İnsanların hayal kurarken gerçekleşeceğine inandığı, ekonomik sıkıntı yaşamadığı, hakkın yer bulduğu, adaletin doğru işlediği ve kişiye göre değişmediği, kişilerin düşüncelerini özgürce ifade edebildiği, yol kenarında koynunda çocuğu olan annenin dilenmediği, çöp konteyneri yanında çöpten bulduğu yiyeceği sessizce yiyen, mendil satan, kendinden büyük ağır arabayı sırtına yükleyen kağıt toplayıcı çocuğun ve babanın çaresizlik içinde olmadığı, ağlamadığı, kartonu önünde, boynu bükük, yüzü yere dönük adamın/kadının olmadığı bir yaşam istiyorum. Ben insanın ilk önce bir değer olarak görülmesini istiyorum.
Avlanmak, hem ava çıkmak hem de ava çıkanın yemi olmak manasında kullanılan bir tabirdir. Evet, kurtlar hem sürü halinde avlanır hem de sürü halinde avlanırlar.
Nehirkent’te, diğer her kentte olduğu gibi sokaklarında kast demokrasisi vardır. Demokrasi diyorum çünkü kastın bir üst basamağındakileri bir alt basamaktakiler seçer. Tabii bu çoğu zaman gönül hoşluğuyla olmaz. En alttaki bir üstü, o kendi üstünü, o da üstünü derken nihayet bir lider grubu vardır. Bunların çalışmaları genelde hayrâni yönde olmayıp şerrâni yönde olur. Yani onlar için Sokak Bozguncu Komitesi de diyebiliriz. Dolayısıyla bu SBK’lilere bulaşmak istemezsiniz.
Biz o zamanlar kastın alt kısımlarında bulunuyorduk. Dolayısıyla yukarıdakiler ne dese ne yapsa kabul zorunluluğumuz vardı. En azından konumumuz itibariyle. Ama daha önce belirttiğim gibi bir haksızlık olduğunda buna dayanamayan bir liderimiz vardı; Usta Kurt. Tabii ki bir olay esnasında biz de onun arkasında dururduk yavru kurtlar olarak. Ancak sokakta bizim dışımızda da kurtlar vardı. Bunlar yırtıcı kurtlar olup kendi türüne de hiç acımadan saldırabilir, kanını emmekle kalmaz ruhundan da bir parça alırlardı. Bu yırtıcı sürü, gözüne kestirdikleri küçük sürüleri asla affetmezlerdi. Ve bir gün bizi gördüler, onlara karşı dururken, sokak demokrasisini ihlal ederken gördüler.
Bir öğlen vaktiydi. Usta Kurt’un önderliğinde yine bir keşfe çıkmıştık. İstikamet üzere giderken solumuzda, top sahasının orada bir grup çocuğun etrafını sarmış yırtıcı kurtlar gördük. Sözde onların oyununa dahil olmuşlardı. Halbuki ne yaptıklarını görebiliyorduk; ruhlarından, bedenlerinden ısırıklar alıyorlardı. Biraz ilerledikten sonra Usta Kurt, nazik ama kesin bir tavırla, “Çocukları rahat bırakır mısınız, oyunlarını bölüyorsunuz. Ayrıca oynayış tarzınız hiç adil değil!” dedi. Bu bir başkaldırıydı. Aralarından bir yırtıcı kurt, süratle yanımıza geldi ve yaptıklarının bizi ilgilendirmediğini, buradan hemen gitmezsek bizim için hiç iyi olmayacağını söyledi. Bir anda öfkelenmişti. Bu büyük bir zaaftı, zira anlaşılan öfkesini kontrol edemiyor ve bunu dışa vuruyordu. Vücudundan bir enerji, büyük bir öfke yayılıyordu. Bunu hissedebiliyorduk. Artık anlamıştık ki arkamızı dönüp gitmeye kalksak bile bize saldıracaktı. O halde ilk hamleyi biz yapıp onu afallatmalıydık. Muhtemelen hepimiz aynı şeyi düşündük ve bu usta kurda ilham ve cesaret verdi.
Usta Kurt kararı hızlıca vermeliydi. Ben de o esnada kaçış planını tasarlıyordum. Gözüme çöp konteynerini, elektrik direğini ve otobüs durağını kestirip bir kaçış yolu planladım. Ve Usta Kurt ilk hamleyi yaptı. Rakibin yüzüne okkalı bir tükürük mezesi atıp hızla koştu. Bu rakibi afallatmış ve bizden birkaç saniye sonra harekete geçmesini sağlamıştı. Ardından üçümüz de ayrı yerlere koştuk. Zira birimizi dahi yakalarsa bu çok kötü olurdu.
Sinsi Kurt sahanın aşağısından, usta kurt ve ben gerisin geri kaçtık. Ustaya durağın aşağısına inip orada bir tur atarak rakibi ekmesini telkin ettim. Üst tarafa geçtiğinde hala yakınında olursa müdahale edeceğimi söyledim. Tabii bu iletişimimiz sözlerle değil bakış ve düşünce aktarımı ile gerçekleşiyordu. Zira olay saniyeler içinde cereyan ediyordu. Ardından Usta Kurt koştu. Rakip onu hızla takip etti. Neredeyse yakalıyordu ancak ustanın tur attığı durağın arkası sabit olmayan kumlarla doluydu, yani çok kaygandı. Tahmin ettiğimiz gibi orada kayıp yanı üzerine düştü ancak hızla ayağa kalktı. Çok hızlı koşuyordu. Ustayı yakalayacağından korkmuştum. Ancak ikinci planı devreye sokarsam bir kaçış ihtimali olurdu. Usta Kurt’a işaret edip buraya gelmesini söyledim. Hemen arkasında rakip kurtla beraber bayırı çıktılar. Anlatmak istediğimi anlamasını umarak pusuya yattım. Oval olan duvarın hemen yanından dönüp çöp konteyneriyle duvar arasındaki küçük boşluktan geçmesini bekliyordum. Ve Usta Kurt o dar aradan süratle geçmeyi başardı. Ben onu gördüğüm anda duvarın köşesinden çıktım ve tam aradan geçmek üzere olan usta kurda elini uzatmış rakip kurda, çıkmış olduğum mevziden aldığım birkaç metrelik ivmenin de enerjisi ile tüm gücümle bir omuz attım. Neyse ki tam olarak isabet ettirmiştim. Yere düşmese de tökezlemiş ve sokağa dalamamıştı. Ben ve sinsi kurtta hemen Usta Kurt’un arkasından sokağa, ardından da güvenli bölgeye, avluya girebildik.
Heyecan ve umut veren bir başkaldırı ve dik duruştu bu. Ve başarmıştık. En önemlisi de buydu. Daha sonra bir tekrarı olacak olan bu savaş kayıtlarımıza Büyük İskender Harbi olarak geçecekti. Sürü halinde avlanan kurtların, adalet uğruna başkaldıran yavru kurtları avlayamamalarının hikayesi. Ve sürü halinde bir kurtuluşun mücadelesi.
Hissettiğin kokunun bir sonraki evresi dokuyu görmek evresidir. Göz, alıştığını yitirmek istemez.
Pandemi süreci başlayalı tam bir sene oldu. Ne çok can gitti, ne çok şey kıymetsizleşti, nefes aldığımız milimden başka değerimiz yok. İnce eleyip sık dokumaktır emelimiz. Yoksa bir gazetede sudoku bulmacası çözer gibi beyinlere hükmetmek gayesini kastetmiyorum. Bilimde ‘Doku uyumu’ terimiyle ifadelendirilir. Fakat biz sözelciler, sağduyulardaki bileşimini kimya diye adlandırmayız. Buradaki doku, ruhun saydam, bakışın duruluğu, yüreğin kişiye ön yargı anestezisindeki tespitlerdir.
Mekanın fiziği insanın varlığınca mana kazanır. Jose Saramago romanında şöyle bir pasaj geçer; ’’Eczacı kalfası doktora konuşmak istediğini söyledi, yakalandıkları hastalık hakkında bir kanıya varıp varılmadığını öğrenmek istiyordu. Bunun şimdilik kesinlikle bir hastalık olarak nitelendirileceğini sanmıyorum diyerek söze başladı. Doktor, sonra gözleri kör olmadan önce kitaplarda okuduklarını çok basite indirgeyerek özetledi.’’ Hiçbir şey basit değildir.
Şaşkınlık içerisindeyim, katıldığım bir sempozyumda roman kurgusuna benzer olaya tanıklık ettim. Sosyal Bilimler Kent Tarihi hakkında düzenlenen programda eczacı hanımın görme engelli birey için ‘’Kör adam neden gelmiş ki?’’ Diyerek tık nefes yemeği yedikten sonra da sigara içmeye kapıya çıkması durumunda tamamen yorumsuz izledim. Sağlıklı düşünüyor muyuz? Her meslek ne kadar ruhuyla adanmış derecesinde üretim akıcılığında? Çalışmak ile hırs ve ihtiras bürünmesi arasındaki o muhteşem çizgi, ya bir duruşun vardır ya da göstermelik duruşun sır perdesini gizliyorsundur. Sanmak hissiyatının evvelinde işaretler görürüz. Mistik sezgilerden yeryüzünün hücre, doku, molekül ötesinde daha sinerjik yayıldığını kabul edelim. Neye hizmet ediyoruz? Varlığımızın amacını biliyor muyuz?
Cenk, çarpışmak, sahtelik ve gerçeklik taraftarlığı, şu çağın dokusuna; kimisi yarayı deşiyor mental yaraları çoğaltıyor, kimisi de tazelenecek sahi hayatın güz mevsimini silmek niyetiyle şeffaflığı irade paklığından kainata ışık merceği bırakıyor. Okyanus yüreklilerin bütünlüğü, dünyayı iyileştirecek.
İnançlarının alevini sormaya geldim, Kendi kendime ne ettim? Sabahlara kadar neyi beklettim? Hakikaten de an bu andır…
Yangın var Baba! Yangın var! Şu göğsümün içinde kıpırdanan, alevlerin coşkusu var.
Of içimde biriken şiirler de mi abayı yaktı! Yaktı başını, bilmezken sonunu. Alıp verdiğim nefes dahi ciğerimi kanattı, Saplantıdan mı saplayandan mı bilirsin sorunu?
Yangın var Baba! Yangın var! Şu göğsümün içinde saplanan, hançerin ateşi var.
Sevdiğim, gözüm, ciğerim, efendim… Aşkın ateşinde tek emin yerdeydim. Bu gerçeği ne zaman öğrenecektim? En güzel saflaştırıcı ateş, en güzel vekilimden.
Yangın var Baba! Yangın var! Şu göğsümün içinde sığmayan, ateşlerin cenneti var.
Aşktan haber verin bana, nerede aşkınız? Derdi: Aradığı yolda seve seve teslim olmuştur. Öylesine büyük sırlar taşıyan kalbin, Aşık olmaktan başka çaresi yoktur.
Yangın var Baba! Yangın var! Şu göğsümün içinde kurulan, aşığın yuvası var.
Yangın var bana! Yangın var! Şu göğsümün içinde yokken var olan, bir bergüzar canım var.
İnsan cevaplamaktan korktuğu her sorudan kaçmakla, bilmediği topraklardan adımlarını kaçırmakla, kendisinin kıyısında durmakla meşhurdur. İnsanın kendisine ulaşması, iç’e konuşması kolay değil. Mesela sen Ormangülüm; kendi sesini kendine duyuramamakla tanınıyorsun yeryüzünde. Üstelik senin bir adın da Asude…
İnsan saatlerce oturabilir bir aynanın karşısında. Yürüdüğü yolların ayaklarında bıraktığı izleri seyredebilir. Dokunduğu duvarların dokusunu yeniden hissedebilir ellerine bakarken. Bakışları sol omzunun üstünde gezdiği anlarda tanıdık bir sızı acıtabilir içini. Yüzüne bakıp hikayesini okuyabilir çizgilerinde. Ama hiçbir aynada kendisinin karşısına oturup gözlerinin içine bakamaz insan. Çünkü gözlerin kulakla duyulmayan bir sesi vardır. İnsan gözlerine baktığında kalbinin konuşmasını dinlemeye başlar. Mesela sen Ormangülüm; kendi bakışlarını kendi gözlerinden kaçırmakla, kalbine sağır olmakla tanınıyorsun yeryüzünde. Senin bir adın da Ahraz hem de…
İnsan biriktirdiklerine rağmen devam eder. Toplasa, albümleri dolduracak fotoğraflara ve fotoğraflarda biriktirdiği gözlerine rağmen yeni bir şeyler görmeye devam eder. Kulağına değen veda konuşmalarına, yarım kalmış seslere rağmen yeni bir şeyler duymaya devam eder. Kırılan hayallerine, biten baharlara, defterlerde kuruttuğu güllere rağmen ummaya devam eder. Sen tüm biriktirdiklerinle, kendine sakladıklarınla, içinde çoğalttıklarınla koca bir kalabalığa gerçek bir bütün olduğunu haykırmaya yeltenirsin. Cesaretini sunmak istersin; tüm biriktirdiklerine rağmen devam ettiğini görsünler istersin. O anda kaçtığın soru yakalar seni. İnsanın nasıl devam edebildiğinin yanıtını vermeni ister…
İnsan biriktirdiklerine rağmen devam edendir çünkü neyi ne kadar biriktirirse biriktirsin muhakkak bir eksiği vardır. İnsanız, hepimiz bir eksiğiz, bazılarımız çok. İnsan eksiklerini tamamlamak için devam eder…
…
Yazmak kolay iş değil. Kelimeler insanı bazen kendisiyle burun buruna getiriyor. Satır aralarına gizliyor insan o anlarda nefes nefese kalışını. Yazmak; bir seferde yazamadığın kelimeyi harf harf dağıtmak başka sözcüklere…
Rüzgarın esintisi vuruyor yüzüme Katıksız sevgiler atılmış Göğümün koğuşu dolmuş şimdiden Birer birer dökülüyor içimin yalnızlığı Hülyalı akşamın deniz kenarında Ufak bir gezintiye çıkıyorum Bir akşamüstü serinliğinde seviyorum seni
Çocuklar koşuyor renkli balonların ardında Artık onlar gibi şen gönlüm sevda aralığında Ufukta güneş, içimde yaşama şevkim Dalında bir gül tomurcuklanıyor Yerinde bir tırtıl güzelliğe bürünüyor Dalgalara sığınak oluyor sahiller Denizin ilk dokunulmazlığında seviyorum seni
Şimdi bir kucak dolusu sevda getirdim Yeşilliklerin ardında koca bir arsa İçimin genişleyen ufkunda umut ışığı Sesimin uzandığı yerden yanık türküler… Ahenkli dizeleri bırakıyorum âşıklara Nâmütenahi satırlara gizliyorum hevesimi En bahtiyar şiirlerle seviyorum seni
Nâmütenahi
Gönül hun oldu ezele
Giren han buldu güzele
Yolu yokuş olsa da ebede
Yazacağımız vardır gazele
Yürüdüğüm yolda gölgem ne yana düştü Ne ara kaybettim benliğimi ruhlar çarşısında Zamanı harçlık yapan delik cebimde tutmuşum Yine kapısı hüsran eşiğinde çocukluğum
Büyümek isterken delice Tut ellerimden çocuk! Diyemedim Diyemediğim pek çok şey gibi tozlu sayfalar ardına sakladım Bir sır ki kuyular içinde Bir ışık ki umut içimde
Anlayanlar ağlarmış Gün olur ağladığımı anlarım Öznesiz yaşar bayramlık sevinçlerim Gözü yaşlı annelerin yüreklerine takılır hüzünlerim
Kulaklar kapansa da konuşan kalbimin sesi duyulur elbet Yalanın efendi olduğu çağ da hakikat köle Sultan Süleyman’a ne kaldı söyle
Çocuk
Tarih atmadan yaşayamamak Nasıl da önemsiz kalacaktı oysa Dünyaya gelirken ve giderken atılan tarih dışında Seni bir tek böyle yâd edecekler unutma! Sakın ha sevmeyi yarına bırakma Çünkü bilirim, yarına bırakılan hep yarım kalır
Yazmak ibadetimdir, ibadetimdir şiir Kalemimdir askeri cihat meydanlarının Göğsümde gizli şehir, efendim olur esir Selvi boylu esirde izi var yaradanın
Denizin mavi kokusu sinmiş dudaklarına Dağlar kadar heybetli yemyeşil bakışların Her hecende kıyamet, üflüyor gibi sûra Bu mahşer meydanında sesi var yaradanın
Dünya samanlığında ben bir iplik sen iğne Kül etmiş samanları içimdeki yangının Bulmuşum şimdi seni şaşılmaz bu ahvale Kader içinde sonsuz gizi var yaradanın
Bulmak değilmiş murat aramakmış gaye Simsiyah da olmuşsun hani nerde yangının Ateş ateşi yakmaz sen bir korkak pervane Cehennemde kaçılmaz közü var yaradanın
Yağmur indi büsbütün temizlemiş cildini Özünü gördüm artık imtihan senin adın O’nu ararken sende kaybetmişim kendimi Kesmem ümidi yine affı var yaradanın
Yalnız yeryüzü değil, gökler de mahşer yeri Her meftuna demişler bir yüzsüz dilber yazın Binbir yıldız içinde, mecnun eden güneşi Sûreti görünmez bir ayı var yaradanın
Bitmez mi senin çilen, hiç mi görmedin vefa İmtihan mı zulüm mü yoksa bana yâr mısın Sana değil inancım marifet sende sanma Yokuşlar ötesinde düzü var yaradanın
Kalk artık ey perde kalk! Kalmadı tahammülüm O’na giden yol nerde beni O’na götürün Ara da bul dediniz, dümdüz yolda kayboldum Aramakla bulunmaz yolu var yaradanın
Selvi dedim ay dedim güneş dedim yâr dedim Tükettim nefesimi bulmak için, nerdesin!? Çöle vurup kendimi aklımı da yitirdim Derinlerde saklanmış aşkı var yaradanın