Ruhen lagar düştüm
Hükümsüz kaldım.
Acul iş yaptım düştüm.
Kimsesiz kaldım göçtüm.
İmtihan dedim, sabur oldum.
Bir ömrü göze aldım,
Bir göze ömür verdim.
Bir duaya el açtım
Bir umuda tutundum
Bir bakışa tutuldum.
Zülfünü hiç görmesemde
Görmeden aşık oldum.
Bir yari sevdim,
Yari sevdirene aşık oldum.
Güzel günler gördüm,
Zor imtihanlar geçtim.
Usul iş yaptım düşmedim
Kimsesiz kaldım göçmedim
İmtihan dedim.
Bir ömrü göze aldım
Bir göze ömür verdim.
Sabır dedim, selamet diledim.
Gurbeti yaşadım,
Vuslatı buldum.
Gurbeti Yaşadım
Kış Nefesi
Bir hüzün ki yağmurlara, buluta ve aşığa.
Delirmişcesine bakan gözlere inat,
Benliğim kaçak.
Kurtulmak yok ellerinden,
Hepimiz sudan sebeplere tutsak.
Sıtma bıraktı kar yağan kaldırımlara.
Üşüdü mü?
Yanaklarına tutunmuş bir damla yaş.
Sokak lambasının ince sızısına bak.
Gördün mü?
Ruhumdan döktüğüm kırıklarım aydınlığında,
Nasıl da korkmuş yokluğunda.
Şimdi bu kente el salla,
Veda olmuş sana, akşamında bıraktığım yalnızlar.
Ölünç Kentinin Seyahatnamesi

İnsan seslerinden usanmış sokaklar,
İlk aşklarının baş harflerini yazıp,
Bir kalp boşluğu uzaklıkta kendi baş harfini yazan aşıklardan,
Direnişlerini yazılarla gösteren devrimcilerden korkarak;
Ayakta durmaya çalışan duvarlar..
Hangi derdi için içtiğini kendisi bile bilmeyen,
Soluklarından çok içen sarhoşlardan yorulan kadehler..
“Belki biraz açılırım” diye caddelere dökülen avareler,
Çimlere uzanan,
Henüz acı tatmamış -ki tebessüm ederek hayal kurduğundan belli,
Yıldızları izlemeyi romantik sanan birileri,
Balkondan izlerken şehri,
Sevişmekten yorulmuş,
Ruju yanağına kadar bulaşmış kadınların kahkaları..
Bir yerlerden gelenler,
Bir yerlere gidenler..
Kaldırımlarda yürüyenlerin cebinden dökülen hüzünler,
Sanki hepsi de..
Hepsi de darağacına asmış duygularını,
Umutlarını boğmuş hıçkırıklarıyla..
Bir temmuz akşamını sonbahardan beter eden,
Tebessüm öldüren bakışlar..
Şehir,
Yaşamayı kalbin atıyor olmasını zannedenlerle dolu..
Kediler bile çöpleri karıştırmıyor artık,
Uykuyu bölercesine havlamıyor itler..
Plak dükkanları taziye evinden beter sessizlikte!
Yolda “tanrı rızası için…” durduran dilenciler,
“Aslında zenginlik mutlu olmaktır” der gibi hallerinden memnun,
Tebessüm dilenir gibi susarak yüzlerimize bakıyorlar.
“Bu adrese nasıl gidebilirim?” diye gezinen yabancılar,
“Kendimi nasıl bulabirim?” sorusunu benimsemiş olmalılar ki;
Ellerinde yırtık kağıtlara yazılmış,
Zihinleri kadar karışık yazılar yerine;
Bir tütün tabildotu ve çarkını çevirmekten sertleşmiş bir çakmak.
Deniz kenarındaki; -ilk defa deniz görüyormuş gibi gözlerini kırpmadan izleyen-
Bankları işgal edenler de yok artık..
Kocaman bir sessizliğin taburesinde duruyor şehir;
Gökyüzünde asılı duran bulutları boynuna dolayıp,
Tabureyi tekmeleyerek intihar edecekmiş gibi…
Aitsizliğin Öyküsü

Huzursuz bir gündü. Güneş, tüm gün bulutları arasında keyifsiz keyifsiz dolaştı. Günün bitmesine yakın güneşin suratı asıktı; kızıllığıyla batmaya doğru ilerliyordu. Yeterince güneşin sıcağından nasibini almış duvarsa vah vah, çok yazık!.. Kavurulmuş, ellenmeyecek kadar ısınmıştı. Şu saatlerde hava ısısını kaybediyor, duvar soğumaya koyuluyordu. Bedenini çevreleyen bahçede ne ararsanız vardı. Gözünün içine içine çiçek yaprakları, sarmaşıklar ve ağaç dalları sokuluyordu. Duvar, bir güzelliğin boğucu elleri tarafından boğazlanıyor, nefesi kesiliyordu. Bu kadarı onun için fazlaydı, tıklım tıklım dolu bahçede kalabalıktan bunalmıştı. Bu kalabalık yorgun ve karmaşık hissettirmişti. Kendine ne yer, ne de kafa dinleyecek bir an bulabiliyordu. Ansızın ağacın bir tanesine kuşlar konuyor, sabahtan akşama kadar cıvıldamaları başını şişiriyordu. Duvarın sabır taşı çatlamak üzereydi. Yer yer gövdesindeki bu çatlaklar korku ve endişeyi doğruyordu. Yıkıldığında büyük kayıplara yol açacaktı. Harabesinin altında ezilenlerin vay haline! Yine de ayakta durmasını biliyor; bu fedakarlığı, sessizliği ve sakinliği etraftakilerin takdirini kazanıyordu. Her ne kadar güzellikleri gövdesinde hissetse de bu kadar mahreminin meşgul edilmesini kimse istemezdi. Duvar dayanıyordu. Dayanmazsa hakaretlere maruz kalacaktı. ‘Hay senin gibi duvarın!’ sözü altında ezilecek ve harebe olacaktı. Gururuna yediremezdi; yağmura, güneşin kavurucu sıcaklığına ve üzerine üzerine gelen bitkilerin boğuculuğuna sabır ediyordu. Bedeni kırmızı tuğlalarla inşa olmuş fakat yıllardır içi rüzgarın ağaç yapraklarını savurunca ortaya çıkan bağrış çağrış sesleriyle dolmuştu. Bütün gün hiç es yoktu; güneş yine tam tepede en sıcaklarını duvarın tenine yağdırıyordu. Duvar direndi, güneşe birebir maruz kalmaktan kurtulacak bir varlık aradı. Yanı başında duruyordu, gözlerine ilişti. Şefkatli, etraftakilere merhamet ve güven veren ağacın gölgesine yanaştı. Sevindi, ağacın gölgesi bedenini adeta okşuyordu. Kavrulan ve yanan yerlerine derman olmuştu. Bahçedeki bitkilerin üzerine gelmesinden yakınıyordu fakat bu ağacın hürmetine sitem etmekten vazgeçti. Saatlerce güneşten kavrulacağı yerde bir kurtarıcı gövdesini siper etmişti. Kendine huzurlu yemyeşil bir dost edinmişti. Dostunun yapraklarının mevsimler boyunca renk değiştirişini koynunda hissedeceği günlere üzüldü. Tüm güzelliklerin arasında bir his sizi boğar ve nefesinizi keserdi. Bu his aitsizlik, aitsizlikle beraber göğsünüzde yükselen yalnızlıktı. Ve zaman su gibi akıp gittikçe ezilir ve kavrulurdunuz. Bütün gerçeklikte yüzleştiğiniz vakittir bu vakit. Bir duvar gibi hareketsiz, müdahalesiz kalırsınız. Kıpırtısız duvarsınızdır; üzerlerine gitmek elinizden gelmez. Onlar sizin üzerinize gelir, müdahale ettiklerinde hayatınızı şekillendirirler. Ne aldığınız nefesten tat alırsınız ne de iki cümle kelam söylemekten. Sıkış pıkış ruhunuzu istedikleri gibi yönlendirirler ve sadece kaybettiğiniz benliğiniz oluverir.
Bir Ruh Doğa’yla Huzurlanıyor

Pencerede saçları ağarmış bir kadın, dirseğini pencerenin mermerine koymuş, yanağını da avuç içine – bir görseniz avuç içinin tontoşluğunu, orada uyuyup uyanmak istemezsiniz – yatırmış bir halde bahçeyi gözlüyordu. Uyukluyor gibiydi, yüzü nedensiz asıklaşıyordu. Asıklaşan yüzünde, yine de tatlılığı kaybolmuyordu ve eskisinden daha sevecendi. Hırıltılı öksürüğüyle kuşların sesi, birbiri ardına apartman boşluğunda gün boyunca yankılandı da yankılandı. Manzarası, pencerenin parmaklıkları sayısınca eşit parçaya bölünmüş bir şekilde görünüyordu. Parmaklıklardan rahatsız değildi, hem belki bi iki kuş konar ve sevimli arkadaşlar edinmek ruhuna iyi gelebilirdi. Çok günler bitirmiş, çok güneşleri batırmış ve göğe yükselmişti o pencerede. Arada odaya bakıyor, biriyle göz göze gelerek cansız bir tonda cümleler sarfediyordu. Mecali yoktu, çoğu zaman dışarıya doğru bakarak soruları yanıtlıyordu. Tastiklemeleri kısa, geçiştirici ve soğuktu. Sevmesine seviyordu evdekileri fakat hislerini gizliyordu. Ele vermiyordu sevgisini, şirinliğini. Soğuk ve karamsar bir role bürünmek, durgun bir ifade takınmak ve tüm gün pencereden dışarıyı izlemek ruhuna iyi geliyordu. Hayattan nasibini alacağı kadar almıştı; hiçbir beklentisi kalmamıştı. Sırtıyla evdekilere bir duvar örmüş, pencerenin dibinde aydınlık bir feodalite kurmuştu kendine. Dokunulmazlığını ilan etmişti. Sadece temel ihtiyaçları için pencereden ayrılıyordu. Pencerenin başından ayrıldığında mekanik hareketlerle ilerliyor, jest ve mimiğe yer vermeden ihtiyaçlarını görüyor, kimseye bir duygu belirtisi göstermeden yerine dönüyordu. Yetişme derdi yoktu. Hayata geç kalmanın verdiği keşkelerin hüznü, onu bu pencereye bağlıyordu. Gündüzleri evin karanlığını – gündüzleri pencereden baktığınızda, yüzünüze güneşin aydınlığı vurur; arkanızda bir karanlık var olur, sırtınızda şiddetini hissedersiniz – ve geceleri de evin yapay ışığını sırtında hissediyordu. Pencerede saatlerce etrafa bakmaktan hiç sıkılmaz mı insan!.. İşte o hiç sıkılmıyordu. Aklının derinliklerinde yüzüyor, bulutların üstünde turluyor ve ağaç dallarının rüzgar yönüne doğru yatışını seyrediyordu. Bir ara göz bebekleri sabitlendi, bir yere odaklandı. Heyacanlandı, bir kırlangıcın yuvadan etrafa bakışını gördü. Kendini kıyasladı, uzun bir süre gözlerini oradan ayırmadı. Neşelendiği yanaklarından, gözlerinin kenarındaki kırışıklığın artışından anlaşılıyordu. Kendi kendine eğlenmeyi, iyi hissetmeyi başarabilmenin duygusu farklıdır. Muhtaçlık hissetmemek, tek başına da ruhunu canlı tutabilmek kayda değer bir edinimdir. Kimse kimseye mutluluk veremez; kimsesizlik mutsuzluk vermez. Ancak mutluluğu kendimiz gidip aldığımızda tadını damağınızda hissedersiniz.
Ruh-u Revan
Varsın yansın içimiz
Ele gider nasıl olsa, yeminimiz
Çocuklar gibi sevinsin içimiz
Nasıl olsa zaman akıyor, su duruluyor
Olacak olan olsun a cânım
Nasıl olsa kir, pas tutmuş gönül
Nihayetinde gelecek bir gün
Kuru kavak yaprakları gibi hüzün…
Derdini söyle içini hizb ettirme
Gözlerini kaçırma belli de ettirme
Nasıl olsa arınacağız yalanlardan
Nasılsa gireceğiz, aynı mekandan
Nasıl olsa oluşumuz topraktan…
Ne demişti şair, Şükrü Erbaş;
“Bir yanım gündelik şeyler
Evdir ekmektir
Yaşadığım kaskatı;
Bir yanım olmadık türküler söyler
Yoldur özlemdir
Benim en güzel düşlerim
İçimde kaldı…”
Birkaç mahcup satır bırakmış olayım sana
Birkaç laf kalabalığı, birkaç ümit kırıntısı, belki dokunurum kalbinin ufacık köşesine…
Belki merhem olurum yanığına, belki mürekkep olurum kalemine, belki soluğun umut olur nice ruhlara. Belki…
Dip

“Yıllar önce yazdığın 10 satırlık yazı yıllardır yatağımın başucundaki çekmecede duruyor. Kalbimin 7 kilitli çelik kapıları tek bir bakışınla açılıyor. 21 yılın yorgunluğunu taşıyan bu kalbim, sadece senin varlığını hissedince dinleniyor. Gelecek yalnızca seni düşleyince bir anlam ifade ediyor. Hayatımın sessizliğini yalnızca gözlerin yıkıyor. Kendine bile güvenmeyen kuşku dolu ruhum sende bir an bile tereddüte düşmüyor. Güneş doğsa bile sabah olmayan gecelerimin karanlığını varlığın aydınlatıyor. Yerimi, yolumu, yönümü sen belirliyorsun.”
Kapının tıkırtısıyla birden düşlerinden fırladı. Öylesine yoğundu ki düşünmeye bile vakti yoktu. Ne yaptığını, ne istediğini, ne yaşadığını düşünmeden her şeyi sadece birer alışkanlık olarak yerine getiriyordu. Çoğu zaman da davranışları sergiledikten hemen sonra neden böyle yaptığını anlamak için kendisini sorguya çekiyordu. Ama bu sorguları da ansızın duyduğu seslenişlerle yarım kalıyordu. Git gide kendi iç sesine yabancılaşıyordu. Önceleri rüyalarında yaşamını sorgulayabilirken, şimdilerde rüyaları da onu terk etmişti. Kalabalıkların ortasında yabancı, gözleri ve kalbi korku dolu olan bir çocuk gibi hissediyordu. Hatta bazen kendisine öyle üzülüyordu ki, ruhu bedeninden çıkıp bedenini sarıp sarmalamak istiyordu. Sessiz birisi de sayılmazdı aslında ama söylediği kelimeler ruhunda yaşanan o büyük ve dinmeyen fırtınalardan bir nebze bile iz taşımıyordu. Sadece sorulan soruların cevaplarının boğazında nefesini kesen birer yumru olduğunu bildiğinden işi şakaya vurup soruları geçiştiriyor, konuları daha kolay cevap verebileceği yerlere çekmeye çalışıyordu. Bazen de yorgun bedeni tüm bu duygularla baş edemiyor, boşluğa dalıp gidiyordu. Zaman, hayat, hisler sahip oldukları anlamların tamamını boşluğa veriyor, o boşluk da girdaba dönüşüyor ve bütün varlığını içine çekiyordu.
Gelen kapıcıydı. Günlerdir evinden çıkmadığından dolayı bir terslik olup olmadığını kontrol etmek istemişti. Fiziksel olarak herhangi bir sorun olmadığından dolayı da gitmişti. Peki ya ruhen olan sorunlar…
Şarkıların Enlerini Seçelim #2
Ünlü sanatçıların şarkıları arasından en sevdiğini seçmeye ne dersin? Ne duruyorsun? Haydi ankete 🙂
[zombify_post]
AHENK
Uçurumlara kurulmuş bir firar sesim.
Çığlıklara fısıldayan o hece,
Yoksunluğa suskun her gecede,
Dökülüyor yıldızlara karanlığım.
İçimin köşesine bürünmüş parlaklığınla,
Gözlerine zifir dokunuyorum.
Ellerimi soğuğa basıyorum.
Soğuk ya,
Bir çift sıcak oluyor parmak uçlarıma.
Önce bir ceviz sonra selvi gölgesi,
Ağırlığını atıyor seherin aydınlığına.
Bir kurumuş dal hışırtısı içimin sesi,
Hadi sularını akıt esaretin kabuklarına.
İç Döküntüsü
Kendini birçok nedenle boğuşurken bulursun aniden. Çıkmaz sokaklarda bitmez tükenmez, ezelden beri gelen yüklerin altında ezilirken bulursun kendini. Sonu var mı bilinmeyen bir yolda kendini harap ederken görürsün.
Nedenini merak edersin hallice, düşünürsün ve düşündükçe yüzmeyi bilmediğin deryada çırpınırken yetişmeye çalışırsın boğulan kendine. Kendine neden diye sorarken ne ara geldim buralara ne ara boğulmuşum diye sorarsın ölü hâline. Hâlbuki sen ölü halinle farkında değilsindir bu yaşantılarının mazinin bir cezası olduğunu…
Mazi deyince ne kadar da uzakmış gibi geliyor değil mi?
Aslında öyle olmadığını hepimiz biliyoruz. Sürekli gölgemizmiş gibi peşimizden geldiğini de biliyoruz. Kimse kimseyi özellikle de kendisini kandırmasın.
Her şeye kanmaktan gelmedik mi bu hallere. Ve her halimiz maziye malûm değil midir?
Ne demiştik kendimizi kandırmayalım ve teessüfle evet cevabını verelim.
Bazı bağnaz kelimeler yüzünden emellerimiz için yürümek zorunda olduğumuz kaç yol bozuldu?
Umut çiçeklerini toplamak için kaç kapı çarpıldı suratımıza bu da bilinmez.
Mesela “ayıp” kelimesi en bağnaz ve sert kapılardan bir tanesidir hâlbuki arkasında sakladığı şeyleri çıkarsa her şey yolunda gitmez mi sizce de?
Kendimizi kandırmaktan, kanmaktan vazgeçelim; ayıp diye söylenen çoğu şey aslında yalanın dibidir.
Yaşadığın en normal duygularına bile ayıp denilmedi mi, duygularını bu kelimenin arkasına saklamak zorunda bırakmadılar mı hiç? Duygularına hâkim olamadığın bir anda gelen utanma duygusuna bile “utanma ayıp” deyip utanmak gibi hâya gösterişli güzel olan bu duygudan bile utanmak zorunda bırakılmadın mı?
Uyanın, bizler utanmaktan utandırıldık, utandık.
Küçükken ağzınızdan yanlış (ayıp) bir şey çıkmasın diye hep uyarıldığınız için şuan bile gülerken istemsizce elinizle ağzınızı kapatma eyleminde bulunmuyor musunuz?
Ne de çok şey saklanmış aslında ayıp kelimesinde, ruhumuzda en çok da duygularımızda.
Can sıkıntımız tam olarak nedir gerçekten bilen var mıdır acaba ?
Mesela canımız bedenimizin tam olarak neresinde diye saçma bir soruyla çalkalansın nöronlarımız ya da sıkıntı nedir diye gerçekten düşünelim üzerine. Çıkabilecek miyiz içinden bilinmez ama bu iki kelime bir araya gelince her halimiz ifade edecek güçte gibi geliyor ve bu sır dolu bahanemizin arkasına saklanıyoruz.
Saklanan her şey ortaya çıkınca çözülecek midir olaylar yoksa çıkılmaz duruma mı sürükleniriz her şey gibi ? Muamma.
Başkadır Bu Mevsim

Sonbahar,
Ferahlatsın ruhumuzu
Nemli, sarım sarım sarımtırak
Yapraklar uçuşsun tepemizde
Sıpsıcak bir yaz bitimi
Eylül’e aşık olalım
Ekim sabırsızlansın
Yaz kıskanadursun,
Bahar yağmurlarına uyanalım
Ağlamaklı bir gökyüzü
Ardından sevinçli gökkuşağı
Paldür küldür rüzgar
Getirdiği serinlik hisleri
Ve gülelim, mevsim gülsün
Sonbahar,
Esmeleriyle, yağmurlarıyla
Paklasın kalbimizi
Arşa çıkarsın hislerimizi
Sonbahar,
Güzelliklerin baharında
Sakinliğimizsin
İbibik Kuşu
Bir tarakla günlerimi versem karagözlüm
Adını göğe, denizlere, toprağa haykıramam
Gece bize İshak olur
Rüzgâr yeleğini giydiğinde
Ben
Bir duvarda ibibiğin tüyüyle
Son satırları yazarken
İbibik çoktan yakalanmış özgürlüğüne
Mürekkebin biterse anlatırken
Bir balıkla dost ol
Ama
Sessiz kalma
Bırak! Sessizliği bülbüller bozsun
Çöllere bir türlü yağdıramam yağmuru
Bir limana sığınsam ibibiğe esir düşemem
Baharın sana verdiği bir hediyedir zambaklar
Gölgesindeki çağlayan ırmağa benzeyemem
Ayşe Oygur
27 Eylül 2021
Eylül Akşamı..
- Bir Eylül akşamı ;
- Eski Eylül’ün tam ortasından,
- Tek bir tebessüm ;
- Huzuru bulmaya yeten
- Tam duyuldu duyulacak derken yalnızlığın sesi
- Açılır bir şarkının veyahut şiirin her yerinde :
- -Sen Yalnızlık kokuyorsun.
- Öyleyse Eylül kokuyorsun diyelim..
Yalnızlık Antolojisi
Birer yolcudur yaşayan her canlı.
Kimisi dost, kimisi kardeş, kimisi erken ayrılır.
Erken kalkar kimisi dünya masasından.
İlk kalkan için diğerleri çok beklemez, gider ardından.
Bu dünyada yalnız bırakmadığı gibi yine aynı masaya giderler bir bir…
Ölüm yormaz, gözlerindeki perdeyi indirir.
Yalnızlığın acısı batar kaburgama.
Yaşanılan anılar, biriktirilen duygular susup kalır boğazlarda.
Her dilde anlatırsın kendine yalnızım dersin çığlık çığlığa
Avazın çıktığı kadar bağırarak her nefeste cam parçaları saplanır, diline, boğazına, gönlüne.
Hiçbir şey hissetmediğiniz oldu mu?
Yaşamdan, anılardan, umuttan yana…
Kanat çırpmak istersin göğe dalarak.
İçinde hapis yaşadığın bedende kalırsın.
Ne zordur kabullenmek.
Kız Kulesi
Kız gülüyordu bu tufanda
Denizde her zamanki dalgalar
Dağınık uzanıyor yatağına
Hava soğuk
Gece fısıldıyor kulağıma
Köşe bucak kaçtığım altın bir şehir
Asırlar kovalıyor kireç tutmuş evleri
Dördüncü sokak da yasak
Kıyamet gönlünce
Gençliğim safran bahçesinde
Yaşlılığım bakışlarında
Dertleşiyor umutsuzca
Ertelediğim deniz kıyısından
Sonra
Gece vakti kanlı Ay tutulması
Ve
Bozuk bir saat
Buruşturulmuş kağıt gibi
Çöpe atılan
Kaybolmuş hayatlar
Var
Kapıyı çalıyorlar, suçluyum
Ateş, kızgın güneş gibi
Yağmursa söndürüyor ruhumu
Beyaz işlemeli kar örtüsü
Ayak izlerini takip ediyor
Atlılar, geliyorlar
Durdurun onları
Kapı yine çaldı
Dumanlar sardı etrafımı
Kurtaran yine bir damla su
Yüzüme bulaşan is
Yazıcının son demiydi
Çayla beraber…