23.7 C
İstanbul
Çarşamba, Ağustos 13, 2025

Ona İhtiyacımız Var – Ramazan

Söze başlamadan evvel bu yazıyı okuyan kardeşim, dostum, büyüğüm; ümmeti Muhammed’in ferdi, cennete talip, günahlara ahbap, acz içindeki Müslüman kişi;
Ramazan-ı Şerif’imiz mübarek olsun..
Uzak yolun yolcusu, bereketli misafiri layığıyla ağırlayabilmek, ev sahipliği yapabilmektir tek muradımız..
Rabbim bu güzel ayın feyzine nail eylesin ve bizleri affetsin..

Yaklaşık 5-6 yaşlarımıza dönüp baktığımızda yaklaşan bir ay için bir telaş, tatlı bir heyecan, bir sevinç hali görürüz büyüklerimizde. Recep ayı geldiğinde sevinir, Şaban’ı görünce mutlu olurlar ama Ramazan geldiğinde öyle bir şükür öyle bir kıvanç hali vardır ki 5-6 yaşlarında bir çocuğun kavrayışına sığmaz, mânâ çemberine koyamaz bir türlü bu durumu. Artık öyle Ramazan, öyle bekleyen mi kaldı demeyin hemen, bir sene evvel necip, halis Müslüman bir teyzem ‘Ramazan geldi Beytullah yapayalnız’ diye gözyaşlarına boğuldu gözlerimin önünde. Konudan uzaklaşmayalım. Biraz daha büyüdüğümüzde Ramazan’ın sevincini anlamlandırmaya çalışırız. Acaba bir hevesle kurulan kalabalık iftar sofraları mı, yoksa sonunda bütün akrabaları bir araya toplayan bayram sabahı mıdır bu sevincin esbabı diye düşünür dururuz. Çok sonraları anlarız ki bu ay emrettiği ve nehyettiği her meselesiyle bir şükür, hayatımızı şekillendirme ve imanımızın tahkiki iman mertebesine yükselişinde bir basamak mahiyetindedir. Bin aydan hayırlı oluşu, ibadetlerin sevaplarının kat be kat fazla yazılması da cabası.

Sonra anlamlandıramadığımız bir başka tanım. “Oruç tutarız çünkü nefsimizi terbiye eder oğlum/ kızım” der durdurdu anne babalarımız. Aç kalacağım ve nefsim terbiye olacak öyle mi? E nefs denen şey böylesine tehlikeliyken ve insanlar zayıflamak için bile türlü türlü diyetlere katlanırken, o zaman aç kalalım ve hallolsun bu iş. Ne diye uğraşıyoruz, günahlarla boğuşuyoruz ki? Bunu senelerce kavrayamadım. Aç kalmak nefsimi niye terbiye etsin, ki kısa süreli bir açlık. (Afrika kıtasına şöyle bir göz ucuyla bakınca, yahut çok uzaklara gerek yok camdan kafamızı çevirip sokakta yaşamakla imtihan olunan insanlara baksak da kâfi.) Hayır, mesele açlıktan ibaret ve fazilet de aç kalmakta gizli değil elbet. Meselenin özünü anladığımda, Ramazan’ın neden Kadir Gecesi gibi, Berat Kandili gibi bir gün ya da bir hafta olmadığını, neden 1 ay olduğunu da daha iyi kavradım.(elhamdülillah)

İnsanın en temel ihtiyaçlarından biridir uyku. Normal şartlarda bir insanı gecenin üçünde uyandırmaya kalkışsanız muvaffak olamadığınız gibi azar yahut dayak yeme ihtimaliniz de bulunur. Sonra yemek, yemeksiz hayat olur mu? O kadar ehemmiyetli bir konudur ki “Yaşamak için mi yiyorsun yemek için mi yaşıyorsun” gibi mizahi içerikler üretilmesine de sebebiyet vermiştir. Bir kişinin önünden yemek yerken tabağını alıverin bakalım neler olacak. Kan bile dökülür mazallah. Fakat işte bu ayda, bu bin aydan hayırlı ayda saat üçte gözlerini açar insan hiç tereddüt etmeden. Yemek yemeye koyulur ve imam mikrofonu açtığı an yemekler elden bırakılır. İşte bu lisan-ı hâl ile; Allah’ım gündüzün üstüne örttüğün gece de senindir, gecede bana dinlenmem için verdiğin uyku da senindir, midemi doldurup bana güç vermesi için bahşettiğin ekmek de, o ekmeğin içindeki buğday, o buğdayın yetiştiği toprak, o toprağı sulayan, elementlerle donatan yağmur da senindir demektir. Ve sen benim için uykundan kalk dediğin an, ve sen benim için yemeğini bırak dediğin an işte ben bunların hepsine razıyım demektir. Bu doymaz nefsime senin için dur diyorum, uykundan kalk, yemeği bırak diyorum demektir. Nefs 5 adım uzağımızdaki mutfağa gidip yemek yemeyerek değil işte bu şuuru idrak ederek ve idrakı daim hafızada tutarak terbiye olur. Yemeğe uzanmıyor oluşumuzun altında eğer “Allah’ım beni nimetlerle rızıklandıran sensin, sayısını bilmediğim hücreler içinde, adını bilmediğim emilim kanalları yaratıp, her birinden besinin ayrı nimetini, fayda sağlayacağı noktalardan vücuduma sirayet ettiren sensin, bu kendimi sahibi zannettiğim vücudun sahibi sensin, her gün üzerinde bir saniye tefekkür etmeden fütursuzca yediğim bu ekmeğin sahibi sensin, muhteşem bir döngü içinde sürekli yer ile gök arasında hareket halinde olan, vücudumdan biraz eksilse türlü hastalıklarla hemhal olacağım bu nimetler nimeti suyun sahibi sensin, ve senin adınla nimetine sarılır, senin adınla nimetinden vazgeçerim; şuuru yatmıyorsa geçmiş olsun aç kaldığımız günlere…

İşte bu şuur ve havsala açısından baktığımızda Ramazan’ın 30 gün olması daha da anlam kazanır. Bugün bilimsel araştırmalar ve çalışmalarla da desteklenmiştir ki bir alışkanlığın kazanılması için ortalama 20-40 gün arası bir zaman dilimi gereklidir. Yani Ramazan bize bir hayat tarzı sunar. Bir alışkanlık haline getir ve yaşamını düzenle ey aciz kul, bak sana fırsat der. Dünyanın binbir çeşit, lezzetli kabuklar içinde türlü zehirler bulunduran meyvelerle dolu günah sofrasında her daim oruçlu ol der. Öyle bir oruç halinde ol ki şeytan sana sekerat anında uzattığı suyla imanını elinden alamasın. Ve bayram sabahında Kevser Havzası’ndan aldığın bir yudum suyla da iftarını yap…

Nefs terbiyesi bu cihetten baktığımız takdirde tecelli edecektir. Ramazan bittikten üç veya dört ay sonrasında bir günaha karşı, masanın üstünde duran su bardağına takındığımız tutumu takınmıyorsak, yazık bize ve ne mutlu o nefse ki emeline ulaşmış. Dostun gamını çekeriz, o bile hoş gelir de düşmanın alaycı mutluluğuna dayanamayız. Ve dahi dayanmamalıyız da. Bu yüzden bu şuuru hayatımızın merkezine öyle yerleştirmeliyiz ki sarsılmasına dahi tahammül ve imkan olmasın. Ve Ramazan bittikten altı ay sonra bize uzatılan bir harama karşı elimizi uzattığımız an “Allah’ım beynimden giden hangi sinyallerle, kaç tane eklem yardımıyla, hangi kasların hangi hareketiyle, hangi organellerde üretilen enerjinin hangi kanallar aracılığıyla ilgili hücrelerime gidip, onları besleyerek diri kalmasını sağladığını ve bu hücrelerin bir araya gelmesiyle oluşan bu dokuları ve bu dokuların birbirine hangi iletim sistemleriyle bağlandığını dahi bilmediğim bu uzvum olan elimin de sahibi sensin, bu haram lokmanın da.” diyebilelim. Ve her şeyin sahibi olanın kudretini ve azametini görelim ki o el uzanmasın, o ayak günaha gitmesin.

Buraya kadar anlattıklarım bu yaşıma kadar anladıklarım, anlamaya çalıştıklarımdır. Bu yaşım dediğimi de 19 saymayasınız. İman gözlüğüne sarılıp körlükten kurtulma gayemde bahşedilen yolda henüz 1 yaşında bile sayılmam. Dolayısıyla hatamız, kusurumuz, eksiğimiz varsa affola henüz hamız, pişmeye yolumuz çoktur..

Buradan sonrasında biraz da ‘Ona İhtiyacımız Var‘ serisinin temel taşı, kitaplar kitabı, cevherler cevheri Kur’an-ı Azimüşşan’dan bahsedelim. Malumunuz bu ay Kur’an’ın nuzülünun şerefine bize bahşedilmiş bulunmakta. Bu ayın faziletinin, yukarıda izah etmeye çalıştığım şuurun gıdası yalnızca ve yalnızca bu kutlu sestir. Dolayısıyla nasıl ki o şuur olmadan oruç ibadeti faziletine ulaşamazsa, Kur’an olmadan da o şuura ulaşamayız. Gelin bu ay nihayetsiz dünyadan yüzümüzü bir çevirelim. Gelin bu ay “Bu nihayetsiz ve faydasız dünyanın sahibi sensin ve onun bana yararı yoktur, senin için senin adınla ~ Allah-u Ekber ~ ondan yüz çeviriyorum Allah’ım” diyelim. Gelin bu ay “Allah’ım bana görebilmem için göz bahşettin, onu öylesine mükemmel ve eksiksiz yarattın ki milyarlarca kilometre uzaklıktaki Ay’ı yanımdaymış gibi görebilirim, onu öyle güzel yarattın ki mevsim geçişinde yapraklarda aynı anda görülen sayısız renk ve tonunu birbirinden ayırt edebilirim, onu öylesine güzel yarattın ve tüylerle ona öyle bir siper ördün ki, güneşe bakabilir, tozdan korunabilirim, onun üzerinde esmaların öyle teşekkül ediyor öyle kudretli ki murad edersem senin tecellinle ilk emrini gerçekleştirip kainatı okuyabilir, kendimi okuyabilir ve seni daha iyi bulabilir, daha emin olabilirim. Fakat ben, bana bahşettiğin bu lütfun ihsanını bilemedim, sen affeyle ve beni Kur’an’a dost eyle. Ve bana ‘görmeyi’ ve ‘okumayı’ bahşeyle.” diyelim..

Bu günah sofrasına biçilen ömür çok kısa. Değmez nimet görünümlü zilletlerine el uzatmaya. Ki bize uzanmış dururken Kur’an’ın eli, ondan el çekip diğerlerine uzanmaya değmez. Burada ne kadar oruçlu kalırsak, orada o kadar iftar sofrasına nail olacağız. Gelin boşu boşuna aç kalmayalım, gelin aç kaldığımız yetmezmiş gibi orucumuzu içmekle susuzluğu gidermez kaynar su çağlayanlarında açmayalım.. Gelin bu Ramazan Kur’an’ı en sadık dostumuz bilelim. Ve bize bahşedeceği nimetleri seyredelim. Gelin bu şuuru şiarı edinelim ve bu şiar iman davasında bizi galip getirsin.. Galip olmak değildir muradımız yanlış anlaşılmasın, galip getirsinden kasıt safımız belli olsun diyedir. Hz.Ali(k.v.)’nin duasında dediği gibi “Allah’ım cehennemde olsam dahi beni sana secde eden kullarından eyle.” Görebiliyor muyuz muradın cennetle sınırlı olmadığını… Rabbim doğru safa çeksin bizleri ve muhafaza eylesin..

Sözü sonlandırırken eklemek istediğim şeyler vardır.
Allah’ım;
Yazmaya niyet ederek başlarım çünkü senin ve rızan için yaptığım ne varsa ibadetimdir ve yazdıklarım yalnızca ettiğim dualardır. Kula acz içinde ibadeti icra etmek ve dua etmek düşer. Kabulü senden, takdirine razı olup boyun eğmek bendendir..
Kardeşlerim, büyüklerim, dostlarım;
Sahur ve iftarlarda dualarınıza;
Yalnız kalan Beytullah’ı, öksüz kalan Mescid-i Aksa’yı, savaşın içinde kalan Müslümanlar’ı, savunmasız mazluma eziyeti güç sanan fakat hakikat mahkemesinde en elim cezalara düçar olacak olan korkak Çin’lilerin baskısı altında zulme uğrayan Doğu Türkistan’ı, fotoğrafını görsek korkacağımız, dağ başlarında küçücük karakollarda, vatanın, al sancağın müdafaası için göğsünü siper eden kahraman asker ve polislerimizi, bu salgın illeti yüzünden hastane köşelerinde şifa bekleyen hastaları ve onlar için canla başla çalışan sağlık çalışanlarımızı, ümmeti Muhammed’i ve bu aciz kardeşinizi eklemeyi unutmayın olur mu?..

Rabbim Ramazan’ı layığıyla yaşamayı hepimize nasip eylesin, bizi afv-ı ilahisine, fevz-i ilahisine nail eylesin…

İsmail Hoca’mıza bir fatiha okumadan geçmeyelim..

Başucu niteliğinde bir kitap: Bilinçli Genç Olmak / Var Mı Beni Anlamak İsteyen diyen gençler, ebeveynler ve eğitimciler için

Kitap İncelemesi: “Var Mı Beni Anlamak İsteyen” – Prof. Dr. Nevzat Tarhan

“Dünya değişiyor.
Diğer gençler gibi, sen de ailenden çok daha farklı bakabiliyorsun dünyaya…
Ebeveynlerin ve öğretmenlerinle ufak tefek tartışmalar yaşaman çok normal.
Özgür olmak istemen, gelecek hakkında kaygılanman, teknolojiye kolayca adapte olman gayet doğal…
Çünkü anlaşılmaya ve anlamaya ihtiyaç duyuyorsun.
Seni duyuyorum ve seni gerçekten anlıyorum…”

Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın kaleme aldığı “Var Mı Beni Anlamak İsteyen” kitabı, ilk olarak sekiz baskı yapmış ve ardından, son olarak 20. baskısıyla okurlarla buluşmuş bir eserdir. Kitap, insanın içsel dünyasına dair derin bir bakış sunuyor, özellikle gençlik dönemiyle ilgili kaygıları, aile-çocuk ilişkilerini ve toplumsal bağlamda kişisel sorumluluğu ele alıyor. Kitabın başlığındaki her bir kelime, okuyucuya anlamlı bir şekilde dokunuyor. Okuduğunuzda, “Beni anlayan biri var mı?” sorusunun cevabını almış gibi hissediyorsunuz; yalnız değilsiniz, çünkü gerçekten anlaşılmak, çoğumuzun içsel arzusudur.

Kitap, hayata dair dersler sunuyor ve dönüp dönüp tekrar okunacak bir nitelikte. Altını çizmediğiniz bir cümle, bir paragraf yok. Okudukça daha çok anlıyor, öğreniyor ve bilinçleniyorsunuz. Şimdi, kitaptan en sevdiğim alıntıları sizlerle paylaşıyorum:


“Başarı da ayrıntıdadır, şeytan da…”

Hayatın inceliklerinde başarıyı ve başarısızlığı anlamak, her zaman ayrıntıların içinde gizlidir. Her başarının arkasında, fark edilmeyen ama çok önemli olan bir ayrıntı bulunur. Ve aynı şekilde, başarısızlık da bazen küçük bir ayrıntıyı gözden kaçırmakla gelir.
“No pain, no gain” yani “çile yoksa kazanç da yok”. Bizdeki “zahmetsiz rahmet olmaz” sözüne denk olan bu İngilizce deyişi aklından çıkarma. Hayat, mükâfatını zorluklara tahammül edenlere verir. Başın dik dolaşmak ve onurlu yaşamak istiyorsan, emeğinle kazanmaya çalışmalısın.


Mevlâna “Elinde olsun ama gönlünde olmasın” diyor.
Çok şeye sahip ol ama onlar sana sahip olmasın.

Bu sözü okuduğumda, sahip olduğumuz şeylerin hayatımızdaki gerçek yerini tekrar sorgulamak istedim. İnsan, sahip olduklarıyla mutlu olmalı ama bunlar ona sahip olmamalıdır. Zenginlik, güç ya da prestij arayışında kaybolmamalıdır insan. Gerçek zenginlik, ruhsal huzurdur.


Değiş ama başkalaşma.

Hayatın en değerli yolculuğunun, kimliğini kaybetmeden değişim süreçlerinden geçtiği noktada başladığını hatırlatıyor bu alıntı. İnsan, değişmeli ama özüyle barışık kalmalı.
Neyzen der ki: “Kalkın ey ehl-i vatan dedik kalktık, bir baktık ki kalktığımız yere başkası oturmuş.”
İnsanlara güven ama kendini kullandırtma. Güven kural, güvensizlik istisna olsun. Yani, başkalarına güven duymak önemli ama kendinizi onlara teslim etmemelisiniz. Bu, kendi içsel gücünüzü korumanın yoludur.


Aldıklarımız değil, verdiklerimiz bizi yüceltir.
Alabilmek için değil, verebilmek için çalışanlar sosyal sermayelerini artırırlar. Başarı alabilmekte değil, verebilmektedir. Yardımlaşma sevgi dillerinden birisidir, davranışsal sevgidir. Başka bir deyişle sevmenin davranışıdır. Sözde değil, özde sevgidir.

Bu alıntı, bir insanın karakterini en iyi şekilde tanımlayacak cümlelerden biridir. Hayat boyunca, aldıklarımızın değil, başkalarına sunduklarımızın, verdiğimiz değerlerin kalıcı olduğunu unutmamalıyız. Yardım etmek, sadece maddi değil, manevi bir değer taşır ve ancak bu şekilde, gerçek anlamda insan olabiliyoruz.


Başarısızlık yoktur, sonuçlar vardır.
Uçurtmaları uçurtan rüzgârın gücü değil, yükseklerde iken uçurtmanın o güce karşı koyma kapasitesidir. Kaybetme riskini göze almazsan, kazanamazsın.

Başarı ve başarısızlık arasındaki ince çizgi her zaman vardır. Bu alıntı, insanın başarısızlıklar karşısında nasıl dik durması gerektiğini anlatır. Başarısızlık aslında bir sonuçtur; bunu kabullenmek ve yeniden denemek, başarıyı getiren asıl güçtür.


Bir günlük mutluluk istiyorsan eğlen, ömür boyu mutluluk istiyorsan insanlara yardım et.

Ömür boyu sürecek gerçek mutluluğun, insanlara yardım etmekten geçtiğini anlatıyor bu cümle. Kendimizi başkalarına adadığımızda, hem içsel huzuru hem de toplumsal huzuru yaratıyoruz.


Ancak insanın iyiyi-kötüyü tanımadan hayatı anlaması mümkün değildir.
Bazı şeyleri ancak yaşayarak öğrenirsin. Deneme yanılma pahalı bir yöntem olsa da ebeveynin bu riski almalıdır.

Hayatın anlamı, bazen hatalarla, bazen zorluklarla şekillenir. Bu, insanın büyümesinin, olgunlaşmasının kaçınılmaz bir parçasıdır. Deneyimler, insanı hem daha güçlü kılar hem de hayatın derinliklerine götürür.


Anne-babaların sıklıkla savunduğu “sana güveniyorum, ama çevreye güvenmiyorum” yaklaşımı da gerçekçi değildir.
Zaten sözün kendisi bir mantık hatasını barındırır. Annen baban sana güveniyorsa senin güvenilmeyecek kişilerle arkadaşlık kurmayacağını da bilmelidir.

Çocuk yetiştirme anlayışındaki önemli bir noktayı vurguluyor Prof. Dr. Nevzat Tarhan. Ebeveynler, çocuklarına güvendiklerinde, onlara gerçekten güvenmelidir. Güven, karşılıklı olmalıdır. Çocuklarının çevresine güvenmemek, onların potansiyelini sorgulamak demek olabilir.


Dövmese de davranışlarıyla öğrencilerin ruhunu yaralamaktadır.

Eğitimdeki başarının sadece fiziksel değil, manevi boyutunun da ne kadar önemli olduğunu anlatan anlamlı bir cümle. Öğretmenlerin ruhsal etkisi, öğrencilerin gelecekteki başarılarını etkileyebilir.


Ümidini kaybedersen her şeyini kaybedersin.

Umutsuzluk, hayatın en büyük düşmanıdır. Umut, insanın hayatta kalmasını, gelişmesini ve ilerlemesini sağlar.


Hz. Ali’nin çok güzel bir sözü vardır:
“Çocuklarınızla 7 yaşına kadar oynayın, 7-15 yaş arasında arkadaş olun, 15’inden sonra istişare edin, onlara danışın.”
Hz. Ali, 1400 yıl önce söylediği bu sözle aslında bugün ideal aile olarak tanımlanan aile tipini öğütler.

Bir ailedeki iletişim, her yaşa uygun olmalıdır. Çocuklarla güçlü bir bağ kurmak, onları anlamak ve desteklemek, sağlıklı bir aile yapısının temelidir.


Zaman, insan hayatının en önemli sermayesidir.
Para kaybedildiğinde tekrar kazanılabilir, ama zamanı geri getirmek hiçbir şekilde mümkün değildir.

Zamanın kıymetini bilmek, hayatın en önemli derslerinden biridir. Para kaybedilebilir, fakat zaman bir kez geçtiğinde geri getirilemez. Zamanı doğru kullanmak, hayatın anlamını en iyi şekilde idrak etmek demektir.


Kitap, yaşamın her alanında derinlemesine düşünmeye, anlamaya ve öğrenmeye teşvik ediyor. Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın bu eseri, sadece bir psikoloji kitabı değil, aynı zamanda yaşamın anlamını ve insan ilişkilerinin derinliklerini keşfetmek için bir rehberdir. Kendi yolculuğunuzda size ışık tutacak bu kitabı, şiddetle okumanızı tavsiye ediyorum. Şimdiden keyifli okumalar!

 

 

Kuş Olup Gitmeliyim Bir Trenle*

Ölmeye yatmak mı Godot’yu beklemek mi dersiniz,

Bilmiyorum.

Sonsuzlukta sıkışıp kalmak mıdır yoksa?

İkisi de tartışılır.

Ama bu devirde ölmeye yatılmıyor pek,

İnsanlar sıkılıyor beklemekten.

Godot’ya gelince;

Onun gelmeyeceğinden herkes çok emin zaten.

Yani koşuyor

Herkes

Boşluğa

O nedenle varılmıyor hiçbir yere.

Yani boşluk kocaman bir sonsuzluk kalplerde,

Sonsuzluk kavramının eksikliği her yerde;

Sevgide!

Aşkta!

Merhamette…

Ve belki de ben *kuş olup

Gitmeliyim

Şimdi, bir trenle.

*Cahit Zarifoğlu – Sen Kuş Olur Gidersin Bir Trenle

Leyla İle Mecnun

Sevdalısı çok, izleyici kitlesi geniş, hafızlarda yer edinen gelmiş geçmiş en iyi dizilerden biridir Leyla ile Mecnun. Son zamanlarda yeniden çekilecek iddialarıyla gündeme geliyor. Sizin de konu dikkatinizi çekmiş olacak ki;

ı

Leyla İle Mecnun yayın hayatına 2011’de başladı. Geçenlerde Burak Aksak twitter hesabından dizinin 10. yılını kutladı. Yine geçtiğimiz günlerde yeniden çekilecek iddialarıyla gündeme gelince, sevenlerinin anılarını canlandırdı, defalarca kez izleyenlere “tekrar başlasam mı?” sorusunu sordurdu.

Temel olarak Leyla İle Mecnun’un hikayesi üzerine kurgulanmış absürt komedi dizisi olarak adlandırılsa da; ekran karşısında bizleri güldürürken düşündüren, sosyal konulara dikkat çeken, bir an da ağlatan, yeri dolmayacak, üzerine çok şey söylenecek dizidir. Madem anılarımız depreşti gelin hep beraber Kireçburnu’nda bir günde neler yapabiliriz bir bakalım.

Sabah İsmail Abi ile iş ilanlarına bakabilirsiniz. Muhtemelen iş bulursunuz çünkü siz daha İsmail Abi’nin dedelerini bilmiyorsunuz.
Sabah sabah çay iyi gider ama unutmayın ki “Çay Erdal Bakkal’da İçilir”
Burada günler olaysız geçmez, tercihen Mecnun ile çöllere düşebilirsiniz. Bizden söylemesi, asa yüzünden kafanız biraz yamulabilir.
Günün ilerleyen saatlerinde Yavuz’dan şiir dinleyebilir
veya beraber performans sanatı icra edebilirsiniz.
Başka bir seçenek olarak İsmail Abi ile o gemiyi bekleyebilirsiniz.
Yorulduysanız Mecnun’un yatağında dinlenebilirsiniz. Az sakallı dede de mutlaka oralarda bir yerde uyuyor olacaktır.
Acil bir yere yetişmeniz gerekiyorsa veya yürümekten yorulduysanız İskender Abi ile taksiyi vurdurmak da bir alternatif olacaktır.
Ben farklı ülkelere gitmeden yapamam diyenlerdenseniz, Metonya sizin için iyi bir seçenek olacaktır.
Ben aksiyon olmadan yapamam diyenler de üzülmesin; Kireçburnu Çakalları’nda mutlaka olaylaaar olayyylar vardır.
Kireçburnu’nda geçen bu harika günü üzüme düşerek sonlandırabilirsiniz.

Duygu Pusulası

Ya huzuru metres bildik ya da yorgunluğumuzu şeytan seçtik. Tavında dövemedik bir türlü isteklerimizi. Kahire’si başkent olan Mısır’a göç ettik. Aklımız gladyatörler şehri olan Roma’da kaldı. Seyrine düşkün bir tepeye çıktık. Gözlerimiz bisikletli bir çocuğa takıldı. Ne tarafa dönersek dönelim, aksi istikamette hep aklımız kaldı. Zamanı, zıvanası bozuk çeşme misali boşa akıtırken; anlık keşiflere de rüşvetler biçtik. Tatmin olmayan duyguların pusulalarında hapsolduk. Özgürlüğü sarhoş naralarında besteledik ama ayık kafanın repertuvarında utancımızdan yer veremedik. Şahsiyetlerimizi dar sokakların pencerelerinde gölgeledik. Korkuluklarımıza çocuklar tırmandı; biz hırsız zannettik, yerlerde sürükledik. Daha konuşamadık kendimizle, daha da dinleyemedik kendimizi de. Ne tarafı dünya, ne tarafı hülya bilemedik. Hep geldik, hiç misafir edilemedik. Geçiyordu tren de biz içinde değildik.


Beklediğimiz Süre Zarfında

Güneş tam tepede, hava serin, narin ve hoştu. Durakta bekliyorken, yerde kare kare dizilmiş taşların hizasında nizami bir şekilde bir sağa bir sola adımlıyordu. Bakışlarında küçük bir çoçuğun göğe doğru bakarken gözlerinin kısılmasının masumluğu vardı. Bir sağa sola gidip geliyordu ve gelecek olan otobüsün ne kadar sürede burada olacağını hesaplıyor, içinde bir geç kalmışlığın kaygısını hissediyordu. Bir an otobüs gelir gibi oldu, beklediği otobüs bu değildi. Otobüsü beklerken ve ayrıca diğer beklemekte olduğu şeyler gibi hayatta sürekli bir beklenti içinde olduğunun düşünceleriyle başka boyutlara sürüklendi . Beklemenin ruhunu yaraladığını düşünüyordu. Beklemek durmak, karşımıza çıkanlara razı olmaktı. Beklemek yerine harekete geçmekle hayatının daha farklı şekilleneceğine inanıyordu. İnsan beklerken geç kalır, geç kaldığı için bekler, beklediği zamanda yenik düşer ve bakış açısı daralırdı. Beklentiler kendi yolunu çizmemizi engeller, bir yola sokar, bize ait olmayan yoldan çıkarmamak içinde hep bi bahane sunardı. Otobüs gelene kadar zihninde bu düşüncelerle bir yere varmaya çalıştı. Kötü hissetti ve gerçeklerin kötü hissetirmesini hülyalarla yaşamasını sorumlu tuttu. Sorumluluklar, insanların bize yönelttiği , bizim kendimizi dikte tutmak için veyahut sistemin yarattığı kurallardı. Aralarında en iyi ve en huzurlusu, bizleri bir adım daha öteye götüren edindiğimiz sorumluluklardır. Bir beklenti durumunda olmadığımız, bir şeyler ürettiğimiz ve kendi yolumuzu çizmemiz için alışkanlıklarımızı değiştirdiğimiz normlardı. Bu düşüncelerden uyandı, sağına soluna baktı ve birinin koşturduğuna şahit oldu. Birileri yine otobüsü kaçırıyor, otobüs kaçarken diğer otobüsün gelmesi için bir süre daha zaman harcıyor ve bu durumlarla gününü gün ediyordu. Zamanı iyi kullanmamız gerektiği herkes bilir fakat bir şeylere geç kalındığında zamanın değerli olduğunu idrak ederdi. Ve otobüs gelmişti, otobüse attığı ilk adımda artık gideceği yere her ne kadar geç kalınsa da varacağı ümidiyle kaybedilen zamanı ruhunda sindiriyordu . Zaman bir kez daha uçup gitmişti, ne de olsa tutulamayan, bitiveren bir kavramdı. Tükeniyordu, bazen yavaş bazen hızlı bazen belirsiz. Giderken, gelirken, başlarken, sonlanırken de ve tüm bunların gerçekleştiği zaman süre zarfında beklerken de… Zaman geçiveriyordu.

Ömür Dediğin

https://youtu.be/tS0O0a_7yoI

Doğduğun gün mü ölürsün
Öldüğün gün mü doğarsın?..
Yeşil bir yaprak misali, sen de biraz baharsın
Bir ağlar bir güler hep yürek dağlarsın
Söyle; yangınları hep bağrında mı barındırırsın?..

Ömür dediğin nedir ki
Doğmak, yaşamak ve ölmekten ibaret midir ki?..
Belki doğmadan ölmek, yaşamadan gömülmek
Belki eksilmek zamandan, belki eksiltmek zamanı
Ama hep arzulamak kavuşmayı, hep hasret kalmak…

Sinemdeki mahbûb-ı aşka
Alev almış kalbin rengidir başka başka…
Sesini duyursan mı levhi mahfuzdan, arşa
Gökyüzü bir derya, denizi toplamış bağrına
Doğduğun gün eksilirsin dünya telaşına

Bugünümün anısına; sevgilerimle…
Sevdiklerimiz ve sevildiklerimizle güzel bir ömür diliyorum Yaradan’dan…

Sevmek

Tanımıyorum daha büyük bir kavga,

Sevmekten öte.

Evsah içinde ârîlik için vuruşmak;

Hüzne, tebessümle direnmek,

Bir dîl vermek ehl-i kine,

Nefse inat büyük bir cihad.

Sevmek

Tanımıyorum daha büyük bir kavga,

Sevmekten öte.

Kan dökmek;

Yeis bataklığını gülistan eylemek için,

En büyük işkencelere göğüs germek;

İnanç için.

Beden gölgesinde üşürcesine,

Güneşe hasret yaşamaktır, sevmek.

İnsiyak hapsinde ruhun özgür olma arzusu sevmek.

Hep bir kaçış hep bir kavgadır sevmek.

Yeşilin maviyle savaşı,

Âlem-i Turab’ın, Semâvat ile mücadelesidir sevmek.

Ve büyük bir devrim;

Gönlün, bütün cismaniyete başkaldırışıdır sevmek.

Tanımıyorum daha büyük bir kavga,

Sevmekten öte.

Karanlık Dünyam


Her an her şeye veda eder gibi yaşıyoruz.
Neyi, ne için yaşadığımız bile belirsiz.
Sahi, biz ne için yaşıyoruz?
Yaşamak şakaya gelmez…

Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın.
Yaşamın ne kadar güzel olduğunu göreceğiz,
Mavi gibi görüp her şeyi, gökyüzüne uçsuz bucaksız diktiğin gözlerle
Hayatı göreceksin…

Rengarenk bir gökkuşağına takılıp hayatı toz pembe göreceksin…

Ciddiye alacaksın yaşamı yahu! Ölü bir bulut gibi pamuk ve beyaz kefenle ölümlü bir dünyada ölümü unutacaksın…

Kimisi güzel günleri düşünerek yaşıyor,
Kimisi bir “umut” diye tutunuyor
Kimisi ağaçlara, çiçeklere, doğaya, kelebeklere, aşka, sevgiye…

Bazılarımız ise hala eskilere tutunarak, düşleyerek yaşıyor.
Herkesin apayrı bir düş ülkesi, herkesin ayrı, kendine özgü dünyası.
Var mı ötesi? Bu dünyada ebedi kalan yok herkes gidici…

Yaşamak… Şiir gibi olmalı, Şiir de sevmek gibi

Ona İhtiyacımız Var ~ Fe Eyne Tezhebûn

İnsan bazen bildiğini bir başkası tarafından duyduğunda idrak eder. Ya da nasıl diyelim, amiyane tabirle başkası söyleyince dank eder ancak. İşte bu yüzden bugün kendime bir seslenişi sizler huzurunda yapmak istedim. Sizler huzurunda yapmak istedim çünkü belki birini rahatsız ederim dedim, belki birinin uykusu kaçar, belki biri koşmayı bırakır da bir durur soluklanır, belki yaralı bir kalp şifa bulur niyetine..

Kendime zaman zaman sorduğum bir sualdir bu: Fe eyne tezhebûn…
Bu gidiş nereye?” yahut “Öyleyse Kur’an’ı bırakıp nereye gidiyorsunuz?”

Zamanında kalbi mühürlenmiş müşrikler Efendimiz’e her türlü işkenceyi ettiler malumunuz. Nübuvvete erdikten sonra (haşa) ne büyücü olmadığı kaldı, ne şair, ne mecnun…
Cebrail, melek suretinde vahiy getirdiğinde anlatmıştı o suretsiz ve sîretsiz hadsizlere. Melek değil cin olduğunu söylemişler, hayal gördüğünü anlatıp yaftalamışlardı yine Onu. O bildiği ne varsa dosdoğru anlattı felah arayan kalplere. O, Ona vahyolunan ne varsa bir umutla apaçık anlattı kaskatı, bir organdan ibaret olan müşrik kalplere. Fakat bıkmadılar, onlara uzanan ebedi saadet kilidini ellerinin tersiyle ittiler, azap denizine attılar kendilerini göz göre göre… Tekvir suresi 22-26. ayetleriyle o küstahlara net, sarsıcı bir yanıt geldi..

~Bu kadar beraber yaşadığınız kişi kesinlikle mecnun değildir.
~Andolsun ki onu (vahiy meleğini) apaçık ufukta görmüştür.
~O, gayba ait bilgileri sizden esirgemez.
~O, lânetlenmiş şeytanın sözü değildir.
~Öyleyse nereye gidiyorsunuz?

Bu soruyu gerçekten soruyor muyuz kendimize? Hakikaten soruyor muyuz? Bir yakınımızı kaybettiğimizde sesimiz titreyerek sahiden mi diye sorduğumuz gibi soruyor muyuz? Çarşıdan, işten, okuldan döndüğümüzde açlıktan ölürken yemek var mı der gibi soruyor muyuz? Ağustos sıcağında tarladaki işçinin saatler sonra bir yudum su var mı diye sorduğu gibi soruyoruz muyuz? Kritik bir hastalık esnasında kaç ay ömrüm kaldı diye sorar gibi soruyoruz muyuz? Çok ehemmiyetli bir toplantıya yetişmemiz lazımken taksi şoförüne saat kaç diye sorduğumuz gibi soruyoruz muyuz? İçinde sevdiğimiz bir kişinin bulunduğu bir otobüs kaza yaptığında ona bir şey olmuş mu der gibi soruyoruz muyuz?..

Bakmayın 1400 sene evvel gönderilmiş bir ikaz olduğuna, 14 asır öncedir diye bizi ilgilendirmez mi sanırız? Öyleyse nedendir bir moda gibi çoğalan ateizm, deizm. Öyleyse nedendir bir çığ gibi büyüyen İslamofobi. Öyleyse nedendir bunca delile rağmen hala bağıra bağıra inkar eden nasipsiz güruh…

Değişmedi, o çağ bu çağdır.. Ebu Cehil isim değiştirdi, Küffar ordusu biçim değiştirdi, münafıklar tavır değiştirdi, riya başka boyutlara büründü, müşrik yine İslam’a saldırmak için pusuya yattı. İşte bu yüzden bizim ‘Ona İhtiyacımız Var’. Üstüne basa basa söylüyorum, nefesim yetene kadar söyleyeceğim. Onun bize ihtiyacı yok, Allah Teala, onu ve mukaddes İslam’ı kıyamete kadar koruyacaktır. Fakat bizim ona; suya, yemeğe, giyinmeye, barınmaya ne kadar ihtiyacımız varsa işte hepsinden en az yüz kat daha fazla ihtiyacımız var.

Geçenlerde şöyle bir olay yaşadım. İnançsız olduğunu belirten biriyle İslam konusunda münakaşa içindeyken durumun benim kurtarabileceğimin çok çok üstünde olduğunu fark ettim ve ‘Leküm dinikum ve liye din‘ yazdım. ‘Benim dinim bana senin dinin sana‘dır mealen. Hiddetli bir karşılık aldım benim dinim de yok dine ihtiyacım da yok diye. Sonrasında gerçekten çok üzüldüm. Olaydaki şahısla alakalı değil üzüntüm. Bir ateiste bir ayet yazıyorum, meali idrak edip tak diye cevap veriyor. Bugün bir ateist gelse ve bana bir ayet söylese, şansım yaver gitmezse kalakalacağım o hale baktım ve ona üzüldüm. Bugün bir ateist bizim ayetlerimizi cımbızlayıp taklidi imandaki bizleri tutup kendi bataklığına sürüklerken bir Müslüman olarak ayetlerin hepsini dimağına kazımış, ne sorsa anında tokat gibi cevap verecek bir vaziyette olmadığıma üzüldüm. Bugün bir ateist Allah’ın ayetleriyle onun yokluğunu ispat etmeye çalışırken(ahmakça diyip geçmeyin bu hepimizin yangını) 6666 ayetle ona O’nun varlığını ispat edemiyor oluşumuza üzüldüm. Hoş O’nun varlığı ispata muhtaç değildir. O bizler ispat etmesek de var ve olacak. Fakat ben kendi varlığımın ispatı için vallahi O’nu ispata muhtacım. Yarın mizan kurulup her şey apaçık ortaya serildiğinde ‘Ey fani dünyanın ve baki alemin sahibi Allah’ım, durmadım, anlattım, kaskatı kesilmiş kalplere seni anlattım, ispat istediler delil istediler yüzlercesini sundum. Vallahi senin için değil, bugünün geleceğini bildiğim, bu defterin açılacağına aldığım nefes kadar emin olduğum, kendi elimle ne yazdıysam karşılığını göreceğime inandığım için. Vallahi fani alemde bir çöp gibi yaşayıp ölmediğime ispat olsun diye’ diyebilmek için. İhtiyacım var…

Bu yüzden soruyorum kendime ve sizlere. Bu gidiş nereye?

‘Ona İhtiyacımız Var’ başlıklı ilk yazımda şöyle demiştim son paragrafta. “Dolayısıyla bizler Kur’an’ın rikkatini, şefkatini, himayesini, emir ve yasaklarını yaşamlarımıza öyle kodlamalıyız ki; İslam’a davet için lisân-ı kâl’e gerek olmasın, cehl bizi kendimizle vurmasın.” Bunun üzerine önceleri okuduğum bir mesele hatrıma geldi. Adaletin eşsiz timsali, devlet mumu yanıyorken işini bitirip kendi mumunu yakana kadar Hz. Osman’ın(r.a.) selamını almayan, saraylarda en güzel kıyafetler içinde değil yırtık bir elbiseyle taşların, kumların üzerinde dinlenen, reisler reisi, Mü’minler Emîri, Efendimiz’in “Benden sonra peygamber gelecek olsaydı o olurdu” dediği kutlu sahabe Hz. Ömer(r.a)..

Azgın müşrikler ve onların başı Ebu Cehil hakikat karşısında duramayacaklarını anladıklarında Kainatın nuru Peygamber Efendimiz’i öldürme kararı almış, planlar yapmaya koyulmuşlardı.. Onu öldürerek İslam’ın nurunu söndürebileceklerini mi sanmışlardı? Onu ortadan kaldırabileceklerini, kaldırdıklarındaysa hakikatin büsbütün karşılarında durmayacağını mı sanmışlardı? Cahildiler evet ama bu kadar mı hiddetliydi cehaletleri. Kalpleri kararmıştı fakat büsbütün mu sirayet etmişti vücutlarına, beyinlerine de böyle basit ve hain planlar düzüyorlardı. Bu işi yapsa yapsa Hattaboğlu Ömer yapardı, öyle de demişti. “Onu ben öldüreceğim. Bu işi Hattaboğlundan başka kimse yapamaz..” Bir hiddetle yola koyuldu Kureyş’in en büyük kılıç şövalyelerinden Hattaboğlu.. yolda Nâim bin Abdullah ile karşılaşınca nereye böyle öfkeli öfkeli sualini aldı. “Kureyşi alçaltan Muhammed’i” öldürmeye gidiyorum demişti. Nâim bin Abdullah en doğru hamleyi yapıp şöyle söyledi ona, “Sen Muhammed’den evvel kız kardeşin Fâtıma ile kocası Sâid’in hakkından gelmeye bak. Onlar çoktan Müslüman.” Hattaboğlu şaşkınlık ve öfke içinde yoğrulurken yönünü dosdoğru kardeşinin evine çevirdi. İçeride İrs oğlu Habbâb, Fâtıma ve Sâid bin Zeyd.. Ve içeriden yükselen kutlu, yanık bir ses. Bir kelam ki Ömer şaşırıp kaldı. Habbâb saklandı, Fatıma kapıyı açtı, tehditler savururken Hattaboğlu, Fâtıma İslam’ın yıkılmaz duruşunu sergiliyordu:
Ne yaparsan yap, yâ Ömer! Ben ve kocam Müslümanız!
Allah ve Resûlüne imân ettik! Var mı bir diyeceğin!”
İşte imanın sarsılmaz duruşu, işte Müslüman tavrı…Ömer yine kaskatı kesildi. Sonrasında okudukları şeyi merak etti, temizlendi, Taha süresini okumaya koyuldu. Beni Allah’ın Resûlüne götürün diyordu, neredeyse Ona götürün, Ona teslim olayım. Kahrolan kafirler Ömer İslam’a kaymış dediklerinde “Yalan söylüyor, ben Muhammed(s.a.v.)’in dinine kaymıyorum, büsbütün girdim Ömer Müslümandır, öğrenin!” diye haykırıyordu…

İşte Sezai Karakoç’un ‘İslamiyeti öyle diri yaşa ki seni öldürmeye gelen sende hayat bulsun.’ dediği nokta. İşte dini uğruna Onu öldürmeye giden Hattaboğlu ve aynı din uğruna cihattan cihada ölümüne koşan Hz. Ömer. İşte bu aciz kardeşinizin ‘İslam’ı öyle bir yaşamalıyız ki’ derken kelimelere dökemediği nokta..

Bizler neyi kaybettik, neleri kaybettik de. Hz. Ömer’ler bu denli azaldı. Bizler neleri kaybettik de bizi öldürmeye gelen Hattaboğulları hedeflerine ulaşır oldu. Biz sıkı sıkı sarılmamız gerekirken her gün biraz daha uzaklaştığımız Kur’an-ı Azimüşşan’la aramızı açtık da Yüceler Yücesi bizi bizimle mi cezalandırıyor. Soralım, her gün defalarca soralım; Bu gidiş nereye. Hakikati biliriz de neden Kuran’dan uzaklaşırız. Kalbimizin temizliğine, Rabbimizin merhametine sığınırız da bilmez miyiz ki azabı ve gazabı da affı ve merhameti gibi sonsuzdur. Cennetle müjdelenen sahabelerin hatimle namaz bitirdiği, ağlamaktan gözlerinde katre kalmadığı, ben münafıklardan mıyım diye defalarca sorduğu halde bu ne cüret, bu ne imanına güven, bu ne kendini bilmezlik…

Biz önce kendimiz dirilmeliyiz ki bizi öldürmeye gelen bizde can bulsun. Aksi takdirde ve şu an içinde bulunduğumuz ahvalde bizi öldürmeye gelen yalnız beni neden ölü bir kimseyi öldürmeye gönderirsiniz. Vaktimi çalmaya utanmıyor musunuz diyecektir. Kimse için değil kendin için, kendim için, bir kere uykularımızı kaçıracak kadar sorgulayalım. Nereye gidiyoruz. Sonumuz nedir. Neden ona döneceğimizi bile bile ondan kaçıyoruz. Neden ve nasıl son nefeste tövbe edip kurtulacağımıza bu kadar eminiz. O kadar kolay mıdır? Tüm kemiklerinin kırılma acıları birleşse 40 kat daha yüksek bir acıdan bahsediliyor. O acıyla tövbe etmeyi neden bu kadar kolay sanırız?..

Utanıyorum üniversite sınavında derece yapmak için uykusuz kaldığım gecelerden, döktüğüm yaşlardan, geçirdiğim rahatsızlıklardan, bozduğum gözümden.. Sıkı çalışan birini görünce amiyane tabirle ben bu insanlarla yarışamam denir hazırlık döneminde. Ey ahmak.. düşünmez misin ki tefekkürle, ibadetle, duayla geçen ömürler vardır; onlarla nasıl yarışacaksın… Onların olduğu listede ilk bine nasıl gireceksin düşünmez misin hiç. İkazımı yapayım, oranın mezuna kalma senesi olmaz!..

Söz sözü açtı, yavaştan sonlandıralım.
Bıkmayın tekrar tekrar söylediğim için.
Fakat vallahi Ona İhtiyacımız Var!.
Âtiden meslek, rızık kaygısıyla korkuyoruz fakat vallahi ne zaman geleceği belli olmayan bir ölüm var.
Öyleyse ey güzel kardeşim.
Fe eyne tezhebun?..

Çocuğuma Neden Davranış Kazandıramıyorum?

İnsanın ortaya koyduğu tüm davranışların temelinde ‘zemin-anlam ilişkisi’ yer almaktadır.

Peki, nedir bu zemin anlam ilişkisi?

Birey bir davranışı kazanırken o davranışın temelinde yatan anlamın zihin tarafından sağlamlaştırılması gerekir. Çünkü davranışların temelinde yatan anlam birey tarafından ne kadar içselleştirilirse o davranışın kalıcılığı paralel ölçüde sağlanmış olur.

Davranışlar nasıl anlam kazanır?

Davranışın bireye kazandırılabilmesi için anlam, anlam kazandırabilmek için ise birey ile sağlıklı iletişim kurmak gerekir. Ancak bu noktada unutulmaması gereken ilk husus ‘iletişimin çift yönlülüğüdür’. Yalnızca ebeveynin anlattığı, konuştuğu ortamda sağlıklı bir iletişimden söz etmek oldukça güçtür. İletişimin sağlıklı olabilmesi için iki bireyinde algı düzeyine uygun bir zihinsel çerçevede karşılıklı konuşma gerekir.

Kazandırılmak istenen davranış konusunda ebeveyn ile çocuk arasında sağlam bir iletişim süreci başlatılmalıdır. Bu süreç içinde öncelikle davranışın detaylı bir tanımı yapılmalı ve bu sayede çocuğun davranışı algılama düzeyine uygun bir zihinsel çerçeve belirlenmelidir. Kazandırılmak istenen davranışın ne olduğu, bu davranışın neden kazanılması gerektiği ve kazanım sonrasında bireyin elde edeceği faydalar karşılıklı bir şekilde konuşulmalıdır. Bu konuşma sayesinde davranışın zemini, zihinde sağlam bir anlam kazanır ve çocuğun mantığına hitap edebilecek düzeye ulaşır

Çocuklara davranış kazandırılma aşamasında sıklıkla başvurulan iki yöntem vardır. Bunlar: Otorite-İtaat İlişkisi ve Zihin-Anlam İlişkisi

1- Otorite-İtaat İlişkisi

Otorite-İtaat ilişkisinde ebeveynler sıklıkla direktif verme veya ceza yöntemine yönelirler. Örneğin oda toplama davranışının çocuğa kazandırılma aşamasında tercih edilen dil çoğunlukla :

‘’ Ya odanı toplarsın ya da seni babana söylerim.’’

‘’ Odanı toplamadığın sürece baban ve ben seninle konuşmayacağız.’’

‘’ Odanı toplamak zorundasın 5 dakikan var!’’

‘’ Ben senin annenim, bu oda toplanacak dediysem toplanmak zorunda.’’

Ancak bu dili kullanmak çocuğun zihninde davranışa ait anlam/algı zemininin oluşmasını engeller. Bu iletişim yöntemiyle davranışın kazandırılması amaçlanmamış olup yalnızca ceza yoluyla davranışın anlık olarak yapılması sağlanabilir. Çünkü davranışın kontrol mekanizması çocuğun iç denetimi değil, dışarıdan ebeveynlerinin dış denetimidir. Ve bu denetim mercisi ortadan kalktığında (örneğin; anne / baba iş seyahatine gitmiş olabilir, çocuk bir başka evde misafir konumunda olabilir) oda toplama davranışı çocuk tarafından terkedilecektir. Ne de olsa davranışın otoritesi ortadan kalmıştır ve yapılmasına gerek yoktur.

Peki hangi yöntem çocuğun davranışı içselleştirilmesini sağlar?

2- Zihin/Anlam İlişkisi

Bu yöntemde kazandırılmak istenen davranış ebeveyn tarafından detaylandırılarak anlatılır. Ardından çocuğun davranışı içselleştirmesi adına neden-sonuç ilişkileri ortaya konur. Bu sayede o davranışın yapılış amacı, faydası ve nedenleri çocuğun zihinsel çerçevesinde anlamlı bir bütün oluşturur. Davranışın sergilenmesi durumundaki pozitif sonuçlar ve sergilenmemesi durumunda ortaya çıkacak negatif davranışlar ortaya konur. Bu süreçte gerçekleşecek iletişimler çok yönlü olur ebeveyn ve çocuk daima dialog içindedir. Çocuğun aklına yatmayan noktalar soruya dönüştürülür ve detaylıca cevaplanır.

Davranış kazandırılma sürecinde çocukta ebeveynler gibi esneklik veya değişiklik yapma hakkına sahip olur bu sayede zihin stres altına girmekten kurtulur.

Örneğin oda toplama davranışını yeniden ele alalım :

‘’ Sence bir odanın toplu olmasının ne gibi faydaları vardır?’’

‘’ Oda toplanmadığı zaman sence ne gibi olumsuzluklar yaşayabiliriz?’’

Bu sorulara ait cevaplar davranışın mantıksal bir şemasını belirler.

‘’Peki odalarımızı daha toplu hal getirmek için sence ne yapabiliriz?’’

Bu tip sorular ebeveynin uzlaşmacı olduğunu ortaya koyar ve çocuğuda bir birey olarak kabul eden bir ev ortamının kapılarını aralar.

‘’O halde bizde kendi odalarımızın toplu olması için seninle bir plan hazırlayalım. Hadi uyulması gereken ilk adımı sen söyle.’’

Bu aşama çocuğun karar mekanizmasını harekete geçireceği gibi kuralları uygulama aşamasında gönüllülük paydasını arttıracaktır.

Hatırlamak gerekir ki; annelik/babalık doğal ve yüce bir dürtüdür. Bu dürtüleri doğru iletişim yollarıyla harmanlamak huzurlu bir eve sahip olabilmek adına atılacak en önemli adımdır. Hayatımızın ağzımızdan çıkanlara göre şekillendiği bu evrende kullandığımızın dilin gücü çok büyük bir öneme sahiptir. Bu nedenle kullandığımız dilin yeri geldiğinde sihire, yeri geldiğinde ise zehire dönüştüğünü unutmamak gerekir.

                                                                                                                            

Çukur

Her ayrılık tabanı çamurlanmış ayakkabı gibidir. Nereye gidersen git, ne tarafa dönersen dön, hep arkanda bir iz bırakır. Hep ayağında bir ağırlık hissedersin. Ve hep gözün ayağında kalır. Yorgunluğu gölge eder yanına. Hangi mutluluğu giyersen giy üstüne, o çamurlu ayakkabılar hep sırıtacak altında. Mevsimin yaz olması, havanın bahar kokması hiç ama hiç önemli değil. Zamanın hatıralara esir olduğu, hayallerinin penceresinde cereyana tutulduğun o soğuk hava dalgası gibidir. Öyle yeni sayfalara atacağın başlık, hevesten öteye gitmez. Hayatın bir mezarlık alanına döner. Bir çukur da kendin için kazırsın. Topraktan medet umarsın ama ne fayda! Bozkırın kuraklığı kursağında bir lokma olmaktan öteye gitmez.

Ruhun Gecesi…

  • Sessiz ve sakin olur gece ;
  • Sokaklar bir o kadar tenha
  • Bu ne kadar bazen hoş gelse de insana,
  • Yalnızlığın kol gezdiği,
  • Bu gecede,
  • Sokakların sessizliğine izin vermezdi kaldırımlar.
  • Yılgındı zaten sokaklar,
  • Sessizliğine çare olsaydı insanlar, Ağlamazlardı kaldırımlara ,
  • Hayret ederek izliyorum şu insanları kendi penceremden.
  • Umutlar bitti bitiyor dediğim andı,
  • Ve bittilerde…

Hayatın Şiirliktir

Bir tarafın siliktir
Şehrin de bir tarafı çürüktür
Gözünün kenarı yaşlı
Gönlünün yarası büyüktür.

Bir yanın eksiktir
Göğün bir yanı gridendir
Yağmurun tadı acı
Toprağın kokusu cennetliktir.

Bir gözün bulanıktır
Çölün bir kısmı da seraplıdır
Kum tanecikleri kavurucu
Güneşin ışınları yakıcıdır

Bir günün trajikomiktir
Yılın yarısı da dramatiktir
Mimiklerin tonları karamsar
Jestlerin de sergilenişi yetersizdir.

Yıpratıcı Gerçekler

yıpratıcı gerçekler

Mutluluk mu? Bu ülkede mi? İmkansız bir şey. Stres deseydiniz size hak verirdim çünkü bu ülkenin insanları birbirlerini gördüğünde suratlarını ekşitir, birbirlerine 3 saniyeden fazla bir şekilde bakarlarsa da kavgaya tutuşurlar. Birbirlerinin kıyafetlerini ayıplarlar, sanki kendileri giyiyormuşçasına yaparlar bunu. El âlemin ne dediğini önemsedikleri için hep eksik yaşarlar, filizlenip dursalar da açmaya asla cesaret edememiş çiçeklerden hallice bir yaşam sürerler. Kendi çocuklarına yormadıkları ağızlarını balkonlara akın ederek millet için açarlar. Bugün beraber eğlendikleri sokaklardan bir diğer gün nefret edermişçesine yürürler. Bazıları ise o kadar yükseklerdedir ki ne yediğimizi, ne yiyemediğimizi göremezler. Ağzı kapalı, gözü kısık halkımızın üstüne basa basa bulutların da tepesine çıkmışlardır. Oradan aşağıya baktıklarında ne stresimizi hissederler, ne de birbirimizi yiyip bitirdiğimizi. Orada ferah bir yaşam sürerler, cefasını ise ellerimiz birbirimizin yakasındayken biz çekeriz.