Sana sarılmak sevgilim,
Sana sarılmak bu dünyanın en güzel şeyi.
Başımı omzuna yaslamak
Dünyanın tüm kirinden arınmışçasına huzurlu.
Mis kokuna bırakmak kendimi,
Ruhumu büsbütün temizlemek gibi.
Saçlarının arasında kaybolmak
Bu dünyanın dışında olmak gibi.
Seninle geçen vakit öyle eşsiz ve fark edilmez ki
Sanki zaman kavramı ölmüş, hiç var olmamış gibi.
Bugün ilk kez, sana sarılırken çok korktum sevgilim,
Huzurum kadar büyük bir korkuydu bu.
Bunun bir son olabileceği hissi,
Sanki dünya tüm gerçekliğiyle yüzüme bir balyoz vurmuş gibi.
Zaman kavramı geri dönmüş ve benim için geriye sayıyor gibi.
Beni korkumla yüzleştirme sevgilim,
Ne olur bu bir veda olmasın.
Sözlerimiz, yapacaklarımız var,
Bizi yarım bırakma.
Hayallerimiz var, onları kırık bırakma.
Sana anlatacağım öyle çok şey birikti ki
Lütfen öylece benimle kalmalarına izin verme.
Her şey seninle güzelmiş sevgilim,
Hayatımı sensiz bırakma.
Sevmek kimi zaman korkulu bir rüya Kimi zaman içinin alamadığı hayal Kör, topal haykırış, uçurumdan aykırı Sessiz sedasız, ıssız, dünden mâverâ Kalbinin neşesi, sevincin telaşesi
Sayfalara adanan, ömre sabitlenen Gecelere sırdaş, aya sabit yoldaş Bölümlük, boşunalık, saygınlık Yaşamdan ziyade kendinden kalan Sol yanından önüne uzanan adanmışlık
Yürek mi yedin derler adama! Bu cesur harfleri kaç kişiye kurban seçtin Uzun bir solukta araladın perdeleri Tırmandı vehminde kalan gölgeler Anlaması zor, lakin hissetmesi…
Acıyı her detayıyla tasvir edebilirken mutluluğu anlatmak çok güç geliyor insanlara. Tarif edecek söz bulamıyor olmanın arkasına saklıyor insanlar mutluluğu. Hakkını vere vere satırlarca yazılmıyor sevinçler. Umduğunu bulmanın insanın ruhunu çiçekli bahçeler ile doldurduğundan söz etmiyor mesela kimse.. Yokluğun sebep olduğu üşümeyi dilden dile dolaştıranlar varlığın insanın içini ısıtmasına değinmiyor bile. Uzun uzun anlatılıyor ayrılık hikayeleri. Kimi her şeyi arkasında bırakıp gitmelerin insanı oluyor, kimi yıllar yıllar bekleyişlerin. Hüznü yayılıyor bu hikayelerin dağa taşa. Kavuşmalara kendisini anlatma fırsatı verilmiyor. Bir araya gelmeler yeryüzünde yankılanmıyor. Öyle ya her şeyin biraz eksik kaldığı bu dünyada vuslata da zor rastlanıyor. Ormangülüm, benim sesim yine de umuda dönük..
İnsanın – eğer isterse – sevdiğini kendisiyle beraber her yere taşıyabileceğini, mutluluğu elleriyle kendisine verebileceğini sesimin ulaştığı herkese anlatmak istiyorum Ormangülüm.
İnsanın sevdiği şey, bir çocuğun neşeli sesindedir, kırmızı-pembe güllerdedir, içimize kaygısızca çektiğimiz soluktadır, yağmurların kokusundadır, eskimiş ve hiç değişmemiş evlerdedir, çerçevelenmiş ve sandıklara kaldırılmış fotoğraflardadır.. Sevmenin fiziği böyledir çünkü. İnsan bir kere gerçekten sevdiğinde her yerde o sevginin yansımasını görür. Sevgi, sevilenden taşar, sevenin karşılaştığı her şeye ince ince dökülür..
Sevmek de sevilen de nimettir. İnsan bunlara “hak etmiş” gözüyle baktığında güzelliği ıskalar. Güzellik, bunu hak ettiğini düşünüp göğsünün kabarması değil, bunun lütuf olduğunu fark edip kalbin göğüs kafesine sığamamasıdır.. Mümkünse eğer, insan korunaklı bir fanusun içinde saklamalı sevgileri.
Ormangülüm, acının insanın iliklerine kadar nasıl işlediğini bilenlere, sevincin de dünyanın tüm nehirlerinden taşıp insanın kalbinin derinliklerine kadar nasıl sızdığını anlatmalı. Karanlığa tutulan ışık olmalı. Biri düşerken tutunacağı dal isek, bu uğurda kırılmaktan korkmamalı..
..
Ormangülüm,
Çok önceleri, bazı sabahlar, pembe çiçeklerinin güzel gülümseyişi, tüm karanlığı ufalayıp yok ederdi.
Mutfak deyince benim aklıma tatlılar, tatlı deyince de birbirinden fazla çeşidi ve bir çok farklı tatlının da içinde yer alışı ile muhallebi geliyor! Bu yazımızda sizler için muhallebinin tarihi‘ni, en güzel muhallebi tariflerini ve mutfağa henüz yeni adım atanlar, Muhallebi nasıl yapılır? diyenler için; en kolay muhallebi tarifi‘ni paylaşacağız. Bu arada söylemeden edemeyeceğim kadayıflı muhallebi ve irmikli muhallebi 24Okur mutfağının vazgeçilmezlerindendir!
Muhallebi, Süt, şeker ve pirinç ununun kaynatılmasıyla yapılan bir tatlı” olarak tanımlanmaktadır. Muhallebinin geçmişi çok eski zamanlara dayansa da klasik muhallebi vazgeçilmezlerimiz arasındandır. Klasik muhallebi ne kadar sevilse de geçmişten günümüze muhallebi tarifleri çok şekil gelişmiştir. Birazdan en popliler muhallebi tariflerinizi sizlerle paylaşacağım.
Saray Mutfağında Muhallebi
Saray mutfağında içine et, tavuk, sakız, gül suyu, pirinç ya da safran gibi farklı malzemeler eklenerek zenginleştirilen, bazen tatlı bazense tuzlu olarak hazırlanan ilk muhallebiler zamanla sadeleşmiştir ve sünnet törenleri, bayramlar gibi özel günlerde büyük kazanlarda pişirilerek halka ikram edilmeye başlanmıştır. Böylelikle bilinirliği artan muhallebi, halk tarafından çok sevilmiş ve mutfaklarda yapılmaya başlanmıştır.
Muhallebinin bugün bildiğimiz pratik ve az malzemeli haline ulaşması ise sokak satıcılarının bu işe el atmasıyla başlamıştır. 15. yüzyıldan itibaren gitgide daha popüler hale gelen ve sevilen muhallebi öncelikle sokaklarda seyyar satıcılar tarafından satılmaya başlanmıştır. Geçmişte sokakta satılan muhallebinin üzerine gülsuyu ve pudra şekerinden başka bal veya pekmez de gezdirilmektedir.
Zamanla daha kolay servis edilmesi ve tatlandırıcı malzemelerin değişmesi, üzerine muhallebiyi sonradan tatlandırmak yerine tatlı bir şekilde hazırlama adeti gelişmiş ve seyyar satıcılarının yerini o meşhur muhallebiciler almaya başlamıştır. Geçmişte muhallebi tatlısına çok kıymet verilmektedir.
19. Yüzyıl itibari ile Muhallebi
19. yüzyıldan, yakın geçmişimize dek mutfağımızda ve kültürümüzde önemli bir yer edinen muhallebiciler bu şekilde doğmuştur. Şimdilerde kıymetsiz bir tatlı gözüyle bakılan muhallebi, aslında tarihimizin koca bir parçasıdır.
Günümüzde ise muhallebi bir çok tatlıda kullanılmaya başlamıştır. Saray Muhallebisi, Çikolata Soslu Muhallebi, Muhalebili Kadayıf, Tahinli Muhallebi, Kedi dilli muhallebi, Fincan Tatlısı, Laz Böreği vs. olmak üzere bir çok tatlıda kullanılmaya başlanmıştır.
Birçok tatlıda muhallebi kullanılsa da, muhallebinin tarifi asla değişmemektedir.
Birbirinden Güzel ve Kolay Muhallebi Tarifleri
Sizler için en sevdiğim çok pratik ve lezzetli muhellebi tariflerimden bahsetmek istiyorum. Bu tarifleri yaparken kullanılan metaryellerin boyutları farklılık gösterdiği için tarifimi uygularken sizler de yorumlarınızı katarak ortaya harika bir lezzet çıkartabilirsiniz.
Şeker, un, nişasta, pirinç unu ve sütü bir tencereye alarak kaynatın. Orta ateşte göz göz olana kadar pişirin. Kaynatıp 10 dakika da kısık ateşte beklettiğiniz muhallebi tenceresini ocaktan alın. Tereyağını ve vanilyayı içine ilave edin. İlk sıcağı çıkınca karıştırarak kaplara bölüştürün. Afiyet Olsun!
Genişçe bir teflon tavada 3 yemek kaşığı tereyağı 250 gram tel tel ayrılmış kadayıfı ve 4 yemek kaşığı toz şekeri ekleyerek altın rengini alana kadar kavurun.
1 su bardağı dövülmüş cevizi de ilave edip bir süre daha kavurun ve ocaktan alın.
Muhallebiyi hazırlamak için, derin bir tencerede 1 litre sütü, 3 yemek kaşığı unu, 3 yemek kaşığı nişastayı, 1 su bardağı toz şekeri ve 1 adet yumurta sarısını orta ateşte koyulaşana kadar sürekli karıştırarak pişirin.
Muhallebi kıvamını aldıktan sonra ocaktan alarak vanilya ve terayağını ekleyip soğumaya bırakın.
Son olarak soğuyan muhallebiye 1 paket krema ilave edip ve mikser yardımı ile pürüzsüz bir kıvam alana kadar çırpın.
Servis edeceğimiz kupların tabanına hazırladığımız kadayıflı karışımdan bir miktar koyduktan sonra muhallebiyi ekleyin ve servis edeceğiniz zaman üzerine tekrar kavrulmuş kadayıftan ekleyip servis edebilirisiniz. Afiyet Olsun !
Genişçe bir tencerenin içerisine süt, irmik ve toz şekeri ekleyin. Daha sonra çırpma teli yardımı ile güzelce karıştırın. Ocağın altını açın ve koyulaşana dek sürekli karıştırarak pişirin. Kaynamaya başladıktan sonra ocağın altını kapatıp vanilin ve tereyağını ekleyin, karıştırdıktan sonra kuplara bölüştürün. Oda ısısına geldikten sonra 1-2 saat buzdolabında beklettikten sonra servis edebilirsiniz. Afiyet olsun!
Lora’dan Son Cümle
Umarım tariflerimden esinlenerek ortaya harika lezzetler çıkarmanıza yardımcı olabilmişimdir.
Sevgiyle ve lezzetli kalın…
24Okur I “Muhallebi Tarifi ve Tarihi!” dışındaki son konularımız;
Bu makalemizde Türk Edebiyat’ının en önemli şairlerinden Arif Nihat Asya ‘nın Bayrak Şiiri ‘ni inceleyeceğiz. Daha önceleri çocukluğunda okul kitaplarından öğrendikleri “Bayrak” şiirini unutmayan hayranları tarafından sıkça anılan Arif Nihat Asya‘yı bizler de unutmadık. Bu yazımızda ayrıca bayrak ile ilgili şiirler ‘den en önemlisi olan bayrak şiiri sözleri ‘ni de inceleyeceğiz.
Bayrak şiiri ile tanın ünlü türk edebiyatı şaairi Arif Nihat Asya, şiirinin ders kitaplarında da yer alması ile birlikte her jenerasyon tarafından tanınmıştı. Ancak sonrasında Milli Eğitim Bakanlağı kararı ile “iyiye, güzele, doğruya yöneltmediği” gerekçesiyle çıkarılmıştı. Okul sıralarında henüz küçük yaşta bu şiiri ezberleyenler şair Arif Nihat Asya’yı unutmadı. Medyada ve internette ‘bayrak şiiri’ etiketi ile paylaşılan mesajlar trend topik olmayı başardı.
BAYRAK – (Bayrak Şiiri Sözleri)
Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım!
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.
Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım.
Seni selâmlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.
Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder…
Gölgende bana da, bana da yer ver.
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar:
Yurda ay yıldızının ışığı yeter.
Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün
Kızıllığında ısındık;
Dağlardan çöllere düştüğümüz gün
Gölgene sığındık.
Ey şimdi süzgün, rüzgârlarda dalgalı;
Barışın güvercini, savaşın kartalı
Yüksek yerlerde açan çiçeğim.
Senin altında doğdum.
Senin altında öleceğim.
Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim:
Yer yüzünde yer beğen!
Nereye dikilmek istersen,
Söyle, seni oraya dikeyim!
Nasıl ki, Mehmet Akif Ersoy dediğimizde zihnimize İstiklâl Marşı geliyorsa, Necip Fazıl dediğimizde Kaldırımlar, Yahya Kemal Beyatlı dediğimizde Süleymaniye’de Bayram Sabahı zihnimizde canlanıyor ise Arif Nihat Asya dediğimizde de aklımızda Bayrak Şiiri gelmektedir. Bu çalışma ise Arif Nihat Asya’nın bayrak şairi olarak anılmasına vesile olmuştur. Bu şiiri yazdıran vatan, halk ve istiklâl sevgisidir. Arif Nihat Asya’nın şiirlerine baktığımızda genel olarakmilli değerlerimizi yansıtmıştır.
Bayrağımız, vatanımızın ulusal hâkimiyetinin simgeyidir. Şairin sancağa olan sevgisi doruktadır. Türk bayrağının müthişliğini ulusal ruhun verdiği heyecanla anlatan şair kendine nazaran modern şairlerden ayrılmaktadır “Arif Nihat modernlerinin bir haylisinin, tüm mukaddesliğini yok sayarak sadece muhtaç bir kara toprak gibi benzetmeye kalktığı vatanın her türlü görünüşünü, iç ve dış ziynetlerini ayrı bir hayran olma hisleriyle dile getirmiştir. Belki bu topraklar onlarda çoraktır, namüsait, bakımsızdır, muhtaçtır lakin vatandır“ şair, vatanın sıradan bir toprak parçası olmayışını, şehit kanlarıyla sulanmış, sancağı altında huzur bulduğumuz mekân oluşunu en içten duygularıyla dile getirmiştir.
Arif Nihat Asya’nın Bayrak Şiiri Düşünce Yapısı
Şairin bayrak şairi olarak anılmıştır. Bunun nedeni Adana’nın kurtuluşu olan 5 Ocak gününün vermiş olduğu coşkuyla yazdığı Bayrak Şiiri ‘dir. Şair, ay yıldızlı bayrağımızı azami tepelerde dalgalandıran, heyecan ve coşku oluşturan, Mehmet Akif Ersoy’un yazdığı İstiklal Marşı’ndan sonra vicdanları kabartan şiiri yazmıştır. Şairin bayrak şairi olarak anılmıştır. Bunun nedeni Adana’nın kurtuluşu olan 5 Ocak gününün vermiş olduğu coşkuyla yazdığı “Bayrak” şiiridir. Şair, ay yıldızlı bayrağımızı azami tepelerde dalgalandıran, heyecan ve coşku oluşturan, Mehmet Akif Ersoy’un yazdığı İstiklal Marşı’ndan sonra vicdanları kabartan şiiri yazmıştır.
(Kaynak 1: Yüksek Lisans Tezi -Merve Nur SEZGİN – ARİF NİHAT ASYA’NIN ŞİİRLERİNDE DEĞERLER ETRAFINDA TEMATİK BİR ÇALIŞMA – Tezinden alıntıdır. Bakınız: Kaynaklar 1)
Bayrak Şiiri Sözleri ve Açıklaması
Şimdi gelin Arif Nihat Asya’nın Bayrak Şiirinin sözlerini birlikte inceleyelim.
Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü… Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü
Şair, “Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü” mısrasıyla sancağımızın tasvirini yapmıştır. Mavi serbestliği simgelemiş ve Türk ulusunun sancağı sayesinde serbestçe hayata hakkı olduğunu vurgulamıştır. Mavi gökler tüm dünyayı içine aldığı için, şair sancak ile tüm dünyanın hoşluk kazanacağını anlatmıştır. Şair “Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü” diyerek en kutsal kıymetlerimizden biri olan bayrağımıza methetmiştir. Bayrak şiiri ile bu methiyeyi yaparken de kendine özgü hayal dünyasında canlandırmış olduğu benzetmeleri şiirine aktarmıştır.
Işık ışık, dalga dalga bayrağım, Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım. Sana benim gözümle bakmayanın Mezarını kazacağım.
Seni selâmlamadan uçan kuşun Yuvasını bozacağım.
Şair bu şiiriyle bayrağın bir milleti birleştirici yönünü ortaya koymaktadır. Var oluşumuz bayrak ile başlamış ancak bayrak ile son bulacağını ifade etmektedir. Şair bayrağımızın, varlığı ile tüm yurdu aydınlattığını söylemiştir. Bayrak bir milletin her şeyidir. Bir yer ancak bayrak ile vatan haline gelebilir. Şair, bir destan havasında yazdığı şiirinde bayrağımıza aşağılayıcı gözle bakan düşmanlardan için “Sana benim gözümle bakmayanın mezarını kazacağım” dizesiyle Türk milletinin duygularını dile getirmiş ayrıca tüm milletin ulusal duygulara sahip olması icap ettiğini
Vurgulamıştır.
Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder… Gölgende bana da bana da yer ver! Sabah olmasın günler doğmasın ne çıkar; Yurda ay-yıldızının ışığı yeter.
Bayrak, bir bez parçasından ibaret değildir. Bayrak şiiri ‘indeki bayrak tüm bir milletin varlığını koruyan, kimliğini korumuş olan kutsal bir değerdir. Bayrağımız bağımsızlığımızın ve hürriyetimizin sembolüdür. Bizler ancak rengini şehitlerimizin kanından almış olan bayrağımızın gölgesinde güvendeyiz. Şair “Dalgalandığın yerde ne vehamet ne keder…” dizesiyle bayrağımızın gölgesinde güvende oluşumuzu vurgulamıştır.
Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün Kızıllığında ısındık; Dağlardan çöllere düşürdüğü gün Gölgene sığındık.
Şair, şiirin bu dizeleriyle bayrağımızın ak rengini karlı dağlarla, al rengini güneşin okızıllığıyla niteleyerek tarihimize telmihlerde bulunmuştur. Okışın karın fazla olduğu bir zamanda Sarıkamış’ta vatanımızı Ruslara karşı korumak için çaba sarfeden askerlerimiz ellerinde bayraklarla donarak şehit olmuştur. Sıcak havalarda çöllerde savaşarak şehit olan askerlerimiz de vardır. Osmanlının son zamanlarında Trablusgarp, Yemen benzer biçimde çöllerde ayrıca Çanakkale’de iki yüz elli bin şehidimiz vardır. Bunlara telmihte bulunurken bayrağımızın bütün yurdu aydınlatacak ışığa sahip olduğu için da bahsetmiştir. Biz ancak bayrağımızın gölgesinde aydınlıktayız. Bayrağımıza en oküçük bir zarar gelirse biz de karanlıklara gömülür yok olur gideriz. Biz cesaretimizi şehitlerimizin kanından rengini alan bayrağımızdan alırız.
Ey şimdi süzgün, rüzgârlarda dalgalı; Barışın güvercini, savaşın kartalı… Yüksek yerlerde açan çiçeğim;
Şair, bayrak şiirindeki bu dizelerde Türk bayrağının dalgalanmasını, barış zamanlarında bir güvercinin kanat çırpışına ve cenk zamanındaki kartala benzetmiştir. Yüksek tepelerde dalgalanışını ise dağlarda açan çiçekler şeklinde düşünen şair, örneksiz bir söyleyişle bayrağımızı kartala, güvercine ve çiçeğe benzetmiştir.
Arif Nihat Asya’ya Bayrak Şairi lakabını kazandıran bayrak şiiri ‘nin ilk dizelerinde Türk bayrağı mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü, kız kardeşin gelinliği, şehidin son örtüsü olarak tanımlanmıştır. Şair, anane, göreneklerimizdeki mühim kavramlara yer vererek bayrağımızın önemini dile getirmiştir. Şairin dediği gibi bayrağımız gelinlik gibidir ve şehidin tabutunu kaplayan kutsal bir örtüdür. Bayrak istiklal ve özgürlüğümüzün simgesidir. Bayrağımızın dalgalandığı yerde vehamet, keder ve endişenin olmayacağını şair en samimi duygularıyla dile getirmiştir. Barış tarihi kanat çırpan güvercine benzetilen bayrak, cenk tarihi kartala dönüşmektedir.
(Kaynak 1: Yüksek Lisans Tezi -Merve Nur SEZGİN – ARİF NİHAT ASYA’NIN ŞİİRLERİNDE DEĞERLER ETRAFINDA TEMATİK BİR ÇALIŞMA – Tezinden alıntıdır. Bakınız: Kaynak 1)
24Okur I “Arif Nihat Asya – Bayrak Şiiri” Benzeri Konularımız
Issızlığın ortasındayız. Ne yana dönsek sancılı ve bir o kadar yalnız insanlığımız. Hikayeler mutlu sonla biter derlerdi. Biz hangi hikayenin, neresindeyiz? Kahramanı olmayan hikaye olur mu?
İçimizde yaşayan, kahramanı olmayan bir hikaye var. Besledik, büyüttük onu bugüne kadar. Dünden bugüne hep cümlelerin karmaşasını yaşıyor bedenimiz, koltuk başında uyuyan baba gibi yorgunuz ama ruhumuz dimdik ayakta…
Bu pazarları hiç sevemedim, bilmem nedendir bana ayrılığı hatırlatır. Çok saçma, oysa bir pazar günü terk edilmişlik yaşamadım hiç. Ah, size umut dolu sayfalar yazacaktım, bak yine hüzün aktı kağıda, bilirsiniz kalemi gözyaşı. Genciz dedim, nedir bu acı, dedi zordur buralarda genç olmak. Bir kere kaygısı var derya kadar, derdi var ama ekmek kavgası değil… Sevmekle, sevda ile başı zaten dertte. Ha bir de umudu var, gökyüzü kadar mavi ve ufuklar kadar büyük.
Geleceğinden emin olduğum bir geçmişin içinden geçiyorum. Geçmiş geçen zamana denir, yani az öncesi ama sanma ki geçer… Yalandır inanmayın, inandırmayın; çünkü zaman sadece çeyrek geçer, anılar geçmez, hissedilenler geçmez, onlarla birlikte geleceğe doğru geçeriz, hepsi bu.
Diyorum ki, hayat filmimizde “son” yazısı çıkmadan bir umut tabelası asmak lazım gönül kapısına. “Bir umut”, her şeye bu sırla başlamadık mı? Hayat, bir umut yaşanmıyor mu? Mutlu olmak, huzura kavuşmak için bir umutluk nefes almıyor muyuz? Tüm bu sorular beynimde ahenkle dans ederken ben de o ahenkle göğe her baktığımda bir umutluk nefes alıp gönlüme diyorum ki,
“sana bugünü veren dünü vermişti, belki yarını da en güzel şekilde verecek, peki sen ona ne vereceksin?“
Cevabını bulmak zorunda olduğum bu sorumluluğun yükü çok büyük ama yine de o sorumluluğu kalbimde taşımalıyım. Ve biliyorum ki bu sorumluluğu yüreğinde en güzel şekilde taşıyanlar yarınların bahtiyarları olacak.
Burada Olmamalısın - Onur Oruç | 24Okur.com - Deneme
“Şu hayal kurmak ne güzel, insan bedavadan mutlu oluyor…”
Yağmur yağıyordu… Gözlerinin ucuyla, pencerenin buğulanmış camından dışarı baktı Cemal. Birbiri ardına düşen yağmur damlalarının hışmından kaçışan insanlar gördü sokakta… Hayatın peşi sıra gelişen ve yaşamaktan başka çaresi olmayan olaylarına benziyordu yağmur damlaları… İnsanın yağmura verdiği tepki ile bu olaylara verdiği tepki arasında çok fark yok diye düşündü bir an, çaresizce ceketini başına siper etmeye çalışan bir adamı seyrederken. Hayat bazen bir yağmur gibiydi diye geçirdi içinden. Sonra bir tebessüm geldi yüzüne. Ne zaman böyle felsefi düşüncelere salsa, iç sesi ile takılırdı kendisine… Boyundan büyük laflar söyleyen çocukları alaya aldığımız gibi iç sesi de onunla alay ederdi. Kendi içinde bir mizansen dönerdi. O, iç sesi ve düşünceleri…
Cemal böyle düşüncelere daldığı sırada, annesi seslendi yan odadan. Düşüncelerini geldikleri yere uğurlayıp ” Ne var?! ” diye karşılık verdi yan odadan gelen sese. Annesinin sesinde hayatı boyunca anlayamadığı bir şey vardı Cemal’in. Bir hüzün vardı. Yaşanmamış bir hayatın hüznünü taşıyordu sanki onun ağzından dökülen kelimeler… Annesi konuştukça üşüyordu Cemal. Belki sesi ölmüştü annesinin. Ve bu soğukluk o cesetten nüfuz ediyordu içine. Bilmiyordu. Tek bildiği annesinin sesinin ruhunda yaratmış olduğu zemheriydi…
Annesine hem üzülür hem kızardı Cemal. Hayatının bir kısmı eziyetle geçmiş, bu eziyet bittikten sonra ise yeni bir sayfa açmak yerine bu eziyetin trajedisine tutunmayı tercih etmiş bir kadındı O. Ve ona her baktığında cehalete olan hıncını daha da artırdı. Hiçbir şey öğrenmek istemezdi. Sadece hoş görülmek, tek isteği buydu. Geçmişinin ona verdiği bir hak olarak görürdü bunu. Cehaleti yüzünden ne kendisini ne de bir başkasını tam olarak anlayamamıştı. Acı çekmişti, çok acı çekmişti ve haklıydı. Ömrünü bu haklılığın verdiği konfor içinde sürdürmek istiyor ve bu konforu bozacak herhangi bir şeyi öğrenmeyi reddediyordu. Annesine hep bir şeyler öğretmek istemişti Cemal ama başaramamıştı. Belki de bu yüzden öğretmeyi çok seviyordu. Annesinin cehaletine olan hıncından intikamını böyle alıyordu.
Annesine “tamam!” dedikten sonra evden çıktı. Ne için tamam dediğini hatırlamıyordu. Zaten önemli olan da “tamam!” demesiydi. Hafifleyen yağmur altında hoş bir ezgi eşliğinde yürümeye başladı. Müzik, yağmur ve insan aynı ritimde hareket ediyordu. Bir müzikalin içindeymiş gibi hissetti. Hayatın her anında bize bir müziğin eşlik ettiğini düşünürdü zaten. Ve yaşamanın ve yaşadığının farkında olmanın bu müziğin sesini duyma ile bir bağı olduğuna inanırdı.
Etrafında yürüyen ve şehir hayatının o hiç bitmeyen telaşesi içinde kaybolmuş insanları seyretmeye başladı sonra. En az şehir hayatı kadar anlamsız korna seslerinin hışmından kulaklığı yardımıyla kurtulmuş, gruplar halinde hareket eden insan yığınlarına çarpmamaya özen göstererek yürümeye devam ediyordu. İnsanların birbirine çarpa çarpa yürüdüğü bir şehirde yaşıyordu. Bedenleri cebren birbirine yaklaştıran şehir hayatı, ruhları da bir o kadar uzaklaştırmıştı. Müzik aklına geldi sonra… Müziğin sesini duyan kimse yoktu. Duyulan bir şey vardı. O da çekmeyen bir radyoyu andıran ve tek notadan ibaret bir hışırtı… Bu hışırtıdan başka bir şey duymayan insanların yaşadığı da pek söylenemezdi. Belki bu yüzden asıktı suratları. Bu yüzden birbirlerine kaba davranıyorlardı. Bu kadar suç bu yüzden işleniyordu. Bu yüzden hep yorgunlardı. Yaşamıyorlardı…
Cemal değiştiremeyeceği ve kabul etmesi gereken şeylere karşı takındığı tavırla geçirdi aklından bu düşünceleri. Hep söylediği gibi, “yapacak bir şey yoktu”… Dünyayı değiştiremezdi. O da dünyayı değiştirmek yerine dünyasını değiştirmeye karar verdi. Ve başladı hayal kurmaya… Yaralarına şifa olacak o şifa güzelini getirdi aklına. İsmini anmaya çekinirdi. İsmini anarsa hayalinden kaçıp gider diye korkardı. O şifa güzeli ne zaman aklına düşse, Cemal’in yüzünde çiçekler açıyordu. Yüzü gülen çiçekler… Bir kere amcaoğluna anlatmıştı o şifa güzelini.
-Ya amcaoğlu bir insan bayram sabahı gibi güler mi? İşte öyle gülüyor. O her güldüğünde yeminle mahallenin bütün çocuklarını sıraya dizip çikolata dağıtasım geliyor yaav!
” Şu hayal kurmak ne güzel, insan bedavadan mutlu oluyor…”
Aklında koca dünya, gönlünde şifa güzeli, kulaklarında annesinin ölüm kokan sesi, etrafında karınca sürüsü gibi gezinen yığınla insan arasında, yağmurun altında, yürümeye devam etti Cemal.
Ormangülüm, içindeki tüm pusulalar kırılmış, yeryüzünde sana yol gösterebilecek bütün haritaların yakılmış gibisin. Üstelik yıldızlar da yok gökte. Dünyanın tam ortasında kalakalmış adımların, mıhlanmış gibisin olduğun yere. Ne yabancısısın yeni bir şehrin, ne daha önceki şehri ardında bırakabilmiş kalbin. Gittiğin yerde kendini bırakmak, vardığın yerde aranıp durmak seninkisi.
Ormangülüm, inanışa göre aynı nehirde iki kez yıkanmak mümkün değil. Oysa biz aynı sularda defalarca kaybolduğumuzu biliriz..
Şimdi kuru ve çatlamış bir toprağın üstündesin ve topraktan daha fazla çatlağı var gövdenin. Kuruyan köklerine bir nehir arayıp her bulamadığında ruhumdan sular sızdığını ama sana ulaşmayan her suyun ben olduğumu bil.
Unutulmuş bir dil, güneşin en tepede olduğu vakitte oluşan bir gölge gibiyim. Dünyanın en ücra köşesinde kalmış aklım. Büyüdükçe küçülmüş hacmim yeryüzünde. Ne sır gibi saklananım, ne gün gibi âyan olan. Hatırlanmamak sancısı benimkisi.
Ormangülüm, yükümü gemiye bıraktım, o gemiye el salladım. Yine hangi sularda kaybolurum, bilmiyorum. Ama artık beklentiler denizinde yüzmüyorum. Belirsizliklere daha fazla tahammül ediyorum. Ayrıntıların bulanıklığı yormuyor gözlerimi. Ne de olsa hikayenin aslını senin kadar ben de biliyorum.
Bizi bir resmin içine dahil edenin, resmin bütününü bildiğini ve tüm belirsizliklerimin O’na aşikar olduğunu öğrendim. Artık giderek devleşen bir sızı değilim içimde kendimin.
Ormangülüm, göğe aynı umutla bakıyorum, aynı özenle dinliyorum kuşların cıvıltısını.. Hala yaralarına rağmen gülebilmeyi, işlenen tüm suçlara rağmen birilerine güvenmeyi, tüm susuşlar adına seslenmeyi tercih ediyorum. Yaşamanın, tüm sonlara rağmen yeniden başlamak olduğuna inanıyorum.
Düşler ardına saklanmış kara kışın, yüreği açıklarda kaybolmuş turnası. Neyi neden beklediğini unutur mu turnalar? Onlar ki bir ömre heba eder kanatlarını, şimdi isterse gitsin. Gökyüzü nasılsa alır kanatlarına baharın umudunu…
Bitmeyen bir kış sızıyor takvimlere, insanların sadece elleri üşümüyor ki gönlü üşüyor, gönlüne koydukları üşüyor. Güneş doğuyor ama bahar gelmiyor, elinden tutup “gel” desek getirsek olmaz mı?
Kupkuru dalların çiçek olup bahara kucak açması gibi kucaklasa tüm dertlerimizi de bahar. Sonra kalpten kalbe giden sevgi tohumları bir yolunu bulsa insanlığımızdan utandıran tüm kötülükleri yok etse yeryüzünden.
Hayaller satılır mı dedikçe herkes herkese hayallerini ipotek ettirmiş sanki. İşte bu yüzden hayal kurmaktan da korkar olduk, kurması bir ömür yıkılması bir an olan hayallerden topluca kaçıyoruz.
Mutluluk denen ütopya hiçbir şekle sığmaz ve hiçbir yere bağlı kalmaz. Onu içinde sen var edeceksin ama hep sende kalacak sanma gerektiğinde istirahate gönderip biraz da hüznü ağırlayacaksın gönül evinde. Ee onu da çok benimseme ne demişler “misafirlik üç gün sürer”…
İçinde fazla yer tutmasına izin verme değeri solacak, ebedi olmayan hiçbir şeyi, çünkü yer verdiğin fazlalıkların sonrası hep yıkıntı; ve sen kainatın biricik fihristesi insan, unutma yıkıntılar arasında yaşayamazsın.
Bir ömürlük kışın içinde baharın gelmesini beklersin ama gelen sadece mevsimsiz bahardır. Kapılırsın mevsimsiz baharın bilinmeyen iklimine. Adı gibidir bilinmez iklimi, güneşine aldanırsın üşürsün bir de damla damla yaşları süzülünce gökyüzünden ıslanırsın apansız. Sen de kapıldıysan bu mevsime anla ki gözlerin nemli ve yüreğin geceden demli olacak. Ne inişleri ne çıkışları belli olmaz mevsimsiz baharın.
Peki, bunca toprağı kurumuş gönülleri bu mevsimsiz bahar nasıl yeşertecek?
Baharı mevsimlerde aramayı ne zaman bırakırsan o zaman bulacaksın gerçek baharı. Kalbine düşmeden baharın tohumu yeşermeyecek ruhunda çaresiz kalan umudun dalları. Tüm mesele sol yanında var edileni yeşertmekte, o zaman mevsimler anlam kazanacak. Biliyorum kolay değil ama imkansız da değil, sızılara katlanırsan imkanlar seninle kalır.
Belki yaralı bir gönlün yarasına sevgiyle dokunduğunda yeşerecektir baharın. Belki de kendi kalbine bakar gibi baksan bir başka kalbe oracıkta ekilen tohumlar yeşerecek…
Velhasıl herkes yüreğinde yeşerecek baharın hikayesini kendi yazacak; ve kalemi umut olanların baharı elbet bir gün gerçek olacak.
Oysa bir köşeye geçip eğitime dair anlatacağım ne çok mesele vardı.
Genç bir öğretmen ve galiba yorgun bir savaşçı…
Hiçbir şey sıradan çıktığımız ilk anda yaşadığımız coşku kadar derin ve anlamlı değil.
Yetiştirilmeye çalışılan müfredat, alansal olarak tercih edilen kaynaklar, daha iyi bir eğitimci olmak için alınmaya devam edilen eğitimler…
İşte mesele de tam olarak bu.
Bir eğitimci gelişmeye, öğrenmeye ve keşfetmeye muhtaç.
Öğrencinin izleyebileceği diziden, okuması gereken kitaba hatta gezmesi gereken yerlere kadar birçok bilginin biriktiği kutsal bir hazine…
İyi diyorsunuz da öğrenmek kolay mı be diye iç geçirdiğinizin farkındayım.
İşte konu tam olarak bu…
Konu: 21. Yüzyılda öğretmen olmak?
23 yılımı geride bıraktım. Kendimi bildiğim günden, öğretmenlikten mezun olduğum güne kadar birçok teknolojik gelişmeye şahit oldum. Hatta bu durum öyle bir hal almaya başladı ki, teknolojinin benimle büyüyen bir varlık olduğuna bile inandım.
Önce emekledi, sonra hızla yürümeye, koşmaya ve uçmaya başladı.
Koşmak kolaydı ancak fıtrattan ötürü uçamadığım için (ne kadar emek verirsem vereyim) geride kaldım. Ancak geride kalıyor olmam, öğrencilerim için yeni şeyler öğrenemeyeceğim anlamına gelmedi.
Çalıştığım küçük yaş gruplarında onların bana bir şeyler öğrettiğini görürken, büyük yaş gruplarında çağın en bilgesi bendim. İlk başlarda formasyon eğitimi altında canva ile öğrendiğimiz afiş tasarımlarımı şimdilerde Illustrator gibi programlarla gerçekleştiriyorum.
Bu da bizi şu gerçeğe itiyor. Sevgili öğretmenlerim ve öğretmen adaylarımız,
Bizler gelişmeye ve öğrenmeye aç olan bir topluluğuz. Mühendis için sizin alanınıza dair bir bilgi anlamsız olabilir, tıp eğitimi alan bir birey, öğretmenliğe ait bir terimi öğrenmek istemeyebilir ya da sokakta yürüyen bir adam mesleğin kendisine ait jargonuyla ilgilenmez.
Ancak siz bu toprağın öğretmeni olmaya devam ettikçe herhangi bir mesleğin jargonunu, öğrencilerinizin seviyesine indirmek zorundasınız. Eğitim ne sıra da ne de okulda başlar.
Eğitim sizin olduğunuz ve öğretmek için emek verdiğiniz her yerdir.
Çok konuştuğumu biliyorum. Kusurumu ve sizlerle arayı açmamın derin üzüntüsü ile bir şeyler ifade etmek istedim.
Düşüncelerinizi merak ediyorum. Yazmaktan ve ifade etmekten çekinmeyin.
Eğitim her yerdir ve bir öğretmen, bin kitaptır.
Düşünceleriniz ile açılacağımız yeni ufukların temennisiyle…
Göğe bakma durağına geldik mi kaptan? İkimiz birden sevinebiliriz. Bu sebeple beni o durakta, falanca bi yerde indir!
Doyasıya göğe bakmak istiyorum. İki yakam bir araya gelmiyor bu hayatta. Kravatım boynumu sıkıyor. Tek isteğim resmiyeti bi kenara bırakıp göğe bakmak. Göğün masmaviliğine bi düzine dörtlük yazmak istiyorum.
Hepimiz güvenli hissettiğimiz ve huzur bulduğumuz bir yer arayışında oluruz. Kimimiz için bu arayış apartmanlar ve evlerken, kimimiz için de ormanlıklar ve ovalardır. Turgut Uyar için göktür. Göğün derinlerinde ona ait olan hisleridir. Hayat boyu sakin, sade bir yaşam süren fakat şiirlerinde ayakları yerden kesen cümlelere yer veren şair bir kişilik olmuştur. Daha ilkokul yıllarında bedenen değil de ruhen manzumeler yazarak şiir ruhuna ulaşmış, on parmağında on marifet gazaller mazaller döktürmüştür.
Tam adıyla Ahmet Turgut Uyar, 4 Ağustos 1927’de Ankara’da dünyaya gelir. Annesi ev hanımı, babası Osmanlı Ordusu’nda harita subayıdır. Babasının mesleği nedeniyle çocukluğu vedalarla, aitsizliklerle doludur. Yüreğini kapsayan hasret duygusu bedeniyle büyümüş, yaş almış ve kağıtlarda hep bu hasret duygusunu dindirmek istemiştir. Yıllar sonra çocukluğunu şöyle dile getirir: “Hüzünlü bir çocuktum. Nedense hep ağlamaya hazır. Ağabeyim bana sataştıkça annem:” ‘Yapma oğlum’ derdi ona, ‘O, içli bir çocuk’.”
‘Vaiz Sokağı No 70’ şiirindeki gibidir hayat. Ekmek parasıdır. Mesela ”..öyle bir tad var ki fakirliğimizde,” dediği dizede çocukluğunu yad eder. İstanbul’un en çok tanınan semtlerinden biri olan Edirnekapı’daki Hırka-i Şerif İlkokulu’nda eğitim hayatına başlamıştır. Maddi imkansızlıklardan dolayı ilkokuldan sonra lise öğrenimi için askeri okula gitmiştir. Kalemi, kağıdı, hisli yapısıyla yatılı ve disiplinli bir düzenin içinde bulmuştur kendini. Babası gibi asker olacaktır. Bursa Askeri Işıklar Lisesi’nde lise eğitimini bitirmiş buradan sonraki son durağı Askeri Memurlar Okulu’nu da bitirerek eğitim hayatını tamamlamıştır. Kuralcı, sert bir yapının içinde aldığı eğitimin onu boğazladığını daha sonraları şöyle ifade etmiştir:
“Asker okullarında hiç mutlu olmadım. Genellikle yatılı okullarda mutlu olan çocuk yoktur sanıyorum. Başkalarının, hatta somut başkalarının değil de, hiç kavrayamadığım bir otoritenin belirlediği ve çoğu zaman saçma bulduğumuz bir şeyler yaşamak…”
Ataol Behramoğlu’nun dediği gibi ” Bu adam dünyaya sığmaz ki memur kurumlarına, odalarına sığsın”. O da haliyle sığmamıştır. Okulu bitirmiş ve iş hayatına atılmıştı. Mesleği gereği Anadolu’nun bir tarafından diğer tarafına şehir şehir dolaşarak meslek hayatını sürdürmüştür. Ardahan’a bağlı Posof ilçesinde 4 yıl görev yapmış daha sonra Samsun Terme Askerlik Şubesi’ne atandı. Ardından doğduğu şehire, Ankara’ya atanarak görevine devam etmiştir. Ankara’da Kara Kuvvetleri Komutanlığı Personel Dairesi Başkanlığı’nda üsteğmen olarak görev yaparken ruhunun derinlerinden bir ses :
” Ben severim omuzlarımı bir gün sırmaları, apoletleri olmasa da. ” yankılanmış olsa gerek…
Ve askerlik mesleğinden istifa etmiş, 1958’de Türkiye Selüloz ve Kâğıt Sanayi’nin Ankara’daki şubesinde çalışmaya başlamış ve 1967’de buradan emekli olarak İstanbul’ a yerleşmiştir.
Emeklik hayatına İstanbul’da devam eden Turgut, burada Tomris Hanım ile dillere destan bir aşka yelken açmıştır. Bu aşk evliliğe kadar ilerlemiş ve Tomris Uyar’la 1969 yılında evlenmiş ve bu evlilikten bir çocuğu olmuştur. Fakat şairimizin ilk evliliği ve ilk aşkı Yezdan Şener’dir. Turgut Uyar‘ın annesinin isteğiyle henüz 18 yaşındayken Yezdan Hanım’la evlenmiştir. Bu evlilikten de 3 çocuğu olmuştur. Fakat kaderlerinde ayrı düşmek varmış, Turgut ile Yezdan boşanmıştır. Aşksızlığın ve parasızlığın ters gittiği bir yaşamda Turgut, dostları tarafından zor şartların şairi olarak anılmıştır. Oğlu Tunga’nın, babasını Edip Cansever ile mukayese ettiği bir teşhisi vardır: ”Turgut Uyar ay sonu matematiği şairidir”. Kira mı, elektrik mi, çocuklar mı, dertlerini sırala sırala bitmez. Bu dertlerin arasında naifliğini hiç bozmadan şairliğine devam etmeye çalışmıştır.
Üç kere üç dokuz eder
bilirsin.
birin karesi birdir
kare kökü de
bilirsin.
“mutlu aşk yoktur”
bilirsin.
Şairimiz, sanatla iç içe doğmuştur diyebiliriz. Doğduğu evde enstrümanlar çalınırmış. Bu müzik ezgileri ruhuna dokunmuş, günde üç veyahut beş şiir ruhundan kağıtlara dökülürmüş. Ama ne şiirler… Daha ilkokul ve lise yıllarında uzuvlarında, ruhunun her köşesinde şiir sirayet eden bu edebiyat adamı, şair olma yolunda ilerlemiştir. İlk şiirini 1947’de Yenigün dergisinde yayınlamış ve bu şiire “Yad” adını vermiştir.
Yeniliklerin, uzak kaderlerin şairidir. Hep derinleşmek ve genişlemek isteyen bir şiir dünyasına sahiptir. Gündelik konulara ve sade cümleleri olan Garip şiirlerine tepki olarak sınırları zorlayan, en akıl almaz çağrışımları dile getiren şiirler yazmıştır. Henüz damağından bürokrasinin tadı geçmemesine rağmen özgürce, duygularını ve yaşadıklarını cümlelerle renklendirerek inanılmaz bir şekilde ifade etmiştir.
” herkes ne zaman ölür; elbet gülünün solduğu akşam!
aldım anlayamadım; öldüm anlayamadım almadığım bir akşam ”
Çağlayan şiirleri ölmemiştir ki şairi de ölsün. Mükedderat… Her canlı bir gün ölecektir. Alkol bağımlılığı, siroz hastalığına yakalanmasına sebebiyet vermiştir. Doktora gitmeye, tedavi olmaya pek yanaşmamış. Belki de şiirlerinde yaşamak, vücut bulmak istemiştir. Şiir dünyasının unutulmaz şairi Turgut Uyar 22 Ağustos 1985 tarihinde hayata gözlerini yummuştur.
Geceler kısa gündüzler daha da kısa
Bir rüya sanki gördüğüm bu hayatta
Boylu boyunca uzanan bir tekdüzelik
Bölüyor ortadan ikiye geceyi.
Usulca işliyor bir sızı her hücreme.
Ne susmak biliyor ne de durmak
Kafamın için de bir ihtilalinayak sesleri
Toplanıyor, dağılıyor, parçalanıyor Can çekişiyor.
Ve bunu kimse bilmiyor Buğulu bir cama çizilmiş hayaller
Fısıltılar içinde söylenmiş umutlar
Dokunsam, Dokunsam düşecek sanki
Ve bunu kimse bilmiyor.
Hangi mevsimdeyiz?
Geçti mi soğuğu koynunda mart
Ya nisan, mayıs…
Zaman, dalımdan düşen bir yaprak Ve bunu kimse bilmiyor.
Mevlit, bir dini imge olmaktan zamanla sıyrılıp, bir kültür olma yolunda ilerlemiştir. Mehmet Akif’in “Said Paşa İmamı” şiiri de aslında bir mevlidi konu edinir. Hatta şiirin ilerleyen kısımlarında “Sulatan- ı Rusül, Şah-ı Mümecced’sin, efendim “ gibi Hz. Muhammed’i öven cümleler de yer almaktadır. Olay olarak ise şu kurgulanmıştır, bir mevlit okutulması için bir imam çağrılır. Fakat imam çok geç teşrif eder. Sebebini sorduklarında ise cevabı herkesi duygulandırır. Yolda bir anneyle karşılaştığını ve onun çaresizce gelip kızına mevlit okumasını istediğini söyler. Orda bulunanlarda gözyaşlarını tutamaz, üzülür. Buradan da anlayacağımız üzere mevlit öyle bir gelenektir ki, o an kime yakınsan ve kimin daha çok ihtiyacı varsa onun için okunur. Nedeni ise gayet açıktır. Çünkü mevlit Hz. Muhammed’in doğumunu anlatır.
Bunu insanların uyarmak amacıyla okuyan bir kişi peygamber şuuruna yaklaşır. Bu şuurda olan birine de bu tavır yakışır. Bu şiir aynı zamanda mevlidi okuyan ya da okutturan kişilerin sahip olması gereken özellikleri vermeyi amaçlamıştır. Tabi bunlar herkes de farklı yankı ya da anlam bulabilir.
Buradan elde ettiğim bir bilgi de şu yönde, genel de yeni çocuk olduğunda okunan mevlit burada bir ölüm için okunuyor. Günümüzde her ikisi için de okunuyor olsa bile doğum için okunduğu daha çok bilinen bir bilgi. Çünkü peygamberimizin doğumu için yazılan bir şeydir. Ama bu şiirde konu olan hocanın Hasan Rıza Efendi olduğu bilindiği için onun şu özelliği çevresinde de yazılmış olabilir; onun içinden geldiği ve kendi arzu ettiği zaman okuması gibi. Dahası Mehmet Akif’in birçok mevlidi konu edinen şiirlerinin olmasıdır.
Mehmet Akif, peygambere verdiği değerden kaynaklı olarak bunu nesilden nesille aktarmak istemiştir. Bu isteğini de gerçekleştirmiş olacak ki ölümünün ardından 86 yıl geçmesine rağmen bu değeri okuduklarımızdan anlayabiliyoruz. Konumuz ise yukarıda bahsettiğimiz şiir olduğu için, biraz daha detaylandırabiliriz. O zamanki mevlit geleneğinde ilk başta mevlit okunuyormuş ve nasıl bir coşkuyla okunduğu ise şu mısralarla hissediliyor:
“Gencin kalbi durur; ürperir insanlar, cinler; açılan pencereler, göz kulak olmuş dinler.”
O dönem ve Mehmet Akif’in kişiliğine kadar çıkarımlar yapılabilir. Şairlerin kimlikleri aslında eserleridir. Bu kurguladığı olay ve kendi takındığı tavır, yani hocanın geç kalmasını olgunlukla karşılaması, hep Mehmet Akif yansımalarıdır. Eserlerinde onu hala tanıyabilme şansımız olduğu için özellikle bu eseri okumalı ve okutturmalıyız. Bu şiir aynı zamanda bir köprü vazifesi de görebilir. Çünkü günümüzde unutulmaya yüz tutmuş değerlerimiz, bir başka değerlerimiz olan şairlerle unutulmaz olur. Dolayısıyla hala neden unutulmadıkları da cevap bulmuş olur…