11.8 C
İstanbul
Pazartesi, Mayıs 12, 2025

Kanatsız Melekler: Öğretmenler

Bugün 24 Kasım Öğretmenler Günü. Kanatsız meleklerin günü.

Yeryüzünde öğretmenlikten daha şerefli bir meslek tanımıyorum.”Diyojen

Öğretmenlik bu hayattaki en kutsal mesleklerden biridir bence. Bir çocuğun hayatı daha küçücükken onlara emanet ediliyor. Çocukların hayatlarını baştan yazıyorlar. Sevgileriyle yoğuruyorlar, emekleriyle bugünlere kadar getiriyorlar o minicik hayatları. Bıkmadan usanmadan öğretmeye devam ediyorlar.

“Öğretmen, taze ruhları işleyen ustadır. Nesiller yaratır; ülkeler değil, gönüller fetheder.” -Arif Hikmet Par

Bir öğretmen bir çocuğun yüreğine, ruhuna dokunduğunda o çocuğun ilerideki çocuğunun da ruhuna dokunmuş olur.

Çocuk esirgeme kurumunda bir öğretmen ve arkadaşımın sohbetine dahil olmuştum. Öğretmen arkadaşıma şöyle bir cümle söylemişti: “Eğer biz bu çocuklara iyi bakmazsak, onları iyi yetiştirmezsek onların çocuklarının da geleceği yer burası olur.” Bu cümleyi duyduğumda çok sarsılmıştım. Çünkü çok etkilenmiştim. Bir öğretmenin bir çocuğun üzerindeki bu denli güçlü etkisini ilk defa bu kadar yakından görmüştüm. Öğretmenlik mesleğinin ne kadar zor ve kutsal olduğunu bir kez daha anladım.

Ne yazık ki ülkemizde öğretmenlere verilen değer gün geçtikçe azalıyor. Onlar el üstünde tutulmaları gerekiyorken şehit ediliyor. Çünkü insanlar okumuş ve bilgili insandan her zaman korkarlar. Bir öğretmen bin nesil doğurur.

Şenay Aybüke Yalçın

Müzik öğretmeni olan Aybüke Yalçın, Batman’ın Kozluk ilçesindeki lisede görev yaparken 9 Haziran 2017’de şehit edildi.

Necmettin Yılmaz

Şanlıurfa’nın Siverek ilçesine bağlı Çifçibaşı köyündeki ilkokulda çocuklara karnelerini dağıttıktan sonra memleketi olan Gümüşhane’ye gitmek için yola çıkmıştır. Aracının önü kesilmiş ve ne yazık ki şehit edilmiştir.

Neşe Alten

Sınıf öğretmeni olan Neşe Alten’in tayini Diyarbakır’ın Bismil ilçesindeki Çavuşlu Köyü İlkokulu’na çıkmıştır. Babası ile beraber bu köye yerleştiler. Okulun hali içler acısıydı ama Neşe öğretmen okulun tadilatı için elinden geleni yaptı. Daha 25 günlük öğretmenken evlerinde babası ile beraber şehit edildiler.

Ve daha ismini saymadığım niceleri… En çok da sizin öğretmenler gününüz kutlu olsun kanatsız melekler.

Üçüncü Sinema Ve Yılmaz Güney

yılmaz güney

Yılmaz Güney sinemasını anlamak için öncelikle Üçüncü Sinema kuramını bilmemiz gerekiyor.

1960’ların sonuna doğru Latin Amerika başta olmak üzere birçok üçüncü dünya ülkesinde bir başkaldırı niteliğinde oluşan bu akım; birinci sinema yani Hollywood ve ikinci sinema olan Avrupa bireyselciliğine karşı çıkmıştır. Temelini İtalyan Yeni Gerçekçilikten alan bu akımı Fernando Solanas ve Octavio Gettino hazırladıkları bir manifestoyla dünyaya duyurmuşlardır. “Kızgın Fırınların Saati” adlı belgeseli yayınladıktan sonra manifestolarını açıklayan ikili temeline emperyalizm karşıtlığını alarak dil, din, sınıf ve ırk ayrımcılığının ortadan kalkması gerektiğini savunuyorlardı. Manifesto var olan düzende sömürüye maruz kalan üçüncü dünya ülkelerinin içler acısı durumunu sinema aracılığıyla uluslararası çapta duyurulmasını öngörüyordu.
İtalyan Yeni Gerçekçiliğiyle beraber kameranın sokağa çıkarılması sinemada önemli bir dönüşüme neden olmuştur. Üçüncü sinemada bu prensip doğrusunda ilerleyerek kamera sokağa çıkarılıp yoksul halka, emekçi köylüye kısacası sokaktaki her soruna çevrilmiştir. Amatör oyuncuların filmlerde rol olması bu akımda sıkça görülen bir olaydır. Üçüncü sinema birçok ülkeyi etkilemiştir. Üçüncü sinema azınlık grupları etkisi altına alıp bu azınlık grupların sesi haline gelmiştir.

Türkiye ve üçüncü sinema denilince akla ilk gelen isim tabi ki de Yılmaz Güney’dir. Güney’in sinema yaşamına geçmeden önce kısa hayat hikayesine değinmek istiyorum. Çünkü Yılmaz Güney sineması bağlarını Çirkin Kralın yaşamından almaktadır.
Ülkenin güneyinde kızgın güneşin altında Seyhan ve Ceyhan nehirlerinin arasında bereketli Çukurova topraklarında 1937 yılında doğan Güney’in gerçek ismi Yılmaz Pütün’dür. Her ne kadar bereketli topraklar üzerinde doğmuş olsa da yoksulluğun soğuk nefesini çocukluluğundan itibaren ensesinde hissetti. Üniversite için İstanbul’a gelen Güney’in yaşamı Atıf Yılmaz’la tanışmasıyla seyrini değiştirmiştir. Yılmaz Güney 1959 yılında senaryosunu kendi yazdığı yönetmenliğini de Atıf Yılmaz’ın yaptığı “Bu Vatanın Çocukları” ve “Alageyik” filmleriyle ilk kez beyazperde de boy gösterdi.
Yılmaz Güney sinemasını iki döneme ayırabiliriz. Birinci dönemi daha çok vurdulu kırdılı ve içinde aşk barındıran filmler olarak tanımlayabiliriz. Yılmaz Güney’in mitsel bir karakter (Çirkin Kral) olduğu dönem. İkinci dönemde ise Güney toplumsal sorunlara değinen, yoksul köylüyü ve ezilen halkları konu alan filmler yapmaya yönelmiştir.
Birinci döneme baktığımızda Bir kabadayı tiplemesi görüyoruz. Toplumda hor görülen, dışlanan ve adaletsiz düzene baş kaldıran bir yağız Anadolu delikanlısı filmlerinin baş kahramanıdır. Bu dönem filmleinde bir Western havasını görmek mümkün. Güney, bu dönem filmlerinde genellikle kamera önündedir. İlk dönem filmleri Yılmaz Güney’in Çirkin Kral olarak anılmaya başlandığı evredir. Atilla Dorsay, Yılmaz Güney’in 1960’larda oynadığı rollerle izleyicilerin kurduğu ilişkiyi şöyle dile getiriyor: “Filmleri büyük bir dikkat ve saygı ile, dinsel bir tören gibi izlenmekte. Seyirci onunla birlikte aşağılanıyor, onunla acı çekiyor ve sonunda baş kaldırmaya karar verdiğinde, alkışlar ve sevinç çığlıkları ile onu onaylıyor.” Bu dönem filmlerine örnek olarak; Vurguncular, Kaçaklar, Pire Nuri, Acı ve Umutsuzlar gibi filmler verilebilir.

İkinci döneme geldiğimizde ise Yılmaz Güney sinemasının bambaşka bir yüzünü görüyoruz. Üçüncü sinema, Latin Amerika etkisi ve Sovyet toplumsalcılığını Güney’in filmlerinin her karesinde görmek mümkündür. İkinci döneminin büyük bir kısmını hapishanelerde ve yurtdışında geçiren Güney, asıl büyük başarılarını bu dönemde kazanmıştır. Cezaevindeyken senaryosunu yazdığı Sürü filmi Zeki Ökten; Yol filmi ise Şerif Gören tarafından çekildi. Yol ve Sürü filmler ile yurt içi ve yurt dışında kendinden söz ettiren Güney, 1982 yılında düzenlenen Cannes Film Festivalinde “Altın Palmiye” ödülünü kazandı.
Yılmaz Güney’i tek başına yönetmen veya oyuncu olarak tanımlamak oldukça yanlış. Yılmaz Güney oyunculuğu, senaristliği, yönetmenliği ve yapımcılığı tek bir potada eritebilmeyi başarmıştır.
Sinemasının temeline düzenin dışına atılmış insanları koyan Güney, sinemayı bir araç olarak kullanmaktaydı. Coğrafyanın koşullarını ötekileştirilmiş topluluklar ve uluslar üzerinden beyazperdeye aktaran Güney, Üçüncü Sinema akımının ülkemizdeki en önemli temsilcilerinden birisi olmayı başarmıştır. O günün şartlarında asker unsurların yönetime sıkça el koyduğu bir ortamda tutsaklıklar altında çoğunluğa katılıp dilsizi oynamadı. Yılmaz Güney’in de dediği gibi onun sineması bir kavganın sinemasıydı.
BİR GÜN MUTLAKA ARKADAŞ!

Yılmaz Güney “Sanatsal çabalar, çalışmalar, sınıf mücadelesinden ve bunun bir ifadesi olan siyasal mücadeleden kopuk ele alınamaz. Ben bir kavga adamıyım, sinemam da bir kavganın halkımın kurtuluş savaşının sinemasıdır. Bugüne kadar gücümün ve bilincimin elverdiği oranda kavganın içinde yer aldım. Bu nedenle sanatçı kişiliğimin yanında siyasi bir kişiliğim de var ve bunlar birbirinden ayrı değildir.”

Kahraman Deniz’in Yeni Teklisi Uzak Gelecek Yayında

Söz ve müziği kendine ait şarkılarıyla büyük bir ivme kazanan Kahraman Deniz, yeni şarkısını dinleyicisi ile buluşturdu. Yayınlandığı ilk saatlerden itibaren binlerce izlenme alan şarkı, bu defa da dinleyiciden epey beğeni alacağa benziyor.

Kendine özgü tarzıyla sevenlerinin gönlüne taht kurmayı başarmış olan başarılı müzisyen Kahraman Deniz’in Yeni şarkısı “Uzak Gelecek” bugün itibariyle tüm dijital platformlarda yerini aldı.

Güney Marlen – Şarapçı Remzi (Official Music Video)

Söz&Müzik: Güney Marlen
Video: 24 Creative
Yönetmen: Harutyun Arto Davulciyan
Yönetmen Yardımcısı: Artun Sağbazar
Kamera: Arel Demircioğlu
Kurgu: Bora Selimoğlu
Karikatürler: Erhan Tatlıdilli
Teşekkürler: MüzikO Stüdyo
Klipte: Vokal/Akustik
Gitar: Güney Marlen
Elektro Gitar: Baran Ökmen
Bas Gitar: Eren Başkaya
Davul: Cihan Kahvecioğlu

Star Wars Serisi İzleme Sırası

Bilim kurgu severlerin gönlünde taht kuran Star Wars (Yıldız Savaşları) film serisi sona geliyor. Star Wars severler 20 Aralık’ta vizyona girecek olan serinin son filmini heyecanla bekliyorlar. Vizyona girecek olan Star Wars The Rise of Skywalker filminden önce tam olarak 10 film yayınlandı. Peki Star Wars film serisi hangi sıraya göre izlenmeli?

Star Wars serisi iki şekilde izlenebilir. İlki olay akışı sırasına göre, ikincisi ise filmlerin çıkış tarihine göre. Bu yazıda sizlerle ikisini birden paylaşacağız.

Olay akışına göre Star Wars izleme sırası

1) Yıldız Savaşları: Bölüm I – Gizli Tehlike (Episode I – A Phantom Menace 1999) 2) Yıldız Savaşları: Bölüm II – Klonların Saldırısı (Episode II – Attack of the Clones 2002)
3) Yıldız Savaşları: Bölüm III – Sith’in İntikamı (Episode III – Revenge of the Sith 2005)
4) Han Solo: Bir Star Wars Hikayesi (Solo – A Star Wars Story 2018)
5) Rogue One: Bir Star Wars Hikayesi (Rogue One – A Star Wars Story 2016)
6) Yıldız Savaşları: Bölüm IV – Yeni Bir Umut (Episode IV – A New Hope 1977)
7) Yıldız Savaşları: Bölüm V – İmparator (Episode V – The Empire Strikes Back 1980)
8) Yıldız Savaşları: Bölüm VI – Jedi’ın Dönüşü (Episode VI – The Return of the Jedi 1983)
9) Star Wars: Güç Uyanıyor (Episode VII – The Force Awakens 2015)
10) Star Wars: Son Jedi (Episode VIII – The Last Jedi 2017)

Çıkış tarihine göre izleme sırası

1) Yıldız Savaşları: Bölüm IV – Yeni Bir Umut (Episode IV – A New Hope 1977)
2) Yıldız Savaşları: Bölüm V – İmparator (Episode V – The Empire Strikes Back 1980)
3) Yıldız Savaşları: Bölüm VI – Jedi’ın Dönüşü (Episode VI – The Return of the Jedi 1983)
4) Yıldız Savaşları: Bölüm I – Gizli Tehlike (Episode I – A Phantom Menace 1999) 5) Yıldız Savaşları: Bölüm II – Klonların Saldırısı (Episode II – Attack of the Clones 2002)
6) Yıldız Savaşları: Bölüm III – Sith’in İntikamı (Episode III – Revenge of the Sith 2005)
7) Yıldız Savaşları : Güç Uyanıyor (Episode VII – The Force Awakens 2015)
8) Rogue One: Bir Yıldız Savaşları Hikayesi (Rogue One – A Star Wars Story 2016)
9) Yıldız Savaşları : Son Jedi (Episode VIII – The Last Jedi 2017)
10) Han Solo: Bir Yıldız Savaşları Hikayesi (Solo – A Star Wars Story 2018)

MODERNİZM, MODERNİTE VE MODERNLİK

Gözlerimizi her gün, günün sonunda güne basladığımız gibi kalamadığımız, her an deneyimsel ilişkiler kurduğumuz modern dünyaya açıyoruz. Modern olmak bizlere kendi kaderimizi belirleme, dünyayı dönüştürme, her şeye dokunabilme, her şeyi tartışabilme hakkını sunarken diğer yandan da bizleri belirsizliğe, parçalanmaya, sahip olduğumuz her şeyi yok etmeye mahkûm etmektedir. İnsanlar neredeyse beş yüz yıldır süren bu çelişkilerle dolu yaşamın içine doğmaktadır. Bu çelişkilerle dolu yaşamın içine doğmaktadır. Bu çelişkileri yaratan ve sürekliliğine neden olan şey modernleşmenin kendisidir. Böyle bakıldığında insan, akıntıya kapılmanın yanında akıntıya yön veren olarak durmaktadır. Modernitenin düşünsel alt yapısını Aydınlanma düşüncesi, Rönesans ve Reform hareketleri oluşturur. Orta Çağ’ ın otoritesi ve yönetim ilişkileri yerini bireyi merkeze alan bir ilişkiler ağına bırakmıştır. Dünya merkezli evren anlayışının Güneş merkezli evren anlayışına seyri artık teolojik bilgilerin (inançların, sanıların) yerini matematiksel (hesaplanabilir) verilerin almasına yol açmıştır. Böylece kendini gelenekten kopararak yeni olmaya çalışan Modernite, insanın aklını kullanma cesareti göstermesini ondan talep eder. Bu değişimi anlamlandırmaya çalışan 18. yüzyıl insanı, 1700′ lerin büyük devrimci dalgasına kadar kafası karışık bir hâlde yaşadıktan sonra, 20. yüzyıla kadar bu modern olan ve modern olan ve modern olmayan ile iç içe yaşamını sürdürür.

Yeni dünya değerleri ile birlikte 20. yüzyılda modernleşme süreci tüm dünyaya yayılmıştır ve harici bir mekâ içermemektedir. Ne olduğumuzun ve neye ait olduğumuzun hızla unutulduğu bu yeni dünyanın, belirleyici unsurlarından biri de tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiştir. Zengin ruhban sınıfı, ortaya çıkan özgürlük ve eşitlik talepleri ile kentli ticaret yapan burjuvaya karşı gücünü yitirir. Bunu fırsat bilen ya da öyle yapması gereken insan, elde ettiği bu güç ile ileri gidip, aklına daha fazla kullanarak endüstüriyel bir atılım yapmak zorunda kalmıştır. İlerleme matbaanın icadı, yer kürenin keşfi, pusulanın icadı ve ” buharlı makinelerin, otomatik fabrikaların, demiryollarının, yeni devasa sanayi bölgelerinin; bir gece içinde çoğu kez insani açıdan acılı sonuçlar yaratarak büyüyüp yayılan şehirlerin; iletişim çapını gitgide genişleten günlük gazete, telgraf-telefon ve her türlü iletişim aracının; gittikçe güçlenen ulusal devletler ve çokuluslu sermaye topluluklarının; bu yukarıdan aşağı modernleşmeye karşı kendi aşağıdan modernleşme tarzıyla direnen toplumsal kitle hareketlerinin; sürekli yayılarak her şeyi kapsayan, en şaşalı büyümeyi, akla durgunluk veren ziyan ve israfı gerçekleştirebilen, sağlamlık ve istikrar dışında her şeye gücü yeten dünya pazarının” olduğu zemine doğru yönelmiştir. Modern doğa bilimlerince belirlenmiş sanayileşme daha sonraları kapitalizm ve piyasa ekonomisini hazırlar. İnsanlar arasındaki değer kriterleri, para ekonomisine dayalı oluşan bu modern sistemde ‘kaç’ sorusuna indirgenir: “para ekonomisi ve zekânın deüşünselliğinin hakimiyeti arasında bağ vardır.” Gitgide hesapçıl hâle gelen insan zihni doğayı da hesaplamaya başlar ve onu sabitlemeye çalışır. Böylece bireyin sabitlediği parçalar, anlamsız denemeyecek ama birey için çok da anlamlı olmayan muazzam sayıda unsurları oluşturur.

Eda Baba – Ya Sen Olmasaydın (Pinhani Cover)

Eda Baba – Ya Sen Olmasaydın

Söz: Sinan Kaynakçı
Müzik: Akın Eldes
Akustik Gitar: Emircan Başar
Mix-Mastering: Özgür Özkan Mete
Video: 24 Creative

Her Şiirin Müziği Yapılmaz!

Müzik ruhun gıdasıdır, şiir ise terbiyesi.

Sanat birçok alfabeye sahip bir dildir. Kimi notalarla anlatır derdini, kimi boyalarla gösterir sevincini. Kendini başka rollere bürüyen de bulursunuz, hiç konuşmadan bağırabilen de. Harfleri dans ettirenlerin yanında elinde fotoğraf makinesiyle beliriverir bir başkası. “Bu kadar çok alfabe tek bir dile çok değil mi?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Az bile. Çünkü sanat kendini bile anlamayan insanın ruhuna seslenir.

Peki, aynı dilde alfabelerin yerlerini değiştirsek nasıl olur? Mesela nota ile şiir yazsak, harfler ile beste yapsak. Tutsak bir kafiyeyi koysak bir parçaya ya da tekrarını alsak bir ezginin şiirin içine. Nasıl olurdu bir konçerto ismini koysak şiirin başlığına?

Olmuş, çok da güzel olmuş. Açlıkla terbiye edilmesin diye ruhumuz, bedenini iyileştiren eseri harflerle dillendirmiş kelimelerin Nâzım’ı, düşüncenin Hikmet’i.

Kendi dilinde anlaşamadığı yurttaşlarından ayrı düşen Nâzım rivayet odur ki Doğu Avrupa seyahatlerinden birinde ciddi bir rahatsızlık geçirir.   Yarı koma halinde yatarken yanı başında sürgün aşkı, doktoru, tercümanı, yoldaşı Galina Grigoryevna Kolesnikova vardır. Galina, Nâzım’ın bedeni iyileşirken ruhunu beslemek ister ve çeşitli plaklar bularak ona daima güzel müzikler dinletir. Bu plaklar arasında Galina’nın da kendini kaptırdığı bir plak vardır ki pikaptan hiç kalkmaz. Nâzım hastalığının ve iyileşme sürecinin büyük bir kısmında Sebastian Bach’ın tekrarlardan oluşan do minör konçertosunu dinler. Ruhu bu notalarla doyan Nâzım alır kalemi eline ve bu nadide eseri harflerle tekrar besteler.

Hazır sözlere, alışılmış kalıplara mahkûm olduk günümüzde. Söz yazarlığını meslek haline getirirken unuttuk bir gerçeği. Her şiirin müziği yapılmaz, bazı müziklerin şiiri yazılır. Yeter ki ruha dokunsun, alfabe fark etmez.

Sebastian Bach’ın 1 Numaralı Dominör Konçertosu

Güz sabahı üzüm bağında
sıra sıra büklüm büklüm kütüklerin tekrarı.
kütüklerde salkımların,
salkımlarda tanelerin,
tanelerde aydınlığın.

Geceleyin çok büyük, çok beyaz evde
her birinde ayrı ışık,
pencerelerin tekrarı.

Yağan bütün yağmurların tekrarı
toprağa, ağaca, denize,
elime, yüzüme, gözüme
ve camda ezilen damlalar.

Günlerimin tekrarı,
birbirine benzeyen,
benzemeyen günlerimin.

Örülen örgüdeki tekrar,
yıldızlı gökyüzündeki tekrar
ve bütün dillerde ‘seviyorum’un tekrarı,
ve yapraklarda ağacın tekrarı,
ve her ölüm döşeğinde acısı tez biten
yaşamanın.

Yağan kardaki tekrar,
incecikten yağan karda,
lapa lapa yağan karda,
buram buram yağan kardae
sen tipide savrularak
ve yolumu kesen kardaki tekrar.

Çocuklar koşuyor avluda,
avluda koşuyor çocuklar.
İhtiyar bir kadın geçiyor sokaktan,
sokaktan ihtiyar bir kadın geçiyor,
geçiyor sokaktan ihtiyar bir kadın.

Geceleyin çok büyük, çok beyaz evde
her birinde ayrı ışık,
pencerelerin tekrarı.

Salkımlarda tanelerin,
tanelerde aydınlığın.

Yürümek iyiye, haklıya, doğruya
Dövüşmek yolunda iyinin, haklının, doğrunun Zaptetmek iyiyi, haklıyı, doğruyu.

Sessiz gözyaşın ve gülümsemen gülüm,
hıçkırıkların ve kahkahan gülüm,
pırıl pırıl bembeyaz dişli kahkahanın tekrarı.

Güz sabahı üzüm bağında
sıra sıra büklüm büklüm kütüklerin tekrarı.
kütüklerde salkımların,
salkımlarda tanelerin,
tanelerde aydınlığın.
aydınlıkta yüreğimin.

Tekrardaki mucize gülüm,
tekrarın tekrarsızlığı…

Nazım Hikmet Ran
23 Şubat 1958, Varşova

Ve ben yalnız,enstrümansız

Levent Sevi’nin geçmişlerin Türkiye müziğinden bir şarkı seçip kaydettiği ve sanatçıların sesini en yalın haliyle duyabildiğimiz harika çalışması…

Belki hiç duymadığımız ya da bilip unuttuğumuz şarkılarla bu şekilde buluşmamız gerçekten çok etikileyici. Yanından hızla geçtiğim bir mekandan kulağıma çalınan bir şarkıyı arıyorum kaç zamandır onu ararken karşıma çıkması da ayrı bir güzellik.

Ve Levent Sevi’nin serisi; İlk konuğu Can Güngör

Ve sımsıcak sesiyle Nilipek

Bu serinin ismine ilham olan şarkıyla Kalben

Zor olsa da galiba diyerek gelen Can Aydınoğlu

Sesiyle bizi uzaklara götüren Melike Şahin

Ve Tuğçe Şenoğlu

Devamını heyecanla bekliyoruz.

Ünzile’nin Hikâyesi

Bu hikâye insanlığın öldüğü ve yerle bir olduğu bir hikâyedir. Aysel Gürel’in kaleme aldığı ve Sezen Aksu’nun seslendirdiği en hüzünlü şarkı: Ünzile.

“Ünzile insan dölü
On kardeş beşi ölü
Büyüdükçe un ufak
Ve gelir de görücü”

Aysel Gürel Anadolu turnesindeyken bir köyde mola verir. Tesadüfen burada Ünzile ile karşılaşır. Beraber sohbet ederler. Sohbet ilerledikçe Ünzile hayatında yaşadıklarını da anlatmaya başlar.

İnci gibi dişi
Görücü bilir işi
Söğüdüm ağlar gider
Olur hatun kişi

Ünzile çok küçük yaşta evlendirilmiştir. Görücü usulü dediğimiz fikri önemsemeden, ona hiçbir söz hakkı tanınmadan evlendirilmiştir.

“Varmadan sekizine
Ergin oldu Ünzile
Hem çocuk hem de kadın
Onikisinde ana
Bir gül gibi al ve narin
Bir su gibi saydam ve sakin
Susar kadın Ünzile”

İnanamayacaksınız ama bir kaç koyun karşılığında verilmiştir Ünzile. Birkaç koyun için bir hayat mahvedilmiştir. Çok küçük yaşlardan beri çektiği eziyetler yetmemiş bir de hayatını tamamen karartmışlardır küçük Ünzile’nin.

“Yağmuru kim döküyor
Ünzile kaç koyun ediyor
Dayaktan uslanalı
Hiçbir şey sormuyor”

Ünzile’nin hikâyesi geri kalmışlığın hikâyesidir. İnsanlık diye bir şeyin gerçekten bittiği bir hikâyedir. Şimdi kim bilir kaç Ünzile daha bu durumda? Evet hâlâ bir yerlerde küçücük kızların okumalarını, özgürlüklerini ellerinden alıyorlar. Onların tek bir söz dahi söylemesine izin vermiyorlar. Ünzile, sen bizim gönlümüzdeki en büyük yarasın.

Dinleyince Şaşıracağınız İki Ahmet Kaya Şarkısı

Ahmet Kaya herhangi bir müzik türüne takılıp kalmamış. Yeri gelmiş marş denecek şeyler söylemiş, yeri gelmiş türkü söylemiş, yeri gelmiş arabesk söylemiş… Açık ki Ahmet Kaya müzikte sentezi seven bir sanatçıymış. Bu bakımdan aslında müzikal geçmişimizde önemli bir yeri var. Şimdi ise kendisinin pek bilinmeyen rock türünde iki parçasına bakalım. Evet evet rock 🙂 Ben de duyduğumda şaşırdım fakat dışardan bir gözle baktığımızda en yakın olduğu tür rock gibi görünüyor:

Süha Tuğtepe yazmış. Kenar Mahalleli bir delikanlının sıkıntıları:

Bir diğeri de büyük şair Attila İlhan’dan. Epey marjinal ve özgün bir şiir, keza şarkısı da öyle. Jilet Yiyen Kız:

Otogar Müzikali: Otogargara

Yılmaz Erdoğan’ın yazmış olduğu Otogargara isimli oyun ilk kez 1995’te BKM’de oynanmış. Kadrosunda Yılmaz Erdoğan, Gürdal Tosun, Demet Akbağ, Olgun Şimşek, Bican Günalan, Sinan Bengier gibi usta oyuncuların yer aldığı oyunun mekânı bir otogar. Farklı yolcuların farklı hikâyeleri, otogardaki ayrılıkları bu mekân üzerinden sahneleniyor. Sahnede oynanırken kamera kaydına alınmış oyunu şu an internet üzerinden izleyebiliyoruz. Şimdi biraz içeriğe değinelim.

Oyunun afişi.

“-Merhaba ey ahali bendeniz Simsar Osman! Otogarın yerlisiyim ben. Yani otogarlıyım anlayacağınız. Şimdi otogarlı demek ne demek?

-Ne demek?

-Oğlum otogarlı demek Türkiyeli demek! Zira Türkiye’nin alayı hergün burada!”

Böyle bir giriş yapar Yılmaz Erdoğan. Sahiden de oyun boyunca adeta bir memleket portresi çizer otogara gelip gidenler üzerinden. İletişim kurulamayacak kadar kaba ve konuşamayan insanlar, okullarda kendi ilkeleri ve meslek etiği doğrultusunda görev yaptığı için sürgün edilen öğretmenler, suçsuz yere yıllarca hapis yatanlar, taşı toprağı altındır diye doğudan İstanbul’a göç edip İstanbul’da hüsrana uğrayanlar, ‘meşhur olacağım’ diye İstanbul’a gelen gençler, nefes almaksızın konuşan teyzeler, dikkatsiz şoförler, palavracı muavinler ve daha saymakla bitmeyecek nice tipik Türkiye insanı.

Bu şekilde bahsedince kafanızda bol ağlamalı bir dram oyunu canlanmasın. Yılmaz Erdoğan bunları anlatırken her zamanki gibi seyirciyi gülmekten kırıp geçiriyor. Oyunun anlattığı her şeyi trajikomik bir biçimde işliyor. Örneğin;

Doğudan İstanbul’a göç etmiş olan çift bir kenar mahallede yaşamaktadır. Burada inşaatta çalışan adam birgün yüksek bir kattan düşer ve ölür. Kadın kocasının cesedinin önünde şöyle konuşur:

“Ben sana dedim İstanbul’a gitmeyelim diye. Şimdi köyde olsaydık sen de beşinci kattan düşmezdin. Çünkü köyde en yüksek bina iki katlı. Taşı toprağı altın ha? İşte şimdi taşını da toprağını da daha yakından görme imkanın oldu. Toprak için geldi toprak oldu benim salak İlyas’ım!”

Kadının inşaattaki arkadaşlarından birinin, kadına “Allah Allaaah!” şeklinde tepki vermesiyle kadın konuşmaya devam eder:

“-Bak bu da Allah diyor! Kardeşim niye her şeye Allah’ı karıştırıyorsunuz? Allah sana akıl vermiş, yer çekimi vermiş. Yer çekimi olan yerde aklını kullanıp düşmeyeceksin! Aha bu İlyas da böyleydi. İlyas iş yok? ‘Allah büyüktür.’ İlyas ekmek yok? ‘Allah büyüktür.’ E be İlyas biz de biliyoz Allah’ın büyük olduğunu! Al İlyas’tan cevap: ‘Allah büyüktür.’ Allah sana köy vermiş, İstanbul vermiş. Aklını kullanıp köyde kalacaksın, İstanbul’u da köye çevirmeyeceksin! Allah sana işsizlik vermiş, açlık vermiş. Aklını kullanıp… ne bok yiyeceğini bilemeyeceksin! Ah İlyas’ım ne yapacağım ben şimdi?”

Buraya kadar seyircinin gözü dolmuşken sahneye Simsar Osman girer, adamın çantasını eşinin yanına koyar, ve şöyle söyler:

“-Üzülme bacım. Allah büyüktür.”

Gözü dolan seyirci burada kahkaha atar. Oyunun geneline bu trajikomik unsur hakimdir. Nitekim bir otobüs bileti almak isteyen yolcuya, sadece bayan yanı bir tane koltuk kalması sebebiyle bilet vermemekte ısrar eden Simsar Osman’la yolcu arasındaki kahkahalar attıran diyalogların olduğu oyunda, kocası seneler evvel Elazığ otobüsünde kaza sonucu ölen, ama senelerce otogara gelip “Elazığ otobüsü geldi mi?” diye soran bir kadın da vardır.

Esprileri, dramları, oyunculukları, kareografisi ve müzikleriyle izlenesi bir yapıt. İyi seyirler.

Yalnızlık Senfonisi

Yalnızlık, insanın sonunda kaçamayacağı nadir gerçeklerden. Kalabalıklarda da yalnızdır insan, bilmez çünkü kimse aklından geçeni sen söylemezsen eğer. Sevgilisi olsa da yalnızdır, geceleri ayrı evlerde uyuduğu sürece. Aynı yastığa baş koyanlar bile birbirlerinin rüyalarını göremez. İnsan, muhtaçtır insana koşulsuz. Fakat yine aynı insan, yalnızdır nerede olursa olsun. Ben yalnızlığımı tanıyıp, kabullendiğimden beri çok daha anlamlı gelen bir şarkıdır Yalnızlık Senfonisi. Söz – Müzik Sezen Aksu’ya ait bir şarkıdır. Bir kalem ne kadar güçlü olursa olsun, yaşanmışlık ise melodiye ruhunu katan, kim bilir nelere şahittir Minik Serçe’nin hatıraları. Ki ben en çok Sertab Erener’den dinlerim ki, onun sesinin dokusu, benim gibi sizleri de kendisine bağımlı hale getirmiştir sanıyorum.

Yalnızken daha fazla düşünür insan, daha fazla sorgular. Daha fazla çıkarım yapar, bazen de daha fazla saçmalar. Tutunulacak bir şey ararsın çoğunlukla ve neye tutunduğunun da bir önemi kalmaz kimi zaman. Bizler ise ya kitaplara ya kalemlere sığınırız ki, işte öyle bir anda yine çıkıvermiş şu dizeler kalemimden.

Ne çok değişti yönüm,
Ne sert rüzgarlar alabora etti sandalımı,
Ne güneşli havalarda inandım aşka,
Ne yağmurlarda ıslandım sevda gibi,
Ne çok düştüm
Ne çok kalktım
Ne çok ağladım
Ne çok kahkaha attım
Sevdim çok
Kızdım çok
Kırdım çok
Çok da kırdınız elbette
Paramparça her yanımı
Kendim sardım haberiniz yok.
Şimdi bakıyorum sağıma soluma
Yoksunuz
Sahi 
Neredesiniz?

İnsan etrafında birini arıyor nihayetinde. Bir dostu, bir kardeşi, bir arkadaşı ya da bir sevgiliyi. Ama sizler yine de her ihtimale karşı yalnızlığınızı sevin. Belki siz onu sevdikçe, hayat size daha cömert davranacaktır, kim bilir…

Paulo Coelho’nun Efsanesi: Simyacı

Paulo Coelho’nun 1988 yılında basılan felsefik romanı Simyacı, bir çobanın İspanya’dan Mısır piramitlirine doğru hazine bulmak için çıktığı yolda, yaşadıklarını konu eder. Hazineyi bulmak, aslında kendini keşfetmektir. Asıl hazinenin ne olduğunu anlamak, hem keyifli hem düşündürücü olduğu kadar, içsel dünyaya da rehberlik etmektedir. Onlarca dilde çevirileri olan bu klasikleşmiş eserden hafızama işleyen alıntıları sizlerle paylaşmak istiyorum.

  • Ve bir şeyi istediğin zaman, bütün evren arzunun gerçekleşmesi için iş birliği yapar.
  • Sözcüklerin ötesinde bir dil var. Ve sözcüklere gereksinim duymayan bu dili çözümlemeyi başarırsan, dünyayı kavramayı başaracaksın.
  • Sabır hayattaki en büyük erdemdir.
  • Şarabını yudumladı ve şöyle dedi : Kötülük, insanın ağzından giren şeyde değildir. Kötülük ağzından çıkandadır.

Doğru Bildiğinizi Sandığınız Yanlışlar İçin Cahillikler Kitabı

Şimdi bir bilgi yarışmasında olduğunuzu düşünün. Son soruya geldiniz ve doğru cevabı bilirseniz , tüm hayallerinizi gerçekleştirebileceğiniz o büyük para ödülünün sahibi olacaksınız. İşte son sorunuz geliyor ;

  • Biz insanların kaç burun deliği vardır?
    Gözlerinize inanamıyorsunuz , böyle kolay bir soru mu olur? Hemen cevap veriyorsunuz ‘ elbette 2 ‘. Maalesef , kazanamadınız.

Diyelim ki şanslı gününüzdesiniz ve size son bir soru hakkı daha verdiler. İşte yeni sorunuz geliyor.

  • Telefonu kim icat etti?
    Korkuyorsunuz tedirginlikle joker hakkınızı kullanıyorsunuz. Ve sizinde zaten emin olduğunuz cevap çıkıyor : Graham BELL

İşte bu ve bunun gibi bilmediklerimiz ve yanlış bildiklerimizi içeren, okudukça hem şaşırıp hem çok şey öğreneceğimiz bir kitap ‘ Cahillikler Kitabı ‘.