiler veya nesneler yoktur. Başkasından hediye gelmez, zaten ana karnından beri bizdedir. Mutluluğu biz ekeriz, biz yeşertiriz ve biz sularız. İç enerjimizle güneş alır mutluluk çiçeğimiz. 

Bu kadar genel yargılarla yazdıktan sonra belirtmek isterim ki bunlar tamamen benim öznel mutluluk anlayışıma dayanıyor. Zaten mutluluğun insanın kendinde olduğunu kabul ettikten sonra mutluluktan bir nesnellik bekleyemem sanırım değil mi? Herkesin öznel mutluluk anlayışı vardır ve bence birini tanımak istiyorsanız o kişinin mutluluk tanımından yola çıkabilirsiniz. Tanımlarınız uyuşuyorsa da ne mutlu size. Siz ermişsiniz muradınıza biz çıkalım kerevetine…

Alternatif Müzikte Yükselen İsim: Batuhan Kordel ile Röportaj

Müzik dünyasına yaptığı birbirinden güzel coverlarla giriş yapan sevilen müzisyen Batuhan Kordel, çıkardığı “Dönme”, “Sıcak Şarap” ve en son şarkısı olan “Teşekkür” ile hayranlarının kalbinde tahta oturdu diyebiliriz. Özellikle sözü ve müziği kendine ait olan şarkılarda büyük beğeni toplayan genç müzisyenin başarısı da, doğrusu hatırı sayılır cinsten. Bizler de bu başarının sırrını merak ettik ve Batuhan Kordel ile güzel bir röportaj gerçekleştirdik. Keyifli okumalar!

1) Öncelikle merhaba. Şarkı söylemeye ilk başladığınızda işlerin buralara kadar geleceğini tahmin ediyor muydunuz, sizi başarıya götüren faktörleri nasıl sıralarsınız?

– Merhabalar. Şarkı söyleyebildiğimi 13 yaşındayken fark ettim. Ama o zamanlar çoğu erkek çocuğunun yaptığı gibi futbol oynuyordum. Spora daha yakındım. Sonra ufak bir basketbol geçmişim oldu. O da erken bitti çünkü dizimden bir sakatlık yaşadım. Bu sakatlık beni spordan kopardı. Ben de oturarak yapabileceğim bir hobi olarak gitar çalmaya başladım. Gruplarda çaldıktan sonra sesimi tekrar keşfettim ve lise 2-3 gibi, ufak sahnelere çıkınca ileride müzik yapacağımı aileme söyledim. İleride müzikle ilgileneceğimi liseden beri biliyordum ama bu kadar olacağını hiç tahmin etmemiştim.

2) Profesyonel anlamda müzik kariyeriniz nasıl başladı, mühendislikten müzik sektörüne girme kararını nasıl verdiniz?

– Dediğim gibi, müzik sektörüne geçme kararını mühendislikten önce almıştım zaten. Sadece diploma için okudum. Müzik yapabilmek için okulu en hızlı şekilde bitirdim. Profesyonel anlamda müzik benim için “Dönme” şarkısını
yayınladığım gündü sanırım.

3) Müzik sektörüne ilk adım attığınızda kimler vardı yanınızda, bu noktada destek aldığınız ünlü isimler oldu mu?

– Cover yaptığım dönemlerde ufak bir kitlem vardı zaten. Onlar beni hiç bırakmadan hep yanımda oldular. Bu süreçte sadece ailemden ve arkadaşlarımdan destek aldım.

4) Geçmişte yapılan müzik ile şu an yapılan müzik arasında nasıl bir fark buluyorsunuz? Bir Y kuşağı bireyi olarak sizden önceki jenerasyon ile şu anki
jenerasyonun müzik tarzı ve seçimleri arasındaki farkı nasıl değerlendiriyorsunuz?

– Türk Sanat Müziği ve Anadolu Rock çok sevdiğim iki türdür. Eskiden müzik daha sert, mesajlı ve duygusalmış. Şu anda her şey bir bilgisayar ile yapılabiliyor ve direkt piyasaya sürülebiliyor. Yeni nesil biraz şansa bırakıyor müziği. Tutarsa tutar, tutmazsa yenisini yaparız gibi. Eskiden neredeyse bir iki şansı varmış insanların. Ve bu şansı değerlendirmek için ellerinden geleni yapmışlar.

5) Sıcak Şarap isimli şarkınız ve akabinde Can Ozan’dan seslendirdiğiniz “Sar Bu Şehri” coverınız özellikle sosyal medya platformlarında büyük bir beğeni ve izlenme sayısına ulaştı. Bu başarının sırrını neye bağlıyorsunuz?

– Şans ve farklılık sanırım. Öyle çok özel bir sesim yok ama kendi tarzımın olduğunu düşünüyorum. Biraz da sosyal medyanın yardımıyla beklemediğim dinlenmelere ulaştım. Dinleyen herkese de teşekkürlerimi iletiyorum.

6) Yakın zamanda gerçekleştirmeyi düşündüğünüz bir albüm hazırlığı var mı, sizi yeni parçalarla ne zaman görürüz?

– Şu anda “Teşekkür” hariç 4 şarkı için hazırlık yapıyoruz. Tam tarih belli olmadığı için bir gün vermek istemiyorum ama yakında diyebiliriz.

7) Yaptığınız müzik tarz olarak daha çok alternatif müzik kategorisine giriyor. Bu kulvarda müzik yapan diğer müzisyenlerden sizi ayıran noktalar ve farklar nelerdir?

– Ben müzikte kendimi yalnız hissediyorum. Çevremde de müzisyen çok yok diyebiliriz. Bir grubum olmadığından dolayı da her işi ben yapıyormuşum gibi oluyor. Diğer müzisyenler bir çevre oluşturarak birbirlerinin elinden tutmaya
çalışıyor. Bende öyle bir özellik yok sanırım.

8) Bir gün her şey bitecek. Bambaşka müzisyenler, bambaşka tarzlar ortaya çıkacak. Kaybolmamak için bu noktada kalıcılık faktörünü nasıl değerlendiriyorsunuz, ölümsüz olmayı başarmak ve eserlerinizin binler, milyonlar tarafından dinlenmesi için ne yapmanız gerektiği kanaatindesiniz?

– Sürekli üretmem gerekiyor. Bu yorucu ve korkutucu bir durum. Daha, piyasada kalıcı olacak eserimin olduğunu da düşünmüyorum. Her an her şey olabiliyor.

9) Bu sektörü ve müziği nasıl tanımlıyorsunuz, bu işin beraberinde getirdiği güzellikler kadar zorlukları da olduğu aşikâr. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz ve en önemlisi bu işin hayalini kuranlara mesajınız nedir?

– Sektör zorlu. Tıpkı Youtube’da olduğu gibi herkes ekmeğinin peşinde. Bugün size işi düşen biri yarın sizin telefonlarınızı açmayabilir. Mekanlar haftalarca beklediğiniz konseri son gün iptal edebilir. Siz bir noktada bulunuyorsanız bilin ki arkanızda sizin yerinizi kapmak isteyen binlerce müzisyen var. Belli bir noktaya ulaşana kadar müzik sektörü bir yarış. Kısacası verebileceğim iki tavsiye; sürekli üretmek ve bağımsız olmak.

10) Yerli-yabancı en sevdiğiniz müzisyenler kimlerdir. Bizler için bu benim ilk onlum
diyebileceğiniz isimler var mı, varsa kimler?

– Yerli olarak Erkin Koray, Zeki Müren, Müslüm Gürses ve Harun Tekin diyebilirim. Yabancı olarak da Eddie Vedder, Damien Rice, Evgeny Grinko, John Mayer ve Ed Sheeran.

11) Kendi şarkılarınızı defalarca kez dinlediğiniz oldu mu?

– Kendi şarkılarımı dinleyemiyorum. Sadece kayıtlardan sonra kontrol amaçlı dinliyorum. İki-üç kere kontrol etmek bile çok zor benim için.

12) Müzik dışında ilgilendiğiniz başka bir sanat dalı var mı?

– Çocukken çizime meraklıydım. Sürekli bir şeyler çizerdim. Hatta ortaokulda bir karikatür yarışmasında dereceye girmiştim. Ama müzik daha ağır bastı. Şu anda tek ilgim müzik.

13) Batuhan Kordel’in bu benim uğurlu sayım, bu benim uğurlu eşyam dediği bir şey var mı? Varsa nedir?

– Bu tarz şeylere biraz uzağım ama en sevdiğim sayı 9. Pek bir şans getirmedi ama severim yani.

14) Paralel evrendeki Batuhan Kordel sizce şu an ne yapıyordur, hangi alana eğilmiştir?

– Sanırım mühendislik yapıyordur. Kolay gelsin. 🙂

15) Müzik dışında ülkemiz ve dünya ile ilgili yakındığınız ne gibi durumlar var?

– Ülkemiz için ekonomi ve eğitim. Dünya için hayvan katliamları.

16) Bu keyifli röportaj için çok teşekkür ediyoruz. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

– Ben teşekkür ederim. Dinleyenlerime ufak bir şey söylemek istiyorum. Beklemede kalın. Yeni projeler yolda. 🙂

Kitle İletişiminde Çözümleme Yöntemleri

Bilinçaltı
İnsan beyni günde yaklaşık iki bin uyarıcı ile karşı karşıyadır. Dışarıdan gelen uyarıcıların kabulü algıyı gerçekleştirir. Ancak bu uyarıcıların sadece çok az bir bölümü beyin tarafından bilinçli olarak algılanır, gerisi bilinçaltı belleğe saklanır. Bilinçaltına yerleşen bilgiler değiştirilemez, bilinçaltı bellek insan davranışlarını ve kararlarını etkiler. Jung, zihnin üç seviyede oluştuğunu söyler. Bunlar, bilinç, kişisel bilinçaltı ve kollektif bilinçaltıdır. Bilincin merkezinde ego vardır. Bilinç, bilinçaltının yanında ikincil öneme sahiptir. Bilincin görünen yanından çok, gizli kalmış görünmeyen yanlarına dikkat çeker. Kişisel bilinçaltı, anılardan, arzulardan, dürtülerden, silik algılardan ve unutulmuş deneyimlerden oluşur. Kişisel bilinçaltındaki deneyimler, gruplaşarak, kompleksleri oluştururlar. Kompleksler, zihin, güç ve aşağılık duygusu gibi düşüncelerle meşgul olmasıyla tanımlanan ortak ana konularla, duygu, anı ve isteklerin kalıplarıdır. Kolektif bilinçaltının içeriğini arketipler olarak adlandıran Jung, en temel arketiplerden olan “persona”yı insanın kendini korumak için büründüğü kişilik olarak tanımlar. İnsanlar akıllarından geçen her şeyin çok azının bile bilincinde değildirler. Freud’un buzdağı örneğinde olduğu gibi bilinç, sadece suyun üzerinde kalan, yani farkında olunan küçük bir kısımdır. Bilinç, algıları ve anıları kapsar, kişinin kontrolü altındadır. Bilinçaltı ise, tüm deneyimleri ve baskılanan düşünceleri depolar. Farkındalık dışı olan, ulaşılamayan gereksinimler ve istekler bilinçaltının hükmündedir. İnsanlar herhangi bir eşyaya sahip olmak için gereksinmeleri doğrultusunda ve bilinçsiz olarak yani bilinçaltının güdümünde çaba gösterirler. Bunun daha ileri safhası çift kişilik geliştirmektir. Kişilikler birbirinin farkında değildir ve genellikle zıt özelliklere sahiptir. Temel kişilik kibar, sakin, temkinli, olgun, toplumla uyumlu iken ikinci kişilik, kaba, sürekli etkin, aşırı hareketli ve uçarı bir özellik gösterir.


İd, Ego, Süper Ego
Freud’un oluşturduğu ‘Yapısal Kişilik Kuramı’na göre kişiliği belirleyen üç sistem vardır; ilkel ben (id), ben (ego) ve üst ben (süperego). Davranış, bu üç sistem arasındaki hiyerarşik etkileşimin ürünüdür. İlkel ben (id), kalıtsal olarak gelen, içgüdüleri de içeren ve doğuştan var olan psikolojik gizilgüçlerin tümüdür. Bu sistem cinselliğin egemen olduğu kısımdır. Ayrıca diğer iki sistemin çalışması için gerekli olan gücü de sağlar. Ben (ego), bireyin çevresiyle olan ilişkilerinde sahip olduğu işlevleri kapsar. Tutku, şehvet ve arzuları içeren cinsiyete ilişkin duyguların kaynadığı ilkel benlik, toplumsal ve uygar yaşamdaki gereksinmeler doğrultusunda kontrol edilmeli ve cinsiyete ilişkin olarak istenilecek her şeye günlük yaşamda izin vermemelidir. İşte ben, ilkel benlikten gelen önerileri çevreden kaynaklanan öğretilerle yeniden düzenleyen ve onları yaşanılan çevrenin kabul edebileceği biçime sokan sistemdir. Özellikle cinsellikle ilgili gereksinimlerin açığa çıkmasını engeller, bazılarını ise erteler; denetleyici bir işlevi vardır. Bu gereksinmeler karşılanamadığı zaman ise kişiye ruhsal acılar verir, davranış bozukluklarına yol açar. Üst ben (süperego) ise ahlâksal değerleri, vicdan gibi soyut ve erdemli kavramları içeren emirleri yönetir. Kişiye karanlıkta dahi esnerken eliyle ağzını kapattıran, görgü kurallarını temel alan ve başkaları tarafından onaylanmaya ilişkin tavırlar takındıran bu bölümdür. Dürüstlük eylem ve arzularını onama ya da onamama, eleştirel kişisel gözlemleme, kendini cezalandırma, yanlışların onarılması ve pişmanlık duyma gereksinmesi, erdemli ya da dürüst düşünce ve eylemlerden ötürü kendini övme ve sevme şeklinde işlevleri vardır.


Cinsellik
Freud’a göre kişiliğin temelinde yatan en önemli dürtü cinselliktir. İnsan davranışlarının temelinde gizli kalmış yanlar bulunmaktadır ve bu yanlar çoğu kez o insanca bile tanımlanamamaktadır. Cinsellik bilinçaltından yönetilir; insanın bu gizemli yanına ulaşıldığında yalnız özel sorunların değil, bütün davranışların kökeninde cinselliğin yattığının görüleceğini öne sürer. Özellikle bastırılmış, unutulmaya çalışılan olaylar, duygular ve anılar, içgüdülerle yüklü bir biçimde kişiliğin çıkış noktasını oluşturur. Jung’a göre cinsellik, insan motivasyonunda küçük bir role sahiptir. Freud ise libidoyu kafamızın içindekileri yansıtan cinsel içgüdü kuvveti şeklinde tanımlamış, daha sonra bu kavramın anlamını tüm yaşam içgüdülerinin enerjisini kapsayıcı boyutta genişletmiştir. Libido değişik şekillerdeki şehvet ya da tensel hoşnutluklar ve elde edebilecek hazza işaret eder ancak Freud tüm zevk veren eylemleri de kast etmiş ve yaşamın en büyük hedefinin acıları engelleyerek zevk almak olduğunu belirtmiştir.
Tüm yaşamsal enerjinin ana dürtüsü olarak cinselliği gösteren Freud bile 40’lı yaşlarında cinselliği reddetmiştir. Denilebilir ki insanlar, özel yaşama yönelik olan konularda herkesin uluorta yargılarda bulunmasına direnç gösterir çünkü toplumda erkek ve kadına öğretilen kurallar vardır. Bu gibi konular baskı altına alınır, cinsellik bilinçaltına itilir, dışlanır, reddedilir. Oysa, düşünceler ve içgüdüler kişinin cinsiyetini ve kısmen davranışlarını açıklayacaktır.


Semboller
Adler, Freud’dan farklı olarak kişiliğin çevre unsurlarına karşı bireyin doğrudan doğruya kendisinin geliştirmiş olduğu bir bileşim olduğunu savunur. Kişilik, bireyin çevresindeki olaylarda değil, algılanan bütün uyarıcıların bireyin öznel değer yargıları, ilgi alanları, duyguları ve düşünceleri yardımı ile çözümlenmesinin bir sonucudur. Bireyin uyarıcıları güncel yorumlama biçimine ilişkin davranışları, onun kişiliğine ilişkin göstergelerdir. Birey çevresindeki uyarıcıları algılayıp duruma hâkimiyetini korumak için kimi zaman gerçek nesnenin yerine, baş edebileceği bir nesne koyar.
“Bir dürtü nesnesinin yerine, ona az çok benzeyen, bir başka dürtü nesnesini” koymak sembolleştirme olarak tanımlanır. Ulaşılması çok güç ya da olanaksız görülen bir amacın yerine başka bir amaç konması da asıl amacı simgelemektedir. Semboller gizlenmiş ya da kesin olmayan şeylerin yerine geçen şeylerdir. Sembol düşünce, istek, arzu gibi birçok yerleşik kavramların yerine geçebilir. Erkek ve kadın kahramanlar genellikle semboliktir ve sembolik olarak onların yerine geçen terimlerle yorumlanmış olabilir. Onlarla ilgili olarak kullanılan sembollerin çoğu, ilişkilerini yansıtan bilinçaltı ögelerden oluşur. Semboller, bilinçaltındaki duyguların ve inançların açılmaz kapılarının aralanmasında yardımcı olur ve bunu sağlayan birer anahtardırlar. Bu kurama göre, bilinçaltındaki cinsel ve saldırgan istekler sembolizm yoluyla maskelenir ki bu da üst benden kaynaklanan suçluluk duygusundan kaçmayı sağlar. Özellikle düşlerin içerikleri, gizli ve sembolik anlamlara işaret eder. Gizil içerikteki yasak istekler, açık içerikte bir sembolle açıklanmaktadır. Sembollerin pek çoğu sadece düş sahibinin yaşantısıyla ilgilidir, diğerleri ise tüm insanlarda ortaktır ve daima aynı anlamdadır. Freud’a göre bahçeler, balkonlar veya kapılar gibi genel semboller kadın bedenini, düzgün yüzeyli ev erkek bedenini, yıkanmak doğumu, bir yolculuğa başlamak ölümü, uçmak takdir edilme isteğini vb. temsil eder. Tüm düşler duygusal çatışmalardan kaynaklanmayabilir, uyunan fiziksel ortam da düşleri etkileyebilir.


Düşler
Uykuda beliren imgelerin tümü düş olarak tanımlanır. Günlük uğraşılar, bilinçaltına itilmiş anılar, düşleri etkiler. Düş imgeleri semboliktir ve bilinçaltına götüren ipuçları içerir. Freud’a göre düşler, günlük yaşantıda doyurulamayan isteklerin kılık değiştirip bilincin kabul edebileceği bir biçime dönüşmelerinden ibarettir; özellikle cinsel kompleksleri bilince çıkarırken birtakım simgeler kullanırlar. Düşlerin yaşanmış gerçeklerden yansıdığı kesinlikle saptanmıştır, örneğin doğuştan kör olan bir insan düşünde hiçbir görsel imge görmez, doğuştan sağır olan biri ise düşünde hiçbir ses işitmez. İnsanın, günlük yaşamında dikkat etmediği ve yarım algıladığını sandığı duyumlar düşlerde tamamlanır. İnsanlar düşlerinde çok belirgin şeyleri görmeye kendi kendilerine izin vermezler. Görülenler, bir tür sansür mekanizmanın (üst ben) yasaklamış olduğu düşüncelerdir. Semboller, sansür sisteminin gizlenmiş olan yasaklanmış olan ögelerin de düşlerde gündeme gelmesine olanak tanır. Freud düşlerin, bastırılmış arzuların maske altından doyurulmasını temsil ettiğine ve bu nedenle düş öykülerinin göründüğünden çok daha anlamlı ve karmaşık olduğuna inanmıştır. Bu arzular ve istekler bilinç kontrolünün zayıflamış olduğu uyku durumunda ortaya çıkar. Düşlerin iki içerik düzeyi vardır; gizli içerik ve açık içerik. Gizli içerik, sembolik olarak ifade edilen bilinçaltı dürtü, istek ve korkulardan oluşur. Kişi dışlanma ve küçümsenme korkusuyla cinsel ve saldırgan güdüleri düşünde daha kabul edilebilir bir içeriğe dönüştürmektedir. Freud’la birlikte Erich Fromm’a göre de sembollerin çoğu cinseldir. Jung’a göre düşler ayrıca, bireyin sahip olduğu çelişkiler arasında bir denge kurarak ilişkilerini geliştirmesine katkı sağlar. Görülen düşler, aynı zamanda gören kişinin kişilik özelliklerini de yansıtır. Düşlerde isteklerin açılımı ve yorumlanışı görülür. Düşler, düş görenlerin yaşamı konusunda önemli ipuçları verebilir.

Saldırganlık ve Suçluluk
Saldırganlık, birine ya da bir şeye zarar veya acı vermek amacıyla yapılan davranıştır, öfke ve düşmanlık duygularıyla ilgilidir; tehdit, aşağılanma ve engellenme gibi durumlarda ortaya çıkar. Bir davranışın saldırgan olduğuna karar vermek niyete bakmakla mümkündür. Saldırgan davranışlar araç olarak ve düşmanca olmak üzere ikiye ayrılır. Araç olarak saldırganlıkta bir tehlike karşısında kendini koruma söz konusudur; düşmanca saldırganlıkta ise zarar vermek başlı başına amaçtır, duygusal olarak fazlaca uyarılma durumunda ortaya çıkar. Freud, saldırganlığın gerekli olduğunu aksi takdirde enerji birikiminin dışa boşalamayacağı ve ruhsal bir rahatsızlığa dönüşeceğini savunmuş, cinsellik gibi doğuştan getirilen kuvvetli bir eğilim olduğunu savunmuştur. Ne var ki sonraki araştırmalar, saldırganlığın öğrenme yoluyla pekiştirildiğini ortaya koymuştur. Bu iki eğilim toplum içinde uyumlu yaşamayı zorlaştırmaktadır. Birey, sosyalleşmede rolü olan anne-baba, öğretmen gibi kişilerce çocukluktan itibaren sürekli baskı altında tutulur ve cezalandırılır. Toplum tarafından hoş karşılanmayan saldırganlık da, cinsellik gibi üst benin baskısıyla bilinçaltına itilir.
Kişi, birine zarar verdiği zaman bilişsel bir tutarsızlık yaşar, çünkü bu durum iyi ve mantıklı bir insan olma fikriyle ters düşer. Bu durum suçluluk yaratır ve suçluluk duygusundan kurtulmak için saldırılan hedef kişinin bunu gerçekten hak ettiğine inanılır. Suçluluk duygusu, kişinin kendisini kınayan, suçlayan, eleştiren bir iç sestir. Suçluluk hisseden kişi kendisini değersizleştirir. Yaptığı yanlışı kendi çerçevesi içinde sınırlı tutmayarak özsaygısını sarsacak biçimde kendisini eleştirir ve kınar. Yapılan bir şeyin yanlış olduğuna nasıl karar verildiği önemlidir; yersiz yere kendini suçlamaya eğilimli olan kişiler katı bir üst benliğe sahip, aşırı vicdanlı kişilerdir, kimseye öfkelenmemeleri ve kimseyi kırmamaları gerektiğini düşünürler. Bu kişiler en ufak öfke hissettiklerinde bunu gizleyerek hemen suçluluk hissetmeye başlarlar. Özellikle kimseyi kırmaması gerektiğini düşünenler, karşıdakinin kırıldığını düşündükleri anda suçluluk hissetmeye başlarlar. Freud’a göre genel anlamda uygarlığın bedeli insan için çok büyüktür; insan çok fazla şeyden, özellikle cinsiyetinden vazgeçmeye zorlanmaktadır ve özünden uzaklaştığından ötürü suçluluk duyar. Bu noktada mizah devreye girer, suçluluk duygularını gizlemek ve onlardan kaçınmak için belli saldırganlık biçimlerinden keyif almak öğrenilir. Örneğin; spor müsabakaları, gladyatör gösterileri, insanlığın saldırganlığı eğlenceye çevirdiği alanlardır.

Savunma Mekanizmaları
Savunma mekanizmaları, ego tarafından içgüdülerin kontrol edilmesi ve endişelerin savuşturulması yönünde kullanılmış çeşitli yöntemlerdir. Farkında olmadan, bilinçsiz olarak kaygıdan kurtulma çabasına verilen isimdir. Belirli ortamlar bireyde kaygıya yol açtığında, birey bilmeden savunma mekanizmalarını kullanmaya başlar.


Kararsızlık
Aynı nesne ya da insana karşı sevgi ve nefretin ya da çekiciliğin kapılma veya itmenin aynı anda hissedilişidir. Bazen çelişkili istekleri doyurmak isteyen insanlarda bu duygular, çabuk bir biçimde ardı ardına değişiklik gösterir.


Yalanlama ya da İnkâr
Birey, daha önce yapmış olduğu bir davranışı tamamen reddederek bu yaptığı kötü bir davranıştan doğacak kaygıyı önlemeye çalışabilir. Travmatik bir durum karşısında ne düşündüğünü, ne duyumsadığını ve ne algıladığını çarpıtarak kendisini korumak ister. Bilinçaltındaki cinsel ve sinirsel dürtülere bağlı olduğu için kişiyi rahatsız eden konuları reddedişi ifade eder. Endişe yaratan bir şeyin gerçekliğinin kabulünü bilince gitmesini önleyerek reddetmek ya da bir düş ürününe kişinin kendini kaptırmasıdır.


Düşkünlük
Genellikle sarsıcı bir deneyimin sonucunda, bir şeye gösterilen kişiye tedirginlik veren tavır ya da bağlılıktır. İd’in haz arayan enerjisi yüzünden ortaya çıkan bir nesneye ya da bireye karşı ısrarcı odaklanmaya işaret eder. Psikoseksüel düzeyde bir meselenin ya da çatışmanın çözülememesi durumunda ortaya çıkar ve bireyi bu düzeye odaklanmış halde bırakır, diğer bir düzeye geçişi imkânsız kılar. Çocukluktaki oral dönemde yetersiz tatmin, alkol, sigara, aşırı yeme, tırnak yeme gibi düşkünlüklere dönüşebilir.


Özdeşleştirme
Davranış veya düşünce yapısı olarak bir şey ya da bir kimse ‘gibi’ olma isteğidir. Kendilik değerini üst düzeyde tutarak bireyi kaybetme ve yetersizlik duygularından korur. Kişi, yetersizlik ve aşağılık duygularının etkisiyle, başarılı kişi, kurum veya gruplar ile özdeşim kurarak değerli algılanma çabası içine girer. Kendinde bulunan özellikleri özenilir değildir, kendisi olmaktan çıkıp, istediği özelliklere sahip başka biriymiş gibi davranmaya başlar.


Yansıtma
Kişinin kendi içindeki olumsuz ve düşmanca duyguları, bunu bir başkasına yükleyerek reddetmesi durumudur. Böylece, birisinden nefret eden kişi, bu nefretini başkasına yansıtarak kendini kandırır. Bireyin kendisinde bulunan kusurları başkalarında görme davranışıdır. Kendisinde bulunan olumsuz yönleri zorunlu ve gerekli imiş gibi gösterir ya da bunları başkasında görür.


Tepki
Bir çift kararsız tutum, sorunları da beraberinde getirir. Biri diğerini bastırarak ve onu bilinçaltına iter. Örneğin, bir kişi sevgi ve nefret arasında kararsız duygulara sahip olabilir. Eğer, nefret bilinçaltına saklanmışsa ve sevginin boyunduruğu altında bastırılmışsa nefretin yerini sevgi alır ve kişi tepki geliştirmiş olur. Gerçekte hissedilen duyguların tam aksi yapıldığı zaman kendini göstermiş olur. Gerçek duyguları göstermenin uygun kaçmayacağına inanılan durumda gerçek duruma tamamen zıt, ancak o ortamda kabul edilebilecek duyguyu yansıtmaktır. Olayların asıl sorumlusu başkalarıdır, kendisindeki kabul edilemez şehvet arzuları, saldırgan tavırlar, bencillik vb. karşı tarafın özellikleri olarak açıklanır.


Engelleme ve Hayal Kurma
Bilinçaltındaki içgüdüsel isteklerin anıların ve tutkuların bilince varması engellenir. Bu, temel savunma mekanizmalarından biridir. İnsan kendisine yakıştıramadıklarını, bilincinden kovar ve unutmaya çalışır. Olumsuz duygulardan kurtulmak için kendisini daha güzel, beğenilir, takdir edilir birisi olarak hayal eder. Kişi kendisini olmak istediği yerde ve kişilerle, olmak istediği konumda görür.


Bastırma
Bazı düşünceler derin kaygılara neden olabilir. Böyle düşünceleri yok sayarak huzursuzluktan kaçma durumudur, aslında yok sayılan düşünce bilinçaltına itilmektedir. Freud’un ileri sürdüğü en önemli süreçlerden biri olan bu savunma mekanizması birçok benlik savunmalarının özünü oluşturur. Yaşamın ilk beş altı yılında acı veren yaşantıların birçoğunun, bilinçaltına gömüldüğü ve daha sonraki yıllarda bu üzeri örtülen acı verici olayların bireylerin davranışlarını etkilediğine inanılmaktadır.


Mantıksallaştırma
Bilinçaltından kaynaklanan davranışlara, mantıklı ve akılcı nedenler ve mazeretler önermektir. Bireyin yapmış olduğu belirli bir davranışı hafifletici mazeretler bulmasıdır, böylece davranışını olduğundan daha az yanlış veya haklı gösterme çabasına girer. Aşırı ego dürtülerinin güdümüyle belirli davranışların haklı gösterilmesi ve düş kırıklıklarını bertaraf etmesi umulmaktadır.


Gerileme
Sıkıntı ve endişe verici durumlarda yaşam gelişiminin daha önceki basamaklarına geri dönüşü anlatır. Bireyler güvende olacakları inancıyla gelişimin daha önceki evrelerinde yaptıkları davranışlara dönebilirler. Ciddi stres veya aşırı güçlüklü karşılaşan bireyler, çocukça ve uygun olmayan davranışlar içine girerek kaygılarının üstesinden gelmeye çalışabilirler.

Fiziki Haritam


Çıplak ayaklı haritalar
Arsız ve zamansız
Gidişlerin himayesinde,
Ayın son yırtmacında
Düşüyor, soyut uçurumlar
Ruhumun ıslak avaresinde.
Sadist parmaklar dün
Yola düştü.
Ardı artsız gözyaşı aksanı,
Gözlerim kızgın,
Gecelerin kuşatmalarını taşıyor
Alnımın ortasına iliştirdiğim
Küçük kara balıklar ölmek üzere.
Akıl kıvrımlarım
Amansız kavga hali,
Bağışlayın, ağıt bitmek üzere!

Söyle

Biçare kalmak nasıl bir his sizce
Bakar göğe insan puslu puslu hissizce
Gök müdür sin midir bu içimi dağlayan
İn midir cin midir
Bu sokaklar neden çıkmaz denize
Bu yeryüzü kimindir söyle
Söyle gökte neden var yıldızlar
Neden aydınlık bu denli uzak
Ve neden güneş çıplak
söyle

Bodrum katı mıdır dar olan
Çatı katı mı
İnsanların kalpleri katı katı mı
İçim mi beni daraltan
Bu duvarlar mi içine içine daralan
Söyle duvarları yaratan
Neden bu duvarlar çeker beni içine
Neden daralır sığmaz içim içime..

Bu bir şiir mıdır yakarış mıdır
saçmalık mı
Bu yazdığım kalem kimindir
Benim mi onu yaratanın mı
Söylesene onu yaratan
Yazmak için mi bu kalem
Yaşamak için mi
Yahut beni yaşatmak için mi
Yıllar sonra bu şiirler mi yaşatır insanları
bu kalemler mi
Söylesene kağıtları yaratan
Sen misin bu şiirlerin sığınağı
yoksa sen misin onlara sığınan

Ağaç doruğunda bir kırık dal
Parça parça, kıymık kıymık yaralı
Yarasından bihaber mabet ağacı
Nasıl mabet bu söylesene onu yaratan
Nasıl nankör, nasıl kör
Olmuş dal ile aralı

Güneş çıplak dal yaralı
İyileşmiş dal, güneş onu saralı

Ah Azizim

Albenisine kandığım bu dünyada
Ne hep mutlu olmak nede üzülmemek
Ellerimizde değil. Ne kalışları, ne bitişleri, Ne bekliyişleri nede gidişler'e Engel olabiliyoruz. Ah azizim ; Şiir yürekli insanlar nerede tükendi. Bu haller yakışmıyor bize be azizim, Sarmalıyoruz bile artık O kadar ki birbirimizden uzaklaştık. Nerede kaybetti insanlar içlerindeki sevgiyi? Muhabbeti, iyiliği, güzelliği Velhasıl'ı kelam sevemiyoruz. Sevmeyi bilmiyoruz. Yorulduk galiba azizim. Ama ben yine de umut diyorum azizim; Umut güzel şey vesselam.

Sokaklarımın Sesi

Saatlerin buluşmadığı bir zamanda 
Duymuştum sesini
Yaz güneşi kadar sıcak
Ellerin kadar uzak

Ben şimdi bir şehir olsam yanı başında
Tüm imkanlarım senin olsa 
Toprağımda yetişen ağaç senin
Çiçek senin

Üzerime yağan yağmur senin

Ben bir şehir olsam yanı başında 
Sen en çok beni sevsen

Tek yapabildiğim cümleler sıralamak sana 
En sevdiğim kelimelerle
Nerden çıktın böyle birden 
Daha bir kalabalıklaştım seninle 

Ne bir adım geri gidiyor ayaklarım ne de ileri
Olduğum yerde kalakalmışım
Ne bir yere yetişebiliyorum ne de bir yerden gidebiliyorum

Senden önce bu kadar kalabalık değildim ben
Sessizdim 
Ayak seslerimi duyardım

Şimdi içimin insanları anlatıp duruyor seni 
Susmadan 
Bıkmadan

Bazense hayal ediyorum sadece

Söylesene hangi şiirin kaçıncı mısrasında bekleyeyim seni
Gelip günlük telaşlarını anlatman için

Bir şehir olsam 
Renklensem sana 
Issız her sokağımı bir sen bilsen
Darmadağınık hayallerimi tutsan
Bu karmakarışık yaşama bir yol bulsan

Ben yanı başında bir şehir olmasam
Sen yine de beni sevsen

İki Kitap Üzerine

Oz ya da Oz büyücüsü. Kitabın aslı 1900 yılında Lyman Frank Baum (1856-1919) tarafından kaleme alınıp, kendisine “Amerikan Masallarının Babası” unvanını kazandırmıştır. Yazar Oz hikayeleri hakkında 13 kitap daha yazmıştır. Bu kitap da 1939 yılında sinemada yayımlanmış olup o günden beri gerek tiyatroda gerekse beyaz perede de birçok yapıma ilham vermiştir. Amerikan edebiyatının ilk masalı olarak görülen eser, 1890’lı yılların Amerika’sındaki politik, ekonomik ve toplumsal durumu yansıtır niteliktedir. Kitabın içeriğiyse yazarın deyimiyle “Merak ve eğlencenin korunduğu, kederin ve kabusların dışında bırakıldığı modern bir masal,” şeklinde olup bir kasırgaya kapılan Dorothy ile köpeği Toto’nun Kansas’ın uçsuz bucaksız çayırlarından Oz Diyarı’na uzanan yolculuğunu ve bu serüvende edindikleri sıradışı dostları konu alır.

Şimdi geldik Adam Fawer tarafından 2016 yılında kaleme alınan Oz: Kansaslı Dorothy kitabına. Konuya girmeden önce konu içinde kullanacağım “şerh” kelimesini açıklayayım size. Şerh kelime olarak ;izah etmek, açıklamak, konuyu detaylandırmak anlamlarında kullanılan Arapça kökenli bir kelimedir. Terim olaraksa şerh, bir kitabın anlaşılmayan ya da kapalı kalan kısımlarını açıklamak için yazılmış eserlere verilen addır. Bu kelime genelde Arapça kitaplar için kullanılan bir isim olduğundan Türkçe’de fazla kullanılmaz. Konuya dönecek olursak, Adam Fawer’ın kaleme aldığı Oz kitabıyla Frank Baum’un ki arasında genel anlamda fark yoktur. Konuları, kahramanları, giriş-gelişme-sonuç açısından konularda aynıdır. Şu farkla ki Adam Fawer’ın yazmış olduğu eser diğerinin “Şerhi” niteliğindedir. Asıl kitap 130 sayfa civarındayken şerhi niteliğinde olan kitap 380 sayfadır. Adam Fawer eserinde eksik kalan yerleri, anlaşılmayan ve hızlı geçilen noktaları, kahramanların hikayelerini ve olayların yaşanış şekillerini kah detaylandırmış kah değiştirmiş olup esere çok farklı ve hoş bir hava katmıştır. Kullandığı üslup (eğer diğer kitapları olan Olasılıksız ve Empatiyi okuduysanız fark edeceksiniz ki) kendine ait olup yine de asıl eserden tam bağımsız değildir. Ayrıca o kadar iyi kurgulamış ki aslından daha iyi olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Eğer sizde okursanız aradaki farkları görmüş ve çok güzel iki hikaye kitabı okumuş olacaksınız. Şimdiden keyifli okumalar.

Kışkırtılmış Erkeklik Bastırılmış Kadınlık

Bir defa, kadına yönelik şiddet soyaçekim veya hastalık değildir. Ailede ve toplumda gözlem yoluyla öğrenilir. Amacı diğer kişi üzerinde güç kontrolü kurmak ve uygulamaktır. Korku ve sindirme yoluyla diğer kişinin denetimini ele geçirmesine olanak veriyor. Altında toplumsal olarak onaylanmış olan, erkeklerin ilişki yaşadıkları kadınları kontrol altında tutma ve bu kontrolü sağlamak için güç kullanma hakkına sahip olduğu inancı yatmaktadır. Birleşmiş Milletler kadına karşı şiddeti, erkekler ve kadınlar arasındaki eşit olmayan güç ilişkilerinin tarihsel bir göstergesi olarak tanımlıyor.

Alkol veya madde kullanımı, işsizlik, eğitimsizlik gibi aile içi şiddetin nedeni olarak ortaya atılan birçok durum sadece aile içi şiddetin bahanesidir. Kişinin kendi bilinçli seçimidir. Alkol ve madde kullanımı ile şiddet arasında dolaylı bir ilişki söz konusu. Kişi alkol veya madde kullandığı için şiddet uygulamaz, ama şiddet davranışını sergilemek için kendisine uygun bir ortam yaratır. Alkol ve madde kullanımının tedavi edilmesi, şiddet davranışının ortadan kalkacağını da garantilemez, kişi tedavi olsa bile şiddet uygulamaya devam edebilir.
Aile içinde yaşanan aile içinde kalır düşüncesi toplumumuzda çok hâkim olduğu için bu konuda net bir istatistik elde ettiğimiz söylenemez. Psikologların yaşadıkları deneyimlerden baktığınızda, şiddetin maddi durum, eğitim durumu, yaşanılan şehir veya semt ayrımı yapmadığını görüyoruz. Her an herkes aile içi şiddete maruz kalabilir, buna ben de dahilim.

Kadınlar yaşadıklarının şiddet olduğunu bilemeyebiliyor. Şiddeti sadece fiziksel şiddet olarak görebiliyor. Şiddet sosyal, ekonomik ve psikolojik de olabilir. Mesela kocasının çalışmasına izin vermemesi de şiddettir, zorla çalıştırması da. Aynı şekilde erkek de şiddeti farklı algılayabiliyor. Sabah programlarında görüyoruz. Sunucunun ‘Eşine şiddet uyguluyor musun’ sorusuna ‘Hayır, asla’ diyen erkek ‘Peki, tokat atıyor musun’ sorusuna ‘Evet arada oluyor’ diye cevap veriyor.

Şu çok önemli; şiddet uygulayan kişinin destek alması onun bir daha şiddet uygulamayacağı anlamına gelmiyor. Kişinin yaptığı davranışın yanlış olduğunun farkına varması, bu davranışı tekrarlamak istememesi, bunun için yardım almayı kabul etmesi, yardım alması ve öğrendiği yeni davranışları hayata geçirmesi gerekir. Bu uzun ve çaba gerektiren bir yol.

Aile içi şiddetin sonu yoktur. Aile birliğinin koruması adı altında bir söylem var. Aile birliğinin korunması çok başka bir şeydir. Ailenin desteklenmesi, güçlendirilmesi, sosyal refahının arttırılması ve oluşturulan aile merkezli politikalar elbette ki oldukça önemli ve değerlidir. Ancak söz konusu olan temel fonksiyonlarını yerine getiremeyen bir aile sistemi özellikle de aile içi şiddet ise ‘aile birliğinin korunması’ söylemi  çok tehlikeli bir söylemdir. Bu anlamda aile birliğinin korunmasının değil aile bireylerinin iyiliğinin ve sağlığının çok daha önemli olduğu unutulmamalıdır. Boşanma evlilik kadar eski bir durumdur. Elbette ki evlilikte yaşanan sorunların tek çözümü boşanma değildir ancak bazen aile bireyleri için en sağlıklı karar boşanma olabilir.

Aile içi şiddet gören kadın sizden benden daha güçlü olan kadındır, bunu asla unutmamak gerekir. Onca olumsuz olaydan sonra ayakta kalmak çok zordur. O yüzden kadınların sarıp sarmalanmaya, korunmaya değil ‘desteğe’ ihtiyacı vardır.

Sahipsiz Cinsiyet

Şimdi kahpe bedenler çivi ezer gibi toprakta geziyor.
Attığı adım, toprak ananın ağrına gidiyor.
Ey şerefli şahsiyetler nerdesiniz?
Yüreğim yanıyor da görmez misiniz?

Bin yıl kurak kalsa da bedenim zoruma gitmez ama akıttıkları kanı bu toprak da kabullenmez.

Ağalık mertebesiymiş ki bu bir müsveddenin öfkesi!
“Vurunca ses gelecekmiş!” Öyle diyor sözde ailenin reisi!
Adalet divanında da yok mudur bu serzenişin sesi?
Bir can daha gidiyor sanki ölümün silsilesi…

Yok mu hekimi? Yok mu hakimi ?
Kadın ölüyor illa mezarını mı süslemeli
Bak işte, bak işte yatıyor cansız bedeni
Bir toprak birde kürek böyle eşleşmemeli

Bir bebe ağlıyor.. Kıyamet habercisi !
Yoksa İsrafil Sur’a üfledi de, bu onun mu tetikçisi ?
O vakittir mahkeme-i kübra, hakkın tecellisi
Bir kadın ölüyor bir kadın, illa mezarını mı süslemeli.

Ben Kimim?

İçimin dehlizlerinde çıkan başkaldırışların susmak bilmeksizin tekrarladıkları o acı slogan. Değişen ses tonları, değişen imalı bakışlar, değişen gardiyanlar ve değişmeyen tek şey hücre hücre arayıp bulamadığım kimliğim… Sahiden; Ben kimim?

Tanımadığım şehirlerde dolaşıyorum. Kırılıp etrafını papatyalar saran kaldırım taşı aynı, her sabah 7’de bacası tütmeye başlayan evin aile saadetine(!) dayanamayıp içine çektiği sigarasıyla bulutlara meydan okuduğu saat aynı, 5 yıldır brandası açılmayan yan sokaktaki araba aynı… Ama tanıyamıyorum bu şehri, ya da unutuveriyorum dünkü benliğimi… Kahveyi şekersiz mi içerdim bilemiyorum. Parmaklıklar arasından yükselen “Şekerli!” “Şekersiz!” sesleri. Sustur emri veriyorum gardiyanlara ve yeni bir yola koyuluyorum bulmak için kendimi. Nerede kaybettiğimi hatırlamaya çalışırken o soru yankılanıyor beynimin çıkmazlarında… “Tanıyor musun aradığın kişiyi?” Kimi arıyorum sahi? Filanca şehirdeki Ahmet Dedeyi yahut falanca köydeki kara keçiyi?.. Tanımadığım birini aramaya koyulduğum yolda. Yankılanan o soru tüm şehri alıveriyor ayaklarımın altından. İçimin zindanlarında beraat sevinçleri. Gardiyanın gözlerindeki parıltı ve yan sokakta brandası açılan araba…

Çocuk işte. Saklambaç oynamak istemiş. Kuralları da değiştirmiş. Taştan ipuçları koymuş yoluma. Sobelenmek değil görülmek istemiş besbelli. Sakladığım yerde onu unuttuğum için sitemi… Sıkılmış  isyanlar çıkarayım demiş en iyisi. Gardiyanları tarafına çekmeyi de unutmamış. Elinde de şekersiz kahvesi…

Dön…

Saati bilmiyorum.
Öğlen gibi,
Gözlerimi açmaya korkuyorum
Öleceğim gibi.
Ciğerlerim büzülmüş, ağlıyorum.
Kalbimin sahibi,
Terk etmiş beni.
Belki istemeden
Belki bir sebepten.
Gözlerimi açmaya korkuyorum,
Öleceğim gibi.

Sen Nur Işığı,
Nefesimdin gittin.
Ciğerimi, bedenimi bak ne hale getirdin.
Bir evdi kalbim,
Depremi yaşadı, harabe şimdi.
Unutulmuş bir evin,
Unutulmuş odası şimdi.

Sen Nur Işığı,
Beni birden bire bir hiç ettin.

Nur Işığı’m,
Gözlerinden öptüm.
Dönmekten korkma,
Ev senin.

Hep seveceğim.

Öğretmen

Sen; ey mertliğin beden bulmuş hali Fırat
Ülkenin karanlık tarihini aydınlatacaktın
Kalleş coğrafyalarda kardeşlik naraları attıracaktın
Çaldılar hayallerini soğuk bıçak darbeleriyle
Sen Fırat Hocam;
Tarihi hayatıyla yaşatan adam
Adınla yaşayan bir tarihsin artık.

Peki sana ne demeli güzeller güzeli muallime Şenay Aybüke Yalçın
Yirmi iki yaşında Batman’ın gördüğü en narin çiçek
Sesinle utandırırdın cehaleti
Her sözcüğün ayrı bir müzikti küçük yüreklerde
Kurşun notalarıyla çınladı kulakların, hüzünlü bir şarkı oldun
Sen Aybüke Hocam dinlemekten usanmadığımız bir şarkısın artık.

Merhaba Necmetin Hocam
Hani babana defalarca şehit olacağım demiştin
Düşüncelerinle korkuttun cahil güruhu
Yolunu kestiler yaktılar aracını
Ölü bedeninden dahi korktular, Pülümür’e bıraktılar acını
Pülümür deresi temizliğinden utandı da saklayamadı seni
Şimdi sınıfının minik avuçlarında açılan bir duasın
Yarım kalan nişanınla Pülümür’ün en acı günüsün
Sen Necmettin Hocam yüreklerde bitmeyecek bir düğünsün…

NOT: İlim yolunda şehit düşmüş öğretmenlerimiz başta olmak üzere;
Bu yolda her türlü zorluğa katlanarak kutlu görevlerini yerine getiren bütün öğretmenlerin gününü kutlarım.

Ağıtların Son Nefesi

Her şey yıkılmış

Yerle bir olmuş, helak olmuş tüm şehir

Ben bir başıma kalmışım 

Kocaman bir yıkıntının ortasında

Arkadan bir Ermeni ezgisi geliyor 

Hiç bilmediğim dillerde yakılıyor ağıtlar,

Ölüleri, yaralıları kimseyi tanımıyorum

Onlar mı tanınmayacak haldeler ben mi yabancıyım,

Kestiremiyorum.

Eğreti duruyorum dünyada

Bir yerim yok, gideceğim kalacağım bir yer yok

Sonramı düşünecek halim olmadığı gibi

Evvele dair fikrim de yok.

Her yerle birlikte zihnimde tuz buz olmuş sanki

Ölenlerle ölüyüm, yaralılarla yaralı

Kimsesizlerin kendisiyim,

Ağıtların öznesi.

Dünya sallanıyor beşik gibi,

Durmuyor durdurulamıyor.

Yalvarıyor köylü kadınlar dünyaya 

‘’Bir saniye olsun dur yerinde, gömeyim çocuğumun bedenini’’

Dünya ona bile izin vermiyor, 

Ölüye ölü olma şansı dahi vermiyor dünya,

Yaşayana yaşamak şansı vermediği gibi.

Ermeni ezgisi bitti,

Kadınlar da yoruldu bağırmaktan.

Ölüler nerede bilmiyoruz, yaralılar ölmüştür belki.

Her şeyin gelip geçeceğine

Ve omzumuzda taşıyabileceğimiz kadarı olduğuna

Ve dualarımızın bir uzay boşluğunda kara deliğe gitmediğine

Ve dolunayların bölünebileceğine, yunusların yuva olabileceğine

Ve Allah’a

Dünyanın son olmadığına

Sonsuzluğa

Ve acizliğe

İnandığımız her şeye

İnandığımız için

Son veriyoruz ağıtlara ve ezgilere

Dünya sallanıyor, bitecek biliyoruz.

Ölüler mezarlara girecek, yaşayanlar yaşayacak bir gün.

İnanıyoruz.