25.7 C
İstanbul
Pazartesi, Ağustos 11, 2025

Ülkemden Hikâyeler – 1

Ülkemizde vatandaşlar susmuştu. Ülkede dönen tüm pisliklerin sebebi bu suskunluktu. Geriye güzel hiçbir şey kalmamıştı. Taciz, tecavüz, hırsızlık, yolsuzluk, cinayet, adaletsizlik, berbat bir gelir dağılımı ve en önemlisi; Eğitimsizlik ve suskunluktu.

Aslı araştırılmayan ve asla sorgulanmayan bir dinin kisvesi altında dönüyordu tüm pislikler. Dinleri kötüydü demiyorum, ama dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlardı. Kötü olan toplumdu, bilmedikleri bir dilden neye çevrildiyse ona inanıyorlardı. Çeviriyi kimin yaptığı, niye yaptığı, dillere olan hâkimiyeti, kişinin niyeti asla sorgulanmıyordu. Hal böyle iken bir süre sonra bu kitap, toplumu yönetenlerin, başucu kitabı olmuştu. Asla okunmayan bir başucu kitabı. Okuduklarını iddia ediyorlardı ve işlerine nasıl gelirse, çıkarları hangi doğrultudaysa ona göre çevirip halka sunuyorlardı. Halk da inanıyordu.

Mesela kadına, kadın kimliği dışında her sorumluluk yükleniyordu. Hayatları çekilmez kılınıyordu, dövülüyor, kaçırılıyor, taciz ediliyor, tecavüze uğruyorlardı. Ama sözde bağırmıyorlardı. Bağırmadıkları için sessiz sedasız ve adaletsiz bir şekilde ölüyorlardı. Sonra unutuluyorlardı. O unutulan ve zulme uğrayan kadınlar sadece sevenlerinin boğazında bir yanma, gözlerinde gözyaşı olarak kalıyordu. Zaten din adamlarına ve ülkeyi yönetenlere göre kadına yakışan da gözyaşıydı. Kadın gülmemeliydi çünkü ayıptı. Kadına yakışan gülmek değil ölmekti!

Bu ülkenin kralının kızına küfretti diye kellesi vurulanlar da vardı, yoksul halktan birinin kızına tecavüz edip, ölümüne sebep olup hiçbir ceza almayıp, elini kolunu sallaya sallaya halkın ortasında dolaşanlar da. Kral ve ailesi ahlaklıydı, kralın ailesi gibi düşünenler ahlaklıydı ama geriye kalanlar ahlaksızdı. Çünkü diğer kadınlar tahrik ediyordu, saçı açık dolaşıyorlardı. Çünkü çok sebebi vardı tacizcinin, çok suçu vardı kızların. Onların dinleri, açık giyinenlere, örtünmeyenlere, öldürülmeyi, tecavüzü layık görüyordu. Ama gelin görün ki aslında dine göre yapılması gereken, yüz çevirip bakmaktı. Ne olursa olsun bir cana kıymamaktı.

Bir kadın, çocuğunun gözü önünde öldürülüyordu. Bir kadın, hiç tanımadığı, cezaevinden izinli salınan bir psikopat tarafından sokak ortasında öldürülüyordu. Bir kadın, eski sevgilisi tarafından yakılarak öldürülüyordu. Bir kadın, iş görüşmesine gittiği yerden aşağı atılıyordu. Biri vezirin himayesinde ortalıktan kayboluyordu ve kimse vezire bu kız nerede diyemiyordu. Bir anne yıllarca kızından haber alamıyordu, ne ölüsü vardı kızının ne de dirisi. Her gün, her yerde kadınlar ölüyordu. Kimi 10 yaşında, kimi 20, kimiyse 70 yaşında. Ölmüyor, öldürülüyorlardı! Öldürenler ortaya çıkınca yargılanmamak için bazı martavallar okuyorlardı; Açık giyinmişti, o saatte orada ne işi vardı sizce, bağırmadı rızası vardı, eskorttu, o da istiyordu. Bence hiçbiri istemiyordu tecavüze uğramayı ve ölmeyi. Hiçbiri bunları hak etmiyordu, ya sizce?

Hikâyemizin bir de bu kısmında dinleyin ve asıl meselenin açık giyinmekle, örtünmemekle, serilip serpilmekle alakalı olmadığını anlayın. Bu tefessüh etmiş ülkenin, kral destekli bir kurumunda, 8-10 yaşın altındaki, erkek çocuklara tecavüz edildiğini ve tecavüzcülerin hiç ceza almadığını, kralın yandaşları tarafından bu olayın kutlandığını anımsıyorum. Yine bu ülkede gün yüzüne çıktığı kadarıyla köpeklere, atlara, kedilere, tavuklara ve aklımıza gelmeyecek kadar, bu da olmaz artık diyeceğimiz kadar, olmayacak şeylere zarar vermiş güruhlara rastlıyorduk hatta rastlamıyor onlarla yaşıyorduk.   

Yani asıl mesele, kadın olmak değil, açık giyinmek değil, kirli zihinlerin yönetimi altında olmaktı. Yani asıl mesele susmaktı. Cumhuriyet ile yönetilen Çaçaronya, krallığa dönmüştü, yetki tek elde toplanmıştı. İşin kötüsü bu rezalet tüm halkın eseriydi. Kimisi destek olduğu için suçluydu, kimisi sessiz kaldığı için ama herkes suçluydu.

Küçüğüm…

  • Beni dizinde uyut,
  • Bana masallar anlat.
  • Olur mu küçüğüm?
  • Sen türküler söyle
  • Şiirler oku,
  • Ve hatırla küçüğüm
  • Sen göğe bak,
  • Çiçeğini kokla,
  • Ve gülümse küçüğüm.
  • Özlem kokuyor benliğim,
  • Benliğine küçüğüm
  • Sen bana, hep öyle bak
  • Yüreğinin güzelliğiyle yeşerecek
  • Hasretin çiçekleri…
  • Yaşamak diyorum küçüğüm;
  • Sadece telaşlı bir koşturmaca…

Dün Bir Fidan Diktim Bahçeye

Bugün kapalı bir güne açıldı gözlerim, yatakta vakit kaybetmeden bahçeye ulaştım. Gözüme boşluklar takıldı, hüzünlü olduğum vakitlerde baktığım boşluklardan farklarının olmadığını anımsadım. Durumdan rahatsız olduğum için bahçeden de apar topar ayrıldım. Sokaklara daldım, meydanlarda yürüdüm, tenha mahalle aralarından usulca geçtim. Hasarlı binaları inceledim, içlerinde yaşayan insanların da hasar almış bireyler olduğunu varsaydım, bu düşünce gitmek bilmedi beynimden. İnsan kendisinde bolca bulunan bir kavramı etrafından da eksik etmez. Hüzünlüyse hüzünlü şarkılarla buluşturur kendisini, hasar almışsa sağlam olan her şeye imrenerek bakar ve acıyı tattıysa kendisine üzülmekten başka çaresi de yoktur. Saatlerdir sokaklardayım, hava bir türlü düzelmedi, bu durumu yıllardır bu hayatta bulunup düzelmiş hiçbir şeye rastlamayan benliğime benzetiyorum. Bir şeylerin farkında olmak, bir şeyleri bilmek bazen insanı yavaştan hasta eder. Küçük bir çocukken bir insanın saf sevgiye sırtını döneceğini bilmezdim, şimdilerde çok iyi anlıyorum. Benim gözümde insanlar ihtişamlı binalarda yaşayan yamyamlardır, bir insanı katletmenin sadece somut bir şekilde gerçekleştiğine inanırlar, bu yüzden de aptaldır birçoğu. Birbirlerine ettikleri kelimelerin çok güçlü bir silahın namlusunu terk etmiş kurşunlardan da ölümcül olduğunu düşünemezler. Çoğu gösterişten kopamaz, yaptıkları kötülükleri kimseleri tutamadıkları kalplerinde gizlerler. Gizledikleri sadece kötülükten de ibaret değildir. Kendisi de kötüdür aslında insanın, iyi yönleri olsa da kötüye daha yakındırlar. Ben de kötüyüm, şu kasvetli gökyüzüne bakarak bunu haykırabiliyorum, evet ben kötüyüm, birilerinin üzülmesine sebep oldum. Vurdumduymaz bir insan olmayı başardım. Tüm bunların altında yatan sebep, zamanında bir başkalarına yorduğum kalbimin onlardan gelen acılar sayesinde vücudumda en nefret ettiğim kısma dönüşmesidir, bu beni umursamaz yaptı. Bunca acıyı benimseyip günün her anında bana kendisini hatırlatması bilinçaltımı dağıtıyor. Sağlamlaşamayacak kadar dağınık bir bilinçaltına sahibim, orada ne yatıyorsa beni yıllardır rahatsız ediyor. Eğlenceli geçen nadir zaman dilimleri oluyor, oralarda bulunmak içimi ferahlatsa da bu anlar ne yazık ki çok uzun sürmüyor. Ben kendimi hasarlı binaların arasında benim gibi hasarlı insanları düşünürken buluyorum. Bazen sıradan geçen bir günden rahatsız olup bunun için de hiçbir şey yapmamakla yetiniyorum. Geç saatlerde gözümü kapatıp durgun günlere gözümü açıyorum. Sanırım her şeyden ümitsiz bir varlığa dönüştüm, hatta size bir sır vereyim, dün bir fidan diktim boşluklardan ibaret bahçeye, yıllar sonra onun dalında sallanacağım.

Sevda Dilenciliği

Gün tüm kötülükleri ve güzellikleri ile son buluyordu, kafasını koyduğu bir yastık, yastığını koyduğu bir döşek ve bir de han sahibiydi. Geçimini ise dilencilikle sağlayan bir ihtiyardan başka söylenecek bir tarafı yoktu. Kendi hanında dilencilik yapan bir ihtiyarın hikâyesidir bu, elbet bir gün son bulacak bir yaşamın penceresi. Her insan gibi düşünüyordu, aynı şekilde de diğer insanlar onun hakkında söyleniyordu. İki ayrı fikre ev sahipliği yapan iki ayrı bünye, iki ayrı beyin ve iki ayrı kalp.

Sabahın ilk ışıkları ile gözlerini açan ihtiyar, köşede duran testiye doğru uzandı, bu testi ona bırakılan tek armağandı. Testiden dökülen birkaç damla gözyaşı ile gözlerinin etrafındaki yaşanmışlıkları, tek seferde sildiğini düşünmüştü. Her gün aynı şekilde düşünürdü. Ellerini açar ve semaya bakarak sürekli ağzının içerisinde mırıldandığı duayı dillendirirdi. Tek isteği, tek kelimesi, ağzının içerisindeki birkaç sözcük idi. Şu an dilencilikten vazgeçse, ömrünün sonuna kadar keyif içerisinde yaşayacağı bir servete sahipti. Onun tek isteği bir sevgi idi, gönül idi, mesleği ise sevda dilenciliği. Kimsesiz bir handı oysaki neyin sevgisi, sevmek yaşlı ihtiyara denk gelecek miydi? Ömrünü kimsesiz bir taş yığını içerisinde geçirmesi bünyesindeki rutubetten belliydi, belki kalbi de taş misali sertleşmişti. El açtığı gibi emir de verebilecek bir yapıya sahipti. Daha önce sevda denilen illeti kestirememişti, sözleri iğneleyici, gözleri büyüleyici, yüreği ise buz tabakasından çıkan çöl kumu misali, bir gölgeye denk geldi. Bu belki de kalbinin çorak arazisini yağmur ormanına çevirmeye yetecekti, belki de karasal iklimini Karadeniz’e bırakacaktı, ondan gelen yağmurlar, gönül tabakasında bir fidan olup açacaktı. Açılacağını sanmıştı, yalnızlığa alışmıştı, gözlerine bakarak konuşmak için son adımları kalmıştı. Oysaki ihtiyarın bildiği tek cümle, ‘’Allah rızası için’’ demekti. Ne söyleyecekti, yerine getirebildiği tek görevi dilencilikti…

Öğrenmişti, sevda dilenerek bir yere erişilemeyeceğini. Konuşmak gerekti, her nefesinde oksijen tüketmek gerekirdi. Mesleğinden vazgeçmedi, ihtiyardı ihtiyarların inat denildiğinde, her daim başa çıkılmaz bir hal aldığını gösteriyordu. Yağmurlu bir han akşamı, toprak kokusu ile karışıyordu…

‘’Kendi hanında dilencilik yapan bir ihtiyarın hikâyesidir bizimkisi, her gün tezgâhı açtığında sevda diye öykünen.’’

Ram Oldum

Ram oldum aşkına

Ricat mı, imkansız

Ben aşkımda raci değilim

Rağm ile bekleyeceğim.

Radikal bir karar

Kesin bir emir

Sana olan aşkım.

Ben ki sensiz,

Fenerini kaybetmiş gemi,

Tedfin edilmiş meyyit,

Tedricen kuruyan çiçek,

Teessüf edilen aciz,

Koca acunda bahtsızım.


Ben ki seninle,

Can suyu verilen çiçek,

Koca dünyayı ısıtan güneş,

Sevinçten akan gözyaşı,

Tüm kenti seyreden çınar,

Çocuğunu kucaklayan baba,

Semada uçan bir güvercin,

Yağmuruna kavuşmuş

Bir çöl gibiyim.

Bir Tek Sen

Düşler düşleyemedi seni

Gözler, kalpler taşıyamadı seni

Rüyalar rüyada görmemiş seni

Ah bir sen görsen beni

Ah bir tek sen

.

Güneş semadan inmez

Ay döner dünyayı durmaz

Cemreler düşer bir bir bahar bitmez

Kainat seni görmek ister sen ise görmez

Ah bir sen görsen beni

Ah bir tek sen

.

Gözüm yolda, gönlüm mecnun

Yârim ırak, yollar uzun, ben vurgun

Yıllar bir gün, gurbet her gün, ben Yakup’um

Zaman kuyu, ben Yusuf’um, sen kervan

Ah bir sen görsen beni

Ah bir tek sen

Sen Mucizesin Kudüs!

Öfkem doldu, taştı Ya Rab!
Yine geldi rahmet mevsimi
Yine azdı zalim
Ve yine azaldı mazlum
Azaldıkça çoğalan o gür ses
Etrafını itler çevirse de
Kısılır mı aslanın sesi
Bir ses, yükseliyor Aksâ’dan
Duyuyorum başka bir kıtadan
‘Allahu Ekber’ diyor
Binse de göğsüne o hayasız şarlatan
Bilmezler ki o göğüs
Kudüs içinde o göğsün
Aksâ içinde
Beytullah içinde
İman içinde
Ne yazar zalim çökse üstüne

Bir anne
Eşarbı gözyaşı yurdu
Bir çocuk
Hiç çocuk olmamış
Kudüs’te doğmakla
O ki yeryüzünün en çetin davasına
Ümmetin yüz çevirdiği Aksâ’sına
Müslüman’ın gurbette kalan anasına
Açtı gözlerini doğmadan evvel
Biliyordu, geldiği mevsimin kış olduğunu
Biliyordu, bu yolun dikenle dolduğunu
Biliyordu, bu vatanda nice güller solduğunu
Bu vatanın acıyla yanıp kavrulduğunu

Topraklarında adım adım yürüdü Davud
Aksâ’nın tuğlalarını ördü Süleyman
İsa’ya vahyi burada gönderdi Mabûd
Namazla burada dost oldu Müslüman

Hiç görmemişti Alemin Fahri bu kutlu şehri
Bir gece İsra’yla buraya geldi
Burakla Sidret’ül Münteha’ya erdi
Durdu Cibril, aralandı perde
Selam olsun Hz. Adem’e
Musa’ya, İbrahim’e…
Elçisiz vahiy, perdesiz visal

Ey Kudüs!
Gökler şahittir bu kutlu buluşmaya
Toprak nasıl dayandı yerinde durmaya
Sema nasıl dayandı nur sağnağına
Ezelden belliymiş yükünün ağırlığı
Eğme başını yere, kaldır!
O gökler ki Miracın adıdır
Peygamberler cemaatidir son Peygamberin
O göklerde salınan Burak atıdır
Mucizenin sırrı dünyalar kadar derin

Dinledi Ebâ Bekir karış karış bu yolu
Pazaryerleri, kervanlar; Aksâ’nın sağı solu
El Hakk! Doğruydu hepsi gibi, dosdoğru
İnkarcılar hayretle dehşete boğuldu

Sen Peygamberin mucizesi Kudüs
Ey Peygamberin kıblesi Aksâ
Yeryüzünün incisi, öksüz evladı
Ümmet bir olsa da bir kere baksa
Gözyaşları bir kere Kudüs’e aksa
Diner mi göğsündeki yangın Ey Aksâ!

Zalimin elinde silah
Mazlumda sapan
Zalim büsbütün korkak
Mazlum büsbütün iman
Demeseydi Yaratan, sabırla dayan
Toprak çatlar, kan kusardı inan

Sen, ebabil kuşlarınla filleri bozguna uğratan
Sen, Bedir’de meleklerinle tozu dumana katan

Sen Hendek’te rüzgarınla düşmanı savurup
Sen, Yesrib’de Peygamber’e yeni vatan yaratan
İlk kıble, Kabil yurdu şimdi
Yetiştir lütfunu, ihsanını, keremini
Kahrolsun mescidime ellerini uzatan

Mavi duvarlarında yükselen o sapsarı kubbeye
Kefenden biraz evvel giyilen o bembeyaz cübbeye
Silahlar önünde adım adım çıkılan minberlere
Bir çocuğun parmağının gösterdiği gökkubbeye
Ömer’in eski bir gömlekle girdiği bu beldeye
Değince vahşi eli, inince kılıçlar
Ölür mü Hamza’lar, eğilir mi o başlar

Çocukların oynarken yere düşünce ağlasın
Analar bağrına bassın ayrı düşen Anayı
Babalar silahlara hudutlarda tutunsun
Kainat seyre dalsın bu huzurlu ravzayı
Top sesleri yalnızca Ramazan’da duyulsun
Geceyi aydınlatmasın göbeğinde çıkan yangınlar
Mü’minlerin bir gece huzurluca uyusun
Aksâ’da uyuyakalıp huzurla uyansınlar

Sabret Ey Kudüs! Sabret!
Dinecek bu fırtına, bu kasvet

Sen anasın, ümmet hayırsız evlat
Sen hasretsin, ahirette olsa da vuslat
Sen hicransın, sızın cehennemden keskin bir imbat
Sen İsra’sın, sen Peygamber’in bindiği kutlu at
Sen Miraç’sın, sen mucize sen inkarcılara tokat
Sen yolsun, sen köprü seninle geçilir sırat
Sen vatansın, etrafını sarsa da kanlı pusat
Sen İslam’sın!
Sen şehadet, sen diriliş
Sen en ulvi, en kutsi murat!

Saye(n)de

Kalbim(de), seni alıp nereye götüreyim?
Çok uzaktayım, uhtelerin ukdesindeyim.
Dudaklarının kenarında bir virgül kadar,
Gülüşün; şeklimden önce görünür şimalim.

Derin derine tesirin, varsın ki saye(n)de.

Kalbim(desin), seni alıp nereye gideyim?
Koydum başımı, koyduğu yere sevgilinin.
“Billur sevginin bir nuruna” derdim mi delil?
Âmâ olmuşum amma kalbim hiç öyle değil!

Razı mısın raz’ına de, varsam ki saye(n)de.

Kalbim(lesin), seni alıp nereye döneyim?
Bela’msın, yolun soluğun, aradım hemsen’i.
Tütmeyen yangınlar da mı gizledin yaren-de,
Avuç içlerimde filizlendirmek hep seni…

Değer tüm betimler, bir tecelli kalbimize.

Bergüzar senin halinde, vardık ki saye(n)de.

Ver Elini Güzellik

Günün biri, elin biri, emanetin diri
İri kapıların ardına kilitledin kalbini
Dallarında birikti yine heyecanlar
Çoktur içimizden taşacak olan canlar
Yoktur kıymeti gidene, bekletilen anlar

Al al olmuş yanakların şeker pembe
Begonvil açmış kuytularda, görülesi bir denge
Yüzünü eğdirir güneş bir bakışta
Kalbin seğirir güz gecikince zamana
Heybetli ama mahur gözlerin yaşarınca

Dereler daralır, gök çekilip susayınca
Bir mazlum bekler kapıda, elleri semada
Damla damla işler yüreğe, bir muamma
Sevinç gökyüzünde, hüzün ise kapıda
Gülmek güzeldir lakin ağlamak da bedava

Ver Elini Begonvil

Karşılaşmak mümkün, dünya dardır. Karşılaşınca bir şey beklemek kabahattir, har’dır, nâr’dır…

Mış…

Beklemek sevdayı eksiltmez ama âşığı çok yorarmış,

Sende öğrendim.

Bazı şeyler insanın elinde değilmiş, 

Ben sende öğrendim çaresizliği.

Hayat yerde tepinip ağlayınca verilen bir oyuncak kadar basit değilmiş.

İnsanın her mutluluğunun ardında onlarca  hüzün,

Her hüznünün altında binlerce mutluluk ve beklemek yatarmış.

Gözyaşı ağlayarak bitmezmiş.

Kayıplar insanı hem hayata bağlar hem de hayattan alırmış.

Yıllar sadece rakamdan ibaretmiş.

Geçen yıllar sevgiden hiçbir şey eksiltmezmiş.

Sevda sevilen kişiden bağımsız yalnız sevene bağlıymış.

Yürek çok kolay yorulurmuş.

Kalp atmak istemeyince durmazmış.

Yaşanılan mutluluktan onlarca kat fazla hüzün yaşanmadan, 

Hayat perdesi kapanmazmış.

Yaşanan her mutluluk zamanla birleşince, 

Gönle sadece hüzün yükü olurmuş.

Hisler bakiymiş.

İnsan ne sevgiyi ne de nefreti unutabilirmiş.

Hiçbir his karşıdaki insana boş yere bahşedilmez

Karşıdaki kalp insandan duygu seçermiş.

Yalnızlık hiçbir zaman kelimelerle ifade edilmez

Hep boğazda bir yumru olarak kalır,

Konuşmaya izin vermezmiş.

Ağızdan çıkan hiçbir söz boşa olmazmış.

Her sözün ardında onlarca sebep yatarmış.

Bu dünyada her şey olurmuş da…

Sevda Setri

Zelzeleye mazur nar taneleri dökülür semalardan. Ürkek ceylan adımlarım yetiyor sokağı inletmeye. Avaz avaz sevdanın kokusu mahrem dudaklarında. Karadeniz’in mavi gözlü çocuğu olmaktı hayali, bozkırın kısır kaderli esmer oğlu olmaktan yoruldu. Gecenin yorganı üstümü açık bırakıyor, sehere üşümüş oluyor ellerim. İlave sevdaların boynunda, takvimdeki katliam nedir? Gözlerinin kadri ısıtmaya yeter mi? Yoksa ben aidiyetsizlik naralarında dansa kalkmaya devam mı edeyim? Kandil susmuyor ki duyayım seni. Bu işitememezlik özrü de nerden peyda oldu? Doyumsuzluk iştahında en çok sana açım. Aziz şehrin sesleri hep muhtelif, ben sana muayyen. Sandalım suya ineli çok oldu, verdim onu ılık suların koynuna.. İşte, yüzüyor gözlerinde! Dimağım dolu müsaade et yer açayım, en güzel sofraları hazırlayayım sana gönül soframda. Ümitten aşımız ısınıyor ocakta.

Bağ için iki kelamın yan yana gelmesine ne hacet? Aynı semanın altında soluklanmak da hoştur. Söyle ona sevda setrini açmasın, vaktine meftun amellerin de yüzü asılmasın. Yoksa görülmüş müdür güneşin evvelden battığı? Elbet bu titrekliğin sebebi vardır, zira güllerin yanağı okşanmadan yaprağını açtığı nerde görülmüş?

Sümeyye Acar

Yazıda geçen şerhe muhtaç kelimeler:


Sema: Gökyüzü
Mahrem: Değerinden gizli kalması gereken
Kadr: Güç
Peyda olmak: Ortaya çıkmak
Muhtelif: Farklı, çeşitli
Muayyen: Belirli, bilinmiş olan
Dimağ: Zihin
Hacet: İhtiyaç
Setr: Örtü
Meftun: Gönül vermiş, tutulmuş

Gerçeğin Gölgesi Gölgenin Gerçeği

Gölgesiz bir gerçek düşünülebilir ancak gerçeksiz bir gölge söz konusu dahi değildir. -Bir ağaç gölgesi olmasa da vardır fakat bir ağacın gölgesi varsa mutlaka gölge oluşturacak bir ağaç gerektirir.- İşte ruh ve beden gerçek ve gölge gibidir. Beden gerçek ruh gölge gibi görünür, hakikatte ise beden ruhun ancak ve ancak gölgesi olabilir.

Zira öyle ruhlar vardır, öyle gerçeklerdir ki bedenleri toprağın altında dahi olsa onlar dipdiri hayattadır. Ve öyle bedenler vardır ki üzenlerine kainatin en büyük ışık demetleri de düşse asla gölgeleri gözükmez çünkü gerçek olan ruhtan mahrumdurlar ve gerçeklikleri silik bir gölgeden ibarettir.

Öte yandan gölge gerçeğin aksidir. Bu hem karşıt manasına gelen aksi hem de yankı manasına gelen akistir. Gölge gerçeğe sirayet edemeyeceği için ona çarpıp geri gelir ve gölge kendini ancak gerçekle var eder, yani gölge gerçeğin zıttıdır.

Zira vahdet yalnızca Hakk’a ait bir mefhumdur.
Kainatta Allah dışındaki hiçbir şey nicel olarak iki olmadan bir olamaz.
Hakka inanmak, batılı görmek ve kabul etmekle gerçekleşir.
Ölüm ancak yaşamla, yaşam ancak ölümle var olur.
Ezelini kabul etmediğimiz şeyin ebedinden de bahsedemeyiz.
‘La ilahe’ demeden ‘illallah’ denmez.

İşte gölge de ancak gerçekle var olur.
Gerçek(ruh)’in ispatı gölge(beden)’nin varlığını gerektirmez fakat bir gölge(beden) varsa mutlak bir doğrudur ki bu, gerçek(ruh) olanı gerektirir.
Bunun sırrına eremeyenler gölgeyi hedef alarak gerçeği yok edebileceklerini zannederler.

6.yy’da müşrikler, Çanakkale’yi kuşatanlar, Bosna’ya saldıran Sırplar, Ortadoğu’ya karabasan gibi çöken ABD ve diğerleri, Mescid-i Aksa’yı öksüz bırakan İsrailliler, Doğu Türkistan’a kan kusturan Çinliler ve daha niceleri bu sırra vakıf değildir.

Onlar kılıçlarını bedenlere doğrultur ve bilmezler ki gölgeye indirilen kılıç gerçeği yok etmediği gibi gölge kılıçla temas etmediğinden kılıç körelir, indiren el bükülür.
Onlar gerçeği camide, ezanda, eşarpta, ibadette ve benzerlerinde zannettiklerinden -ki kendileri bir gölgeden ibaret oldukları için gerçeği göremezler- onları yok ederek hakikati yok edeceklerini zannederler.
Oysa camii, ezan, eşarp, ibadet ve niceleri de imanın ve hakikatin gölgesidir.

Gölge, yanmaz.
Gölge, gerçek yok olmadan, yok olmaz.
Gölgeyi yok etmek için atılan her kurşun, atanı eksiltir.
Bir tarafın eksilmesi, karşıtın birbirini var etmesinden ve mukayeseyi bir referans kabul etmesinden yola çıkılırsa, karşı tarafı yüceltir.

Tarih boyu hakikati yok etmeye çalıştığını zannedenler, hakikati daha da var ettiler.
Ve hep olmaya devam edecekler. Bunu varlıklarına ve güçlerine olan inancıma dayanarak değil davama olan inancıma dayanarak söylüyorum.
Hakikat, İsrafil’in nefesine kadar var olacak ve hakikati var etmek için batıl da yaşayacak.

•Bir Olan Gerçek•


Eşref-i mahlukat bu birbirini var eden 2 şeyin –ruh ve bedenin- bütünüyle bir araya gelir.
Birbirine karışan 2 maddenin yoğunluğunu karışmadan evvel daha yoğun olan belirler.
İşte ruh ve bedenin bütünlüğüyle oluşan, insan,
ruhun çokluğuyla var, ruhun yokluğuyla yok olur.

Hakk’ın nuru, ruha -gerçeğe- düştüğünde hakikat -nurun gölgesi- doğar.
-Yani Hakk’ın tecellisiyle ruh, hakikate vasıl olur.-
Böyle böyle ilerlediğimizde her gerçeğin, bir başka gerçeğin gölgesi olduğunun idrakına varırız.
Ta ki, iki olmadan da BİR olabilen gerçeği buluncaya dek.

Çiçekleri Yaşatmak Zor

çiçekleri yaşatmak zor
Processed with VSCO with preset

konu komşu uyuyor şimdi mezarda
bir mezar ki
ne mermerden taşı var
ne de kahverengi toprakları
merhametsiz kaldım dik yapılar arasında
adıma edilen dualar yok
beton avlularda ise çıplak ayaklarım yanıyor
üzerime dökülen soğuk sular da yok

yalnızca bir şemsiyem var
gün uykusunda iken takınıyorum onu
eksik bir şey dinliyorum ve ellerin tamamlanıyor
bir de renkli renkli kupalarım var
renklerle aramız düzeldi ağbiler
ancak, hala siyahtan korkuyorum
siyah da bir renk demeyin ağbiler
ben bazen geceden de korkuyorum

güneş çok hızlı akıyor ve hilal onu kovalıyor
kovalandığından habersiz bir güneş
ne kadar kavurursa ortalığı
bir ağaç kaç nefes üretirse
ve kedim derken
niçin iyelik kullanıyorsam

bilmiyorum
bazı cevaplar çiçekleri yaşatmak kadar zor

Notalar ?

  • Yak notalarını , ey müziksiz dünya
  • Bir o kalmıştı zaten
  • Mahmur kalp atışımda demlenen
  • Eski türküleri, nota niyetine..
  • Eskidi suretim
  • İnsanların umursuz bakışları arasında
  • Çıldırmış olmalı bana göre sokaklar
  • Bize kaldı onları kabre koyan mel’unu bulmak
  • Susamak vardı vahalara…
  • Kalk, gidelim
  • Yabancıyız bu notalara
  • Melodileşen çağdaş müzikte
  • Beyin şişler her tarafta zırva müzikler
  • Yıkmak vardı şimdi medeniyeti.
  • Bakma ardına sakın
  • Yoksa geri çağıracak bizi notalar.
  • Dinlemeden gidelim.
  • Fırsat kolluyor kalbimizi kaydırmak için
  • Bağlamak için yüreğimizi.

Bir yarı aydınlıkta kaldık

Münteha Hanımla İstanbul Konuşmaları

Münteha Arıcan

Merhaba, bugün 24Okur’daki ilk röportajımla huzurlarınızdayım. Bu özel günde bana eşlik ettiği için değerli yazar, editör, kitap âşığı ve nice güzel yönüyle aramızda olan Münteha Arıcan’a da huzurlarınızda teşekkür ediyorum.

Sevgili Münteha, hoş geldin. Çok güzel görünüyorsun. Bugün biraz edebiyatı, kitapları ve İstanbul’un senin için ne ifade ettiğini konuşmak istiyorum.

Öncelikle okurlarımızın Münteha Arıcan’ı senin gözlerinden görmesi güzel olur kanaatindeyim. Bize bu özel pencereden gördüklerini anlatabilir misin?

Kendini anlatmayı seven biri olmadığım için, bir de kendini yeni yeni tanıma aşamasında biri olduğum için pek rahat cevap veremiyorum böyle sorulara maalesef.

Sanırım keşfetmeyi çok fazla seviyorum. Yani her yeni şey beni bir noktada ileri taşıdığı için hayatımı keşfetme düzeni üzerine kurdum diyebiliriz.

Fotoğraf: Münteha Arıcan

İstanbul’a yolunun nasıl düştüğünü sormak istiyorum. Seni kendisine çeken yönü neydi İstanbul’un?

İstanbul’a ben senelerdir gidiyorum ama senelerdir oraya ait hissetmiyordum kendimi. Yani hiçbir gidişimde oraya ait hissetmedim. Ve hatta Denizli’ye o kadar hemencecik dönmek istiyordum ki günübirlik oluyordu zaten hep gezilerim. Akşama kadar orada sıkılıyordum, bunalıyordum, çok kalabalık geliyordu. Ama sanırım yaş aldıkça insan daha farklı şeyler görmek istiyor.

Çeşitli sebeplerle İstanbul’dan şikayetçi olanlara rastladığında ne hissediyorsun? İçinden veya dışından onlara ne diyorsun?

Çok garip geliyor. Onlara hep bunu söylüyorum. Ama ne hikmettir ki hep böyle karşılaştığım insanlar yani İstanbul’u sevmeyenler, İstanbul’da doğup büyümüş olanlar oluyor. Yani aslında öyle bir nimetin içindeler ve bunu fark etmiyorlar ki…

İstanbul’dan sıkılıyorum diyenlere hep aynı cevabı veririm: Gel seni Denizli’de bir ay misafir edeyim. Ondan sonra İstanbul’u seviyor musun, özlüyor musun, özlemiyor musun, her şeyi görürsün!

Fotoğraf: Münteha Arıcan

Kitaplara karşı ayrı bir muhabbetin var. Bunu neye/kime borçlusun? Mesela sana okunan veya senin okuduğun ilk kitabı hatırlıyor musun?

Bana okunan veya benim okuduğum ilk kitap… Güzel bir soru. Bunu bir arkadaşımla daha konuşmuştuk. Şöyle bir kitabı hatırlıyorum, Sıcak Çikolatalı Yolculuklar. Ortaokuldaki Türkçe öğretmenim sayesinde okuduğum bir kitaptı. Sınav için okuyacaktık ama çok eğlenceli bir kitap seçmişti. Tam bizim düzeyimize uygun. O Türkçe öğretmeninin bize olan tavrı, yaklaşımı ve edebiyat sevgisini aşılaması o kadar farklıydı ki beni bir noktada Türkçe Öğretmenliği okumaya iten sebep de oydu, o kadındı.

Sanırım gerçekten güzel bir öğretmenle tanışmak hayatınızda yakalayabileceğiniz en büyük fırsatlardan biri. Ve zamanında, çocukken özellikle.

Özel değilse eğer, yakın ve uzak geleceğe dair hayallerini/hedeflerini paylaşabilir misin bizimle?

Şimdi özellikle bu 2020’nin hepimize öğrettiği en güzel şeylerden biri plansız olmak. Yani plansız demeyeyim de hani hiç değilse çok çok yakın vadede planlar yapmamak. İlk önce elbette hepimiz okulumuzu bitirip, o alanda kendimize uygun bir meslekte hayatımızı idame ettirmek isteriz. Ama bunun dışında isteyeceğimiz çok fazla şey de vardır.

Yaşadığımız dünya öyle bir hâle geldi ki hayal kurmamız zaten engelleniyor, önüne geçiliyor! Yani ne hayal kursak aslında o kadar boş geliyor ki benim için şu an.

“Biraz idealist ol, şöyle yap; realist ol Münteha, onu yapamazsın!” düşüncesi hep oluyor.

Hayatımın şöyle bir gayesi olsun istiyorum: Hakkını vererek bir eğitimci olmak istiyorum.

Nerede eğitim verdiğimin hiçbir önemi yok. Ki bu eğitime sadece okul çatısında bakmak da bana kalırsa büyük yanlışlardan biri.

Üslubundan etkilendiğin, biz okurlara da tavsiye edebileceğin yazarlar var mı? Mesela bir kitap yazacak olsan bunun içeriği nasıl olurdu?

Şu an kendime baktığım, gördüğüm kadarıyla mutlaka bir şiir kitabım olurmuş gibi geliyor. Zaten biliyorsunuz yazdığım şiirler var. Kendimi şair olarak elbette tanımlamıyorum ama onları elimde somut bir şekilde görmek isterim.

Ben pek kurgusal şeyler yazamayan, yazmayı sevmeyen biriyim daha doğrusu.

Öykü yazacaksam eğer bu benim için mesela durum öyküsü olur. O an durumu çok edebî bir şekilde aktarabilirim size ama kurguya dökme noktasında gerçekten başarısızım. Bu yüzden muhtemelen roman veya hikâye türünde bir şeyler olmaz.

İlk soruna değinecek olursam da şöyle söyleyeyim: Tarık Tufan’la yeni tanıştım ve gerçekten muazzam bir insan. İki deneme kitabını okudum. Bana o kadar fazla şey kattı ki o iki kitap (Bir Adam Girdi Şehre Koşarak, Kekeme Çocuklar Korosu)…

24Okur

Biraz da 24Okur ile tanışman ve sonrasındaki süreçten konuşalım istersen. 24Okur’un sana neler kattığını da merak ediyoruz. Burada yer almak isteyenlere de tavsiyen nedir?

24Okur ile tanışmam sevgili editörümüz Gülsüm vesilesiyle oldu. Kuruluş aşamasında olduğu zamanlarda da iletişim hâlindeydik değerli dostumla.

Malumunuz pandemi sebebiyle hepimiz evlerimize çekildik. Bir şeyler eksik kalıyor hayatımızda…

İstanbul gibi bir yeri bırakıyorsun, Denizli’ye geliyorsun. Bir anda hayatında bomboş bir yer açılıyor yani. Onun içerisine ne dolduracağını bilemiyorsun, afallıyorsun. Kendini yeniden keşfetmeye başlıyorsun.

Belki kendinle çok fazla baş başa kaldığın için de o sesleri duymaktan sıkılıp ya da bunalıp onları bir yere aktarmak istiyorsun.

Ben hayatım boyunca birilerine aktaran birisi olamadım. Hep olmak istedim ama insanlar buna pek müsaade etmediler veya suistimal edildi de diyebilirim bunun için. O yüzden kâğıt kalem daha iyi bir dosttu, seçimdi. Ben de onları seçtim kendi başıma kaldığım süre içinde. Daha sonra baktım bunların oluru var, biraz biraz gelişiyor. Ve birkaç arkadaşımın daha yazdığını görünce onları da alayım, 24Okur’a girelim biz dedim. Sağ olsun Gülsüm bu noktada çok yardımcı oldu bana. Motivasyona ihtiyacım olduğu zamanlarda da…

Baktım oluyor. İnsanlarla paylaşınca güzel geri dönüşler de alıyorsun. Seni mutlu ediyor. Yazma noktasında da heveslendiriyor bu durum. Kimseye anlatamadığın şeyleri yazıyorsun ya, o çok büyük bir rahatlık. Yani gerçekten üzerinden bir yük kalkıyor. Yaptığın kelime oyunları hoşuna gidiyor…

Çok güzel eleştiriler aldım. Kendimi o noktada geliştirdiğimi de düşünüyorum. Yani birçok arkadaşım belki de bu yazılarla beni tanıma fırsatı elde etti.

24Okur’un bana kattıkları gerçekten fazla; arkadaşlık, dostluk, samimiyet, içtenlik, yazarlık, editörlük…

24Okur’a başvurmak isteyenlere Instagram sayfamıza bir göz atmalarını tavsiye ederim ilk önce. Orada yaptığımız kaliteli içerikleri görüp zaten biyografi kısmındaki linkten bizlerle iletişime geçebilirler. Daha sonrasında editörlerimiz yardımcı olacaktır.

Münteha Arıcan
Münteha Arıcan

Yoğun tempona rağmen bize vaktini ayırdığın bu hoş sohbet için çok teşekkür ederim Münteha. Kalemine, ağzına, yüreğine sağlık…