18.4 C
İstanbul
Pazar, Haziran 15, 2025

Kimsesizlikten Korunacak Çocukluğa…

Yeryüzünün en masum canlıları; çocuklar! Ama bir çocuk düşünün ki kendi dünyasında yapayalnız, sıcak bir yuvası, onu tüm kalbiyle seven ve şefkat gösteren bir ailesi yok… Evet, çocuk esirgeme kurumunda yaşayan yüzlerce kimsesiz çocuktan bahsediyoruz. Parlak, umut dolu yarınları olan, kendi iç dünyalarında fırtınalar kopan ama bunu dillendirebilecekleri kimsesi olmayan hatta istediklerini içinden geçirmeye bile cesaret edemeyen…

Anne ve baba figürünün çocuğun gelişim sürecinde büyük rol oynadığı bilinen bir gerçekliktir. Her iki ebeveynin de çocuğun hem sosyal hem duygusal hem de psikolojik gelişimine katkısı çok büyüktür. Günümüzde aile kurumunun geçirdiği dönüşüm ve yeni aile formlarının ortaya çıkışı, toplumsal değişimin bir sonucudur. Bu dönemde görülen önemli sosyal olguların başında tek ebeveynli ailelerin sayısındaki artış gelmektedir. Tek ebeveynli aile, bir ebeveyn ile yaşayan çocuk ya da çocuklardan oluşan aile olarak tanımlanmaktadır. Tek ebeveynli aile formunun ortaya çıkma nedenlerine bakıldığında ebeveynlerden birinin ölümü, uzun süreli ya da sürekli yokluğu veya boşanma ve tercih durumu gibi faktörler olduğu görülmektedir.

İnsanoğlunun en temel ihtiyaçlarından biri sevgidir. Bebeklikten itibaren başlayan gelişim sürecinde sevginin yeri çok büyüktür. Sevgi ihtiyacını anne ve babasından karşılayan bebek, çocuk, yetişkin her zaman bu duygusal bağa ihtiyaç duyar. Fakat ebeveyn yoksunluğunda sekteye uğrayan bu sevgi ihtiyacının karşılanması için çocuklar farklı yollara başvurabilirler. Özellikle babalarına çok düşkün olan kız çocukları bu sevgi ihtiyacını ileride kendilerine biraz ilgi gösteren ilk karşılaştıkları kişiyle yahut kendilerinden yaşça oldukça büyük biriyle tamamlamaya çalışabilir; ya da tam aksi yönde, başka bir insanı sevmekte ve bağlanmakta güçlük çekebilirler. Görüldüğü üzere, babasız büyüyen kız çocuklarının ilişkileri ve duyguları bu yoksunluk sebebiyle değişkenlik gösterebilmektedir.
Öfke ve Saldırganlık
Ebeveynini kaybeden çocuklar yalnız kalmanın da verdiği kaygı ile ne yapacağını bilememe ve yoksunluk hissettikleri için ebeveynlerine karşı, hayata karşı ve kendilerine karşı öfke besleyebilir, çevrelerindeki herkesi suçlayabilir ve saldırgan tavırlar sergileyebilir. Özellikle kayıp henüz çok yeni ise ya da çocuk yas sürecinde ise, bu tarz davranışsal ve duygusal tepkiler çok sık gözlemlenir. Saldırganlığın yanı sıra içe kapanıklık, ağlama ve çocuksu birtakım eylemler de görülebilir.

Küreselleşme mefhumu beraberinde ‘özgürleşme ve bireyselliği’ getirdiğinden aile tablosunu çözülmeye uğratmış, son iki asır boyunca aile mefhumu ve toplum ahlakı ciddi yaralar almıştır. ‘Bireyselcilik akımı’ ile boşanmalar endişe verici bir hızla artmıştır. Bununla birlikte giderek ahlaki değerleri çöken toplum, sadece kendini düşünen egosuyla beraber yaşama, birlikte hareket etme düsturunu da unutmuştur. Toplum ahlakının çökmesi ile aile mefhumunun gerekliliği sorgulanır olmuştur. Bunun nihayetinde toplumda ‘kimsesiz çocuk’ ibaresi ‘korunmaya muhtaç çocuk’ şeklinde kayda geçmiştir. Gün geçtikçe de ailesi olan ancak ‘korunmaya muhtaç çocuk’ sıfatı taşıyan çocuklar artmaya devam etmektedir.

Kimsesizlik nasıl ortadan kalkacak? 
Devlet kurumları ve sivil toplum kuruluşları, çözümler aramaya ve üretmeye devam etmektedir. Ancak korunmaya muhtaç çocuk sayısı da aynı oranda artmaya devam etmektedir. Mesela, aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının verilerine göre 2010 yılında 35.298 olan korunmaya muhtaç çocuk sayısı 2014 yılında 80.375 olmuştur. Sayının bu kadar ciddi oranda artmasının sebebini herkes ilk önce kendisinde aramalıdır. Problemin çözümü çocuğu sahiplenmesi, onu koruması ve kollaması gereken toplum ahlakının düzelmesi ve aile yapısının sağlamlaştırılmasıyla mümkündür. Kimsesizliği belirleyen sebepler, sosyal tabanlı problemlerdir. Kimsesizliğin kriterlerinin değişmesi de, sosyal tabanlı bu problemlerin artması veya azalmasıyla ortadan kalkacaktır. Sosyal tabanlı bu problemler toplumun bütün fertleri tarafından problem kabul edilmeli ve çözümüne yönelik adımlar hiç vakit kaybedilmeden atılmalıdır. Bir ülkenin geleceği, maddi ve manevi değerlerinin farkında olan ve o değerlerle yetişen çocuklarla imar olacaktır.
Unutmayın! Çocuklar da sizin hissettiğiniz duyguları yaşar ama sizin gibi ifade edemez, onlara ne yaşadıklarını fark etmeleri ve yaşadıklarını isimlendirmeleri konusunda yardımcı olmak, onların bu duygularla baş etmelerini ve başkalarının duygularını anlamalarını, böylece birlikte yaşamalarını kolaylaştıracak. Gelecek nesiller için yapabileceğimiz en büyük iyiliklerden biri, birbirini anlayan, birbirinin ne yaşadığını önemseyen bireyler yetiştirmektir.

18 Yaşımdan 28 Yaşıma

10 sene sonra bugün şu anda ne yaptığını o kadar merak ediyorum ki!
Nasılsın, ne yapıyorsun, neler yaptın, hayatında kimler var?

5 Haziran Cuma 17.26’da yazmaya başladığım yazımı akşama tamamlarım diye düşünüyorum. Hâlâ akşamları dışarı çıkmaya bayılıyor musun? Bu sefer çay içmeye mi gittin yoksa film izlemeye mi? Ya da bunların hiçbiri olmamış hastanede nöbete kalmış da olabilirsin. Hastanenin ülke sınırları içinde olup olmadığından emin değilim gerçi zamanla göreceğiz.

En sevdiğim filmi sonunda buldum, de. Amélie’yi kaç defa izlediğini tahmin etmek güç fakat büyüsü bozulmasın diye bir elin parmağını geçirmedim desen, inanırım. Bir de ben yakın zamanda The Bucket Listi’i izledim. Orada bir şey takıldı aklıma. Gözünden yaş gelene kadar gülmek yapılacaklar listende olsun.

Lütfen Dünya ve Türk Klasiklerinin hatrı sayılır kadarını okudum diyebiliyor ol. Sormaya biraz çekiniyorum, İngilizce’yle aran nasıl? Benim şu zamanlar geliştirmeye kapı araladığım bir dönem.

Yazdıklarımı ve yazacaklarımı düşünürken içimi kemiren bir soru geldi aklıma. Acaba erken mi davranıyorum? 10 sene sonra ne olur, hâlâ burada mı olurum yoksa dedemin yanında mı? Fakat yine de devam etmek istiyorum.

Artık düzgünce gitar çalmayı öğrenmiş olman gerek. Senelerdir kapının arkasında bekleyen gitarın üzerinde hakkı var. En çok piyano çalmayı istiyorum diyorum şuan. Sende durumlar ne?

İstanbul, orada doğup büyümedim fakat sokak sokak gezmeyi, yeni lezzetlerini tatmayı, pek bilinmeyen nadide yerlerini keşfetmeyi istiyorum. Prag’a gittin mi? Gerçekten hayal ettiğin gibi bir yer mi? Gittiysen meşhur sokak tatlısını yemeği unutmamışsındır. Yemek demişken umarım yıllar yemek yerken yaşadığın mutluluğu elinden almaz. Kaptırma sakın.

Mehmet Emin iddia ettiği kadar zengin oldu mu? Eda’yla İskele’de buluşup bardakta mısır yemek için ikiniz de uygunsanız sakın erteleme. Mezun +1 Doktor grubu sonunda 4 Doktor grubuna dönüştüyse bunu çiğ köfte partisiyle kutladım demen gerek.

Yeğenler takımı hazırdır diye tahmin ediyorum. Tek kale maçta kaleci ol ve bilerek gol yemeyi unutma.

Utanmayı bırakıp hayatına dokunan birkaç büyüğünü arayıp hâl hatır sormalısın. Ustanın dediklerini içselleştirip kendi sistemine oturtabildin mi, dört gözle bekliyorum. Bu yazı uzar gider,merak ettiğim çok fazla şey var. Bir iki şey kaldı söyleyeceğim.

Galata Kulesine çıktın mı? Cevap olumluysa malûm konudaki şanssızlığını kırmışsın demektir. Karda yürümeyi unutmayın.

Çevrendeki insanlar sana ne kattı, sen onlara ne kattın? Hayatına giren, hayatında kalan, hayatından çıkardığın insanlar seni sen yapacak. Kullanmaya devam ediyor musun bilmiyorum fakat söylemek istiyorum şu cümleyi: ‘Etrafındaki 5 kişinin ortalamasısın ve hayat vasat olmak için kısa.’

Saat 21.25. Neredesin?

Minimalizm: Önemli Şeylere Dair Bir Belgesel

2015 yapımı MINIMALISM (Minimalizm: Önemli Şeylere Dair Bir Belgesel) Belgeseli, bugün çok sayıda kişiyi etkilemiş minimalist yaşam tarzını ve minimalistleri konu alırken felsefenin temel insanî ve psikolojik yönlerine de değiniyor.

Matt D’avella yönetmenliğinde hazırlanmış olan Netflix belgeseli, son zamanlarda günlük dilde de çok karşılaştığımız “minimalizm” kavramına odaklanıyor. Peki nedir bu minimalizm? TDK’da henüz bir tanımı bulunmayan minimalizm, etimolojik çağrışımından ötürü “az”, “küçük”, “öz”, “basit” şeylerden bahsedilirken kullanılsa da ilk anlamıyla yalnızca “az” anlamına gelmez. Örneğin: Görsel sanatlarda minimalizm; bir nesnenin salt nesne oluşuna vurgu yapmak ve kalabalık çağrışımlardan uzak tutup özü keşfetmek amacıyla kendini gösterirken müzikte melodi ve harmoni basitliğini ön plana çıkarmak gayesiyle kullanılır. Tasarım ve mimaride de yine en az kalabalıkla tasarımı tam anlamıyla öne çıkarmayı, tüm gereksiz ayrıntılardan kurtarmayı hedefler.

Hayatımdaki boşluğu ne ile doldurabilirim?” sorusuyla baş başa kalan hemen herkes, aslında tüm bu boşlukları yeni bir akıllı telefon, hiç ihtiyaç hissetmezken sadece indirimde diye alınan bir mutfak eşyası hatta okunmayacak kitaplar ve izlenmeyecek DVD’lerle doldurmaya çalıştığını görecektir.  Belgesel tam da Dan Harris’in bu duruma vurgu yapan “Hayatımızın çoğu, öylesine otomatik ve kovalamaca ile geçiyor ki hiçbir şey bizi tam tatmin etmiyor” sözleriyle başlar.

Minimalizm, amishlikle karıştırılıyor. Amishlik teknolojiye, yeniliğe kapalı halde yaşıyor. Minimalizm ise gereksiz ve aşırı tüketime karşı durarak insanlara “Benim bu kadarına gerçekten ihtiyacım var mı?” sorusunu sormayı hatırlatarak kapitalizme karşı da tepki gösteriyor. Çağımızın büyük ölçüde problemi olan, dijital medyanın bize yansıttığı lüks hayatı, gereksiz harcamaları ve “koleksiyon” adı altında istifçiliği normalleştirerek insanlığı tüketim açlığına ve doyumsuzluğa itiyor. Bu belgesel bir farkındalık hissi yaratıyor. Gereksiz tüketimi bırakıp hayatı olabildiğince “minimalist” sürdürmeye başlayınca mental olarak da rahatlayacağımızı gösteriyor. Bu tüketim çılgınlığı ciddi ekolojik sorunları da beraberinde getiriyor.

İzledikten sonra akıllarda oluşan ilk soru “Neden bu kadar doyumsuzlaştık?” oluyor.  Kapitalist sistem ve her şeye ulaşabilme hazzı hiç düşünmeden bizi sonsuz bir tüketim döngüsünün ortasına itiyor. Minimalizm buna dur diyerek sürdürülebilir ve daha yaşanılası bir dünya için yapabileceğimiz şeylerin basitliğini gösteriyor.

Eksiğiz, Eksiliyoruz…

Bir boşlukta kaybolmak mı sevmek, yoksa o boşluğu dolduracak birini bulmak mı?

 

Hepimizin bu yöndeki teorileri farklıdır. Çünkü kimimiz bu boşlukta kaybolmuşuzdur, kimimizde bu boşluğu dolduracak birini bulmuşuzdur. Bu boşluğu dolduracak biri derken sevgiliden bahsetmiyorum. Herkesin hayatında az bile olsa bir boşluk vardır. Kimimiz anne baba hasreti, kimimiz çocuk, kimimiz de sevgili hasreti çekiyoruzdur. Bunlardan herhangi biri eksik olduğunda bir boşluk hissederiz kalbimizde. Hayat böyle işte bir taraftan tamamlarken diğer taraftan eksiltir. Eksilen yanlarımızı daha önce fark etmeyiz. Ne zaman kaybetmeye başlarsak işte o zaman aklımız da başımıza gelmeye başlar. Ya da düşünün zengin bir aileye sahipsiniz. Elinizin altında her şey vardır ama ne alırsanız alın yine tatmin olmazsınız. Hayatınızda bir şey eksiktir. Bu eksikliği yaşadığınız her dakikada hissedersiniz. Sevgidir. Belki anne baba sevgisi, belki çocuk, belkide ömrünü geçirebileceğin birinin eksikliğidir. Bu boşluğun veya eksikliğin nasıl bir şey olduğunu merak edenlerimiz vardır. Bu boşluğun farkında değilizdir belki de. Eğer anne baba eksikliğini merak ediyorsanız yetimhanedeki çocukların parkta hiç tanımadığı bir çocuğu anne babasıyla beraber izlerken gözlerine bakın, evlat eksikliğini merak ediyorsanız bir anneyi evladının mezarı karşısında izleyin, sevgili eksikliğini söylemeyeceğim. Çünkü zaten en küçüğümüzden büyüğümüze kadar az çok biliyordur herkes. Hayatım dediğin kişiyi kaybettiğinde ömür tüketmek oluyor gerisi. Bunların hepsini birden de yaşayabiliriz, tek birtanesini de. Hala fırsat varken elimizde anne babamıza sımsıkı sarılalım, evladımızla vakit geçirelim, sevgilimize sevgimizi dile getirelim. Hadi şimdi kalkın ve tüm sevdiklerinize o merhametli kucağınızı açın.

Sevgili Sevgi

Sevgili Sevgi, bugün nasılsın?

Bulutların üstünde, şimşeklerin çakmadığı, Güneş’in asla

batmadığı, yıldızların her zaman parladığı diyarında…Koşturup duruyorsundur elbet oradan oraya, batıdan doğuya; kuzeyden güneye.Devam ediyorsundur her zamanki gibi insanların günlerine ışık demetleri saçmaya… Güzel yüzlerine bir tebessüm kondurmaya…

Güneş Anne(Ay Dede olur da Güneş Anne olmaz mı?) ile nasılsınız? Hala Dünya’ya pozitif ayrımcılık yaptığın kanısında mı? Eh, o da haklı bir bakıma.  Ne diyebilirsin ki ana yüreği işte. Işığını tüm yavrularına eşit paylaştırmaya çalışıyor. Senin biz insancıklara torpil geçmene biraz alınıyor galiba. Ee ama hayatın yeşerdiği tek gezegen olmanın bazı ayrıcalıkları olmalı, değil mi?

Belki de tersine sen ilk günden beri bizi kendinden mahrum bırakmadığın için hayat tohumları yeşermiştir bu ölümlü dünyamızda.

Ne demiş Goethe? : ” İçinden şöyle bir etrafına baktı mı insan, sevginin nasıl hayat verdiğini görür.” E, sahi görebiliyor muyuz biz bu sevgiyi? Hak ediyor muyuz her sabah günümüze doğan güneşi?

Pamuktan kalplerimizi sevgiyle olan bağımızı bağlamakta mı kullandık yoksa?

Bakıyoruz ama göremiyoruz belli ki. Belki de sabırsızlaştık. Varlığımızla yaşıt olan sevginin bir çiçek olduğunu unuttuk.

Bir kez daha hatırlayalım ki çiçekler emek ister, ilgi  ve zaman ister. Sevdiğinizi görünce hemen de şımarır bu çiçekler. Rengarenk taçlarını takar, kıvır kıvır yapraklarını kıvırır; nasıl da süslerler bayırları. Ona verdiğiniz sevgiyi, böceklere, arılara, meyvelerinden tatması için biz insanlara geri verirler.

Kim demiş doğada sadece enerji korunur diye? Elmalar kendisine verilen sevgiyi bir başkasına aşılamak ister sadece. Newton nasıl da yer çekimine bağlamış bunu? Ağustos böcekleri, kulaklarımızı şenlendirmek ister sadece.Ha, bir de sabah akşam çalışan dostu karıncanın gününe bir nebze neşe katabilmeyi…La Fontaine nasıl da tembelliğe bağlamış bunu?

Sakin olun, her ne kadar uğraşsak da sevgiye yakasız gömleğini giydiremedik daha. Bizden umudunu kesmedi. O; hala aramızda, kaldırımlarımızda, pencerelerimizin pervazında, kalbimizin kapısında içeri girmeyi bekliyor. Çok uzakta aramamıza gerek yok. Aydınlık Çemberi’ni takip edebilmemiz yeterli. O hala her sabah ışıklarıyla Dünya’mızı parlatmaya, bulutlarıyla dertlerimizi gölgelemeye, mavisiyle yeşiliyle gözlerimize şölen yaşatmaya devam ediyor. Unutmayın ki sevgi; görebildiğimiz, duyabildiğimiz, tadabildiğimiz, dokunabildiğimiz hatta hissedebildiğimiz her yerde. Haydi,gelin bir kez daha kalbimizi; duygularımızı tozlu raflarından indirip hep beraber onu arayalım, onu yayalım. Çünkü Dünya sevgi uğruna ve sevgiyle dönüyor. Belki Güneş Anne’nin emeklerine layık bir “sevgili” olabiliriz böylece. Yeter ki deneyelim ve denemekten asla vazgeçmeyelim.

 

Sevgi(li)ye Sitem

SEN ŞİMDİ

Bir ihtimal dâhilindeydi aynı cümle içinde yazılmak
Bir harfi senin ve geri kalanı benden olmak üzere
Yarım yamalak doldururduk ithal edilmiş sözcükleri
Sen şimdi alfabenin en ırak yerinde bir çizgi sanatısın
Belki başındasın hayatın, belki bana en uzaktasın.

Bir yokluk hâlindeydi aynı gökyüzü altında kavuşmak
Sen gecenin ayazından şikâyet ederken ben aşkından yanmak üzere
Şimdi ay bile öyle mahzun, öyle hüzünlüdür doldurur kadehimizi
Sen şimdi bir içkinin ilk yudumundaki sarhoşluk kadarsın
Belki aklındasın sevdiğin adamın, belki bulunduğun yerde kalabalıksın.

Bir ıstırap ihmâlindeydi gözlerinde barınamamak
Davranıyorsun yurtsuz bir adamın aşkını haczetmek üzere
Oysa iki kişi için bile fazlaydı, dolup taşardı eleğine takılan bu sevgi
Sen şimdi gönül gözü kapalı, kör bir yabancısın
Ya aklındasın seni seven adamın, ya bu ıssız yerde tek başınasın.

Yalnızlaşanlardan mı Yalnızlaştıranlardan mı ?

Kişileri gözlemlerken hep dertli, sıkıntılı ve şikayet halinde görüyorum. İtiraf etmek gerekirse bazen ben de bu durumda oluyorum(Benimkisi huydan ziyade dönem dönem gelen ruhsal bunalım da diyebiliriz). Kimi kişiler hayat şartlarından kimi işinden kimi komşusundan kimi ailesinden kimi eşinden kimi çocuğundan kimi sevdiğinden kimi de eski sevdiğinden diyerek listeyi boylu boyunca uzatabiliriz. Evet bitmek tükenmek bilmeyen şikayetler, bir takım dır dırlar, söylenmeler vs. Gözlemlerim sonucu insanlar aslında Piaget’in ”İşlem Öncesi Dönem” de (3-6yaş) görülen ‘Egosantrizm’ ya da ‘Kendine Odakanma’ ya da ‘Perspektif olamama’ durumunda olduğunu düşünüyorum. Yani ben ve biliş dünyam buna karar verdik.

Bu dönemde çocuklar, benim bildiğimi herkes bilir, benim gördüğümü herkes görür düşüncesinde hareket ederler. Tıpkı benim dediğim, benim zevkim, benim hayalim, benim istediğim ben, ben, ben diyen bedeni büyümüş ama aklı küçük kalmış şahıslar gibi. Ve inanır mısınız bu kişiler en çok onlar ile iletişiminizi kestikten sonra bambaşka bir varlığa dönüşürler yaptıklarına inanamazsınız. Söyledikleri sözlerin haddi hesabı yoktur. Neden? Çünkü onun kıymetli canı yanmıştır. Yeryüzünde tek acı çeken onlarmış gibi davranırlar. Kimsenin kendini anlamadığını düşünürler bu da tam bir ergen benmerkeziyetçiliğidir. Empati kuramazar kendi pencerelerinden bakarak haklı olduklarını düşünürler ama sadece düşünürler çünkü bencil insanlar hiçbir zaman haklı değillerdir.

Evet bu durum bütün insanlığı sarmış durumda. İstediği olmayınca hakaret eden, şikayetlenen, yüzünü asan istediğini oldurana kadar her yolu deneyen insanlar. Evet her yerdeler. Saygısızlıkları diz boyudur.  Bu insanlara tahammül etmek istemiyorum böyle bir zorunluluğum da yok ama onlarla yaşıyorum. İşte bu durumda ben yalnızlaşanlardan oluyorum.

Onlara kelimelerimi harcamak istemiyorum adeta yok sayıyorum yokmuş gibi yaşıyorum. Söz söylemek, nefes tüketmek boşuna çünkü hallerinden gayet memnunlar kendi hazlarını yakaladıklarında dünya yıkılmış kimin umurunda olan bireyleri birey yerine koymak… Boşa kürek çekmek gibi. Zira değer vermek bir insana bu kıymetli bir his. Bu his hak etmeyen insanlarda heba olmamalı diye düşünüyorum. Bırakın kopsun ipler. Bırakın ayrılık olsun aslında ayrılık o kadar da kötülenen bir şey olmamalı. Bir taraf o kadar yorulmuş nefes alamaz hale gelmiş ki gemileri yakarcasına geçmişe bakmadan yaşama kararını almıştır ve bu muazzam bir başkaldırmadır. Bu kişilere hayatlarında baht açıklığı diliyorum.

Sözün özüne de gelirsek umarım sizler yalnızlaştıranlardan değilsinizdir.

Ey Tahir Yüzlü Adam!

Ey Tahir yüzlü adam!

Kaldır başını yerden

Çık hasret dolu avluya

Son ver yüreğinin huzursuzluğuna

Gökyüzünün derinliklerine bak

Dikenli tellerin arasından

Bir bulut seç kendine oradan

Hüzünlü, küçük bir bulut

Anlat gönlünün kırgınlıklarını

Bil ki ben o bulutun beyazındayım.

Ey Tahir yüzlü adam!

Sen yıkılmaz bir devsin

Bir gülün taç yaprağında sallanan

Koğuşunun küçük penceresinden

Her sabah bıkmadan doğan

Altın renkli güneşe bak

Eğer bir sabah görmezsen

Her zamanki yerinde onu

Kırıp at yüreğindeki umudu

Ama yeise düşme sakın

Altın renkli güneş doğdukça her sabah

Bil ki ben o güneşin sarısındayım.

Ey Tahir yüzlü adam!

Aldırma nasipsizlerin söylediğine

Bakma mazinin karanlığına

Seni bekleyen parlak istikbale hazırlan

Hürriyet bekliyor sizi, hürriyet!

Zaten Tahir yürekli aslana

Neyler ki esaret?

Severmişim Meğer

Aramızdan ayrılışının 57. yıl dönümünde Nazım Hikmet’i, bir yaşam şiiri olarak adlandırdığım “Severmişim Meğer” ile anmak yerinde olacaktır. Yaşamın güzelliğinin detaylarda olduğunu hatırlatıyor; aşkın, doğanın, yolculukların güzelliğini anlatıyor bizlere…

“Yıl 62, Mart 28
Prag-Berlin treninde pencerenin yanındayım

akşam oluyor

dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer

akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedimtoprağı severmişim meğer

toprağı sevdim diyebilir mi onu bir kez olsun sürmeyen

ben sürmedim

Platonik biricik sevdam da buymuş meğer

meğer ırmağı severmişim

ister böyle kımıldanmadan aksın kıvrıla kıvrıla tepelerin eteğinde

doruklarına şatolar kondurulmuş Avrupa tepelerinin

ister uzasın göz alabildiğine dümdüz

bilirim aynı ırmakta yıkanılmaz bir kere bile

bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek sen göremeyeceksin

bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun karganınkinden alabildiğine kısa

bilirim benden önce duyulmuş bu keder

benden sonra da duyulacak

benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere

benden sonra da söylenecek

gökyüzünü severmişim meğer

kapalı olsun açık olsun

Borodino savaş alanında Andırey’in sırtüstü seyrettiği gök kubbe

hapiste Türkçeye çevirdim iki cildini Savaşla Barış’ın

kulağıma sesler geliyor

gök kubbeden değil meydan yerinden

gardiyanlar birini dövüyor yine

ağaçları severmişim meğer

çırılçıplak kayınlar Moskova dolaylarında Peredelkino’da kışın

çıkarlar karşıma alçakgönüllü kibar

kayınlar Rus sayılıyor kavakları Türk saydığımız gibi

İzmir’in kavakları

dökülür yaprakları

bize de Çakıcı derler

yar fidan boylum

yakarız konakları

Ilgaz ormanlarında yıl 920 bir keten mendil astım bir çam dalına

ucu işlemeli

yolları severmişim meğer

asfaltını da

Vera direksiyonda Moskova’dan Kırım’a gidiyoruz Koktebel’e

asıl adı Göktepe ili

bir kapalı kutuda ikimiz

dünya akıyor iki yandan dışarda dilsiz uzak

hiç kimseyle hiçbir zaman böyle yakın olmadım

eşkiyalar çıktı karşıma Bolu’dan inerken Gerede’ye kırmızı yolda ve yaşım on sekiz

yaylıda canımdan gayri alacakları eşyam da yok

ve on sekizimde en değersiz eşyamız canımızdır

bunu bir kere daha yazdımdı

çamurlu karanlık sokakta bata çıka Karagöz’e gidiyorum Ramazan gecesi

önde körüklü kaat fener

belki böyle bir şey olmadı

….

çiçekler geldi aklıma her nedense

gelincikler kaktüsler fulyalar

İstanbul’da Kadıköy’de Fulya tarlasında öptüm Marika’yı

ağzı acıbadem kokuyoryaşım on yedi

kolan vurdu yüreğim salıncak buluklara girdi çıktı

çiçekleri severmişim meğer

üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar 1948

yıldızları hatırladım

severmişim meğer

gözümün önüne kar yağışı geliyor

ağır ağır dilsiz kuşbaşısı da buram buram tipisi de

meğer kar yağışını severmişim

güneşi severmişim meğer

şimdi şu vişne reçeline bulanmış batarken bile

güneş İstanbul’da da kimi kere renkli kartpostallardaki gibi batar

ama onun resmini sen öyle yapmayacaksın

meğer denizi severmişim

hem de nasıl

ama Ayvazofki’nin denizleri bir yana

bulutları severmişim meğer

ister altlarında olayım ister üstlerinde

ister devlere benzesinler ister ak tüylü hayvanlara

ayışığı geliyor aklıma en aygın baygın en yalancısı en küçük burjuvası

severmişim

yağmuru severmişim meğer

ağ gibi de inse üstüme ve damlayıp dağılsa da camlarımda yüreğim

beni olduğum yerde bırakır ağlara dolanık ya da bir damlanın

içinde ve çıkar yolculuğa hartada çizilmemiş bir memlekete gider

yağmuru severmişim meğer

ama neden birdenbire keşfettim bu sevdaları Prag-Berlin treninde

yanında pencerenin

altıncı cıgaramı yaktığımdan mı

bir eski ölümdür benim için

Moskova’da kalan birilerini düşündüğümden mi geberesiye

saçları saman sarısı kirpikleri mavi

zifiri karanlıkta gidiyor tren

zifiri karanlığı severmişim meğer

kıvılcımlar uçuşuyor lokomotiften

kıvılcımları severmişim meğer

meğer ne çok şeyi severmişim de altmışında farkına vardım bunun

Prag-Berlin treninde yanında pencerenin yeryüzünü dönülmez bir

yolculuğa çıkmışım gibi seyrederek…”

NÂZIM HİKMET

19 Nisan 1962

Nazım’a

Bir yel esip gelip geçti

Yetişemedik arkasından da

Yıllar sonra oturduk anlamaya

Gönlümüzü verdik ne fayda

Ne vardı karşılıklı otursaydık

Bu dünyanın düzeninden 3 – 5 kelam ederdik

Belki bana uzun uzun anlatırdın

Ben de mum kesilir titreyerek dinlerdim.

 

Ahh be! Nazım 118 yaşına kadar

Nasıl yaşadın anlatsana!!!

Duydum bugün doğmuşsun

Hangi parlak güneş karşıladı seni

Hangi karanlık gecede şiir yazdın

Sana anlatacak onca şeyin arasından

Bir tek aklıma bugün geldi

Bu göç nerden nereyeydi

Sahiden giden miydin sen yoksa

Daha fazla yanımızda kalan mıydın?

Sen daha çok yaşa

Tüm kulaklar işitsin şiirlerini

Bir devrim olursun adınla

Gurbetlerin adı nazım

Sevmeler Piraye bundan gayrı..

Sevgi Kontrolü

 

Sizin verdiğiniz sevgiyi taşıyamaz bazıları. Bazılarına sevginiz yük olur. Çünkü onlar hiç o kadar sevilmemişlerdir. Sevginizin ağırlığını taşıyamazlar; bu yüzden de size karşılık veremez, tepkisiz kalırlar. Bu doğru mudur sizce? Bana kalırsa bu bir ilişkiyi tek taraflı yürütmekten başka bir şey değildir. Hep yorar, üzer, kırar. Ne kadar beklentim yok deseniz de karşılık alamadığınız birine ne kadar çok sevginizi tüketebilirsiniz. Hayat bu kadar uzun değildir. Sevginizi boşa harcamayın. Silinmeyecek anı, unutulmaycak insan yoktur. Bazen sevdiklerinizi bir kutuya koyup ömrünüz boyunca saklamak istersiniz. Onları paylaşamaz, kaybetme korkusundan bazen onlarla tartışabilirsiniz de. Ama bu tartışmayı istemeyen taraf hep siz olacaksınız, bunu başlatan ise yine siz.

En çok sevdiğiniz kişi sizi en çok üzendir, bu aşkta da böyledir, insan ilişkilerinde de hiçbir yerde yazılı olmayan bir kuraldır. Avucunuzun içinde saklamak istediğiniz insanlar bir zaman sonra sizden gitmek isteyecekler ve siz korkularla baş başa kalacaksınız, kaybetme korkusu. Bu duygu her şeyi yaptırır. Gururu ayakların altına serer. Belki korkudan daha çok yükselir, bağırırsınız ama yaptığınız her şey o bir zamanlar avucunuzun içinde tutmaya çalıştığınız insanlar içindir. Ama onlar bunu asla anlayamazlar. Sadece hala üste çıkmak istediğinizi düşünürler.
İnsanları avucunuzun içinde tutamazsınız. Tam tersi tamamen açacaksınız.
Sevginizi koruyun, onu saklayın, herkesle bir anda sevginizi paylaşmayın. O sizin en değerli duygunuz, aksi halde kaybedersiniz. Bu düzen böyledir: Sevgisini daha az içinde yaşayan kazanır ama her zaman yanında olduğunu hissettirirseniz, onu bir kutuya koyup saklamak isterseniz, sevginizi bir insana yüklerseniz onu kaybedersiniz. Kaybetme korkusu olanlar çoğu zaman kimseyi kaybetmemiştir veya içinde yaşadığı bir sevgisizlik vardır. Sevgisi güzel olan insanların çoğu sevgisiz kalmıştır bu yüzden etrafa hep sevgi saçarlar. Bir kediyi sevişinden, bir bitkiyi sahiplenişinden, birinin derdiyle ne kadar ilgilendiğinden, bulutlara ne kadar çok  dokunmak istediğinden sevgiyi görebilirsiniz. Çıkarsız ilişkiler çok zor bulunur böyle bir hayatta. Eğer bulduysanız ona sımsıkı sarılın, onu bırakmayın. Çocuk gibi sevin, yetişkin gibi kararlar alın. Ama asla o çocuğu öldürmelerine izin vermeyin.


Bir insan sinirlendiğinde tepkisini karşısındakine gösteremez çünkü onunla bir çıkar ilişkisi vardır, onun yerine ona değer veren, onu seven ve bırakmayacağına inanan birine gider ve bütün sinirini çıkartır. Büyük ihtimalle bu durumda yine en çok kalbi kırılan taraf olacaksınız. Unutmayın kimse sizi üzemez, sinirlendiremez hatta güldüremez bunu ancak siz istersiniz, sizin tercihinizdir. Bunlara tepki vermek-vermemek size kalmıştır. Tepki vermemek altta kalmak değildir. İlla ona cevabını ver demek olmadığı gibi bütün ipler sizin elinizdedir. Mutlu olmak da hüzünlü olmak da ve elbette sevginizi kontrol edebilmek de…

Milton H. Erickson’un Psikiyatrik Teknikleri: Sıradışı Terapi

Psikolog ya da psikiyatristlerin vakalarının konu edildiği pek çok kaynak mevcuttur. Özellikle derslerde öğrenilen teorik bilgilerin pratikte nasıl kullanıldığına dair ipuçları bulmak için itinayla okunur bu kitapların çoğu. Hemen hemen hepsinde de teoride öğrenilen bilgiler ile pratikte uygulanma aşamasında çok ciddi farklar olduğu görülür. Fakat bazen bu farklar o kadar fazla olur ki kişi öğrendiklerini fazlasıyla yetersiz bulur. İşte Sıra dışı Terapi kitabı, bu yetersizliğin net olarak hissedilebileceği kaynaklar arasında.

Erickson’un vakaları ve tedavi şekillerini içeren bu kitap, öğrenilen birçok teorik bilgiye farklı bir bakış açısı ve ilginç bir yaklaşım kazanmanıza sebep oluyor. Kitapta özellikle dikkat çeken bazı vakalardan söz etmeden önce Erickson’un terapi tarzına kitap paralelinde değinmek istiyorum.

Öncelikle dikkat çeken durumlardan bir tanesi; genellikle trans hali, uyku – uyanıklık arası telkin almayı kolaylaştıran bir durum olarak tanımlanan/öğretilen hipnozun bir iletişim tekniği olarak kullanılması. Kitaptaki örnek vakaların bazılarında trans hali Erickson’un kullandığı tek bir sözcük ile başlayabiliyor ve insanlar hipnotize olduklarının farkına bile varamıyorlar. Ayrıca kitaptaki vakalarda, kısa süreli çözüm odaklı terapi tekniklerinden bazılarının hipnoz ile birlikte kullanıldığını görmek de mümkün. Özellikle değişimi desteklemek ve gelişim için özgürleşmeyi sağlamak adına olumlu olanı vurgulamak, fikir aşılayarak küçük değişiklikler yapmak ve bu şekilde daha büyük değişikliklerin yapılmasını sağlamak kitapta dikkat çeken tekniklerden bazıları.

Erickson’un çeşitli vakalarında görülen önemli noktalardan bir tanesi de danışanlarındaki değişimi sağlamadan önce onları topluma uyumlamak için çeşitli teknikler kullanması. Erickson bunu yaparken, ilaç kullanmayı neredeyse hiç tercih etmemektedir. Hatta kitapta kendi cümleleriyle aktarılan bazı bölümlerde, kişiler ilaç ya da reçete için geldiklerinde onlarla terapiye başlayıp, ne için geldiklerini unutturarak ofisinden ayrılmalarını sağladığını belirtmektedir. Erickson, danışanlarının yanlış algıladığı noktaları doğru bir şekilde anlamalarına yardımcı olmaya odaklanan uzun süreli bireysel terapiler ile danışanlarını topluma uyumlamayı tercih etmektedir ve kişinin sosyal durumunda bir değişiklik olmadan belirtilerin değişmeyeceğini/düzelmeyeceğini düşünmektedir.

Bu bağlamda danışanlarına çeşitli ödevler vererek onları yönlendiren ve değişimin danışanların kendisi tarafından yapılmasına zemin hazırlayan Erickson, danışanlarının söylediklerini eksiksiz yapmasını onlara mücadele edecekleri bir alan vererek mümkün kıldığını vurgulamaktadır.

Kitaptaki vakalara yaklaşım ve çözüm şekilleri hemen hemen hepsini dikkat çekici ve ilginç hale getiriyor, fakat benim özellikle dikkatimi çeken üç temel vaka mevcut. Bunlardan biri ayakları büyük olduğu için evden çıkmayıp okula dahi gitmeyen bir gencin probleminin yaklaşık olarak iki dakika içerisinde kişinin kendi evinde çözülüyor olması (Yanlışlıkla ayağına basılarak, bir erkeğin görebileceği kadar büyük ayakların olsa basmazdım tepkisiyle). İkinci vaka ismi verilmeyen ve kilolarından şikayetçi olan bir danışanın probleminin çözülmesi. Burada özellikle dikkat çeken durum danışan ile konuşurken kullanılan üslup. Çünkü kişiye ilk seansta kurulan cümlelerden bir tanesi “ Sen şimdiye kadar gördüğüm en şişman, en çirkin, en iğrenç domuz yağıyla dolu bir fıçısın ve sana bakmak beni dehşete düşürüyor.” şeklinde. Aslında bu teknik kitaptaki bir çok vaka için Erickson tarafından kullanılan önemli tekniklerden bir tanesi. Bu şekilde terapist, danışanını doğruyu söyleyeceğine inandırmış ve güven ilişkisinin ilk adımını atmış oluyor. Erickson’un vakalarında terapötik alyansın ustalıkla nasıl oluşturulduğunu görmek mümkün.

Kitaptaki dikkat çeken bir başka durum ise Erickson’un terapi aşamasındaki esnek davranışlarıdır. Gerektiğinde danışanı ile yemeğe çıkma ya da kullandığı aşağılayıcı gibi görünen garip ve kaba üslup ya da evden çıkmayan danışanın evine annesinin doktoru gibi gitmesi bu esnekliklere verilecek örneklerdir. Genel olarak bakıldığında etik olarak kesinlikle yapılmaması gereken durumlar olarak değerlendirilebilir. Fakat dikkat çekilmesi gereken nokta yapılan tüm davranışların terapötik bir amaç doğrultusunda gerçekleştirilmiş olmasıdır. Bu noktada verilebilecek en ilginç örnek, ofisine getirildiği için bağıran çocuk danışanıyla sırayla bağırarak iletişim kurmayı başlatmış ve sağlamış olmasıdır.

Yukarıdaki örnek vakaların benzerlerini kitapta bulmak mümkün. Her biri tamamen ilgi çekici ve Erickson’un yaklaşımıyla daha da ilginç hale gelebiliyor. Fakat Erickson’un kullandığı teknikler ve olaylara yaklaşımı, belli bir sistematik içerisinde davrandığını, kendine özel bir formüller kümesi olduğunu gösteriyor. Belki de sırf bu nedenle kitap “Yolcular her dakika değişir; ama yol, hep aynı…” cümlesiyle başlıyor.

Buna Rağmen

Peter Gundry – Isolation

 

Allah’ım bu insanlar nereye koşuşturuyor?
Oturup azıcık da düşünseler ya!

Unutmadan söyleyeyim
Ya da hatırlatın en sonunda
Tarih tekerrür zırvasından başkası değil
Bense Freud’u öldürmekten yargılanmadım hiç
ve okumadım hiç
en azından bir miktar Gastroenteroloji
Oysa açtım hep
ve midemi dünya yiyeceğiyle doldurdum
bir saman altı sadakatlerine toktum
niyeyse?

Buna rağmen…

Allah’ım bu insanlar neden dönüp duruyorlar
hep aynı, bulundukları yerde?
Ya canileştiler öyleyse
Ya da vardı içlerinde ketumluk
Peki ya ben?
En azından bir şiir ilk yazıldığı haliyle ellerimde

Oysa soluk soluğa da kalmadık hiç
hanginizin parmağı daha ıslak?
hanginizinki nasırlı?
ve bu ne aptalca bir karşılaştırma?
hepimiz insan değil miyiz?
Değil mi?
değil!?

Yani tam olarak şöyle söyleyeyim;
ayvayı yedik!
hem de en yüz ekşitenini…

Buna rağmen…

Allah’ım bu insanlar nereye koşuşturuyor?
Oturup azıcık da düşünseler ya!
Öyleyse
Ya dünya yürümek alanı değil
Ya da ben yaşamaktan anlamıyorum..

Buna rağmen…

İnsanları da tavaf etmeli insanlar
-işte o zaman-
Asıl taşlanacak olanın şeytan olmadığını anlayacaklar…

~EBRÂR

28.5.20
9.9

Sensiz Bana

Bilmediğim sıkıntılar var içimde,

Karanlıktan aydınlığa çıkabilir miyim korkusu.

Endişe, ön yargı, panik ve yalnızlık duygusu…

Bundan sonra hiçbir şey gerçek gelmeyecek.

Ay ışığının odamı aydınlatışı,

Yıldızların başımı okşayışı,

Cırcır böceklerinin sessizliğimi parçalayışı…

Gözüme uyku girmediğinde,

Penceremden sokak lambasının ışığı mı süzülecek?

Yanımda varlığın olmadığında,

Hangi el uzanacak?

Hayallerime, umutlarıma, sensiz bana…

Ağzımı bıçak açmadığında,

Yürüdüğümüz yollardaki kornalar mı sessizliğimi bölecek?

Sensiz geçen günlerim nasıl demlenecek?

Günler acı ya da tatlılığını dökecek fincanıma.

Gönlüme ya burukluk ya keyif verecek her yudum.

Bir fincan çay buruk mu geldi bize?

Dilinden tatlı sözcükler çıkmıyor.

Yanımda ol birlikte içelim,

Sensiz buralar inan keyif vermiyor.

Aklım hep sende kalıyor.

Her tat buruk geliyor gönlüme,

Artık geceler bile konuşmuyor benimle.

Artık geceler bile konuşmuyor benimle,

Yıldızlar göz kırpmıyor.

Gündüz seni anlatmıyor hiç.

Her sabah güneş bana hatırlatmıyor seni.

 

Unutmamaya çalışıyorum,

Yüzümüzden eksik olmayan tebessümleri.

Eğer kaderim gülmezse,

Ona gülmeyi unutmamaya çalışıyorum…

 

Kadın

Kadın

Anlamı erişkin dişi insan. Ben bu tanımı kullanmayı istedim çünkü internette öyle anlamlar var ki kadınlık benliğimi zedeler. Kadın kelimesine yüklenen anlamlar beni rahatsız ettiği için içimi dökmek istedim.

Kadın hakları, eşitlik, adalet, özgürlük…

Bunlar değil değinmek istediklerim. Bunlar için savaşan yeterince grup ve anti-gruplar var.

Kadın erkekten üstündür? Kadın erkeğin yapabileceği her şeyi yapabilir? Kadınlar mükemmel yaratıklardır? Değildir. Kadın kadındır. Neden bu kadar mana yüklemek isteyişimiz? Her şeyi olduğu gibi kabul etmeliyiz. Kadın kadındır. Erkek erkektir. İnsan insan. Şahsım ve benim gibi düşünen topluluklar adına: ‘Biz mükemmel olmak istemiyoruz.’ Biz gereğinden fazlasını istemiyoruz. Amacımız ‘Wonder Women’ olmak değil. Biz sadece insan olmak istiyoruz. Bir insanın sahip olduğu haklara sahip olmak istiyoruz. Yemek, içmek, giyinmek, gezmek ve tuvalete gitmek gibi… Böyle haklara sahip olmak için mücadele edenleri feminist gibi görmeyin. Kaldı ki; feminizm öyle bilinen erkek düşmanlığı gibi bir şey değildir. Feminizm, her ortamda kadının özgürlüğünü savunan ve çok eski çağlardan bugünlere kadar ulaşmış bir akımdır. Bu akımın ortaya çıkmasının nedeni ise, dünyada yaşanan kadın- erkek eşitsizliğidir. Dolayısıyla feminizm, bilinenin aksine, sadece kadınları değil erkekleri de ilgilendirir. Feminizmin amacı, kadınların da toplumda söz sahibi olduğunu göstermek ve gerçek eşitliği ortaya koymaktır. Ve bu, en doğal insan hakkıdır. Biz erkek düşmanı değiliz. Erkek bizim babamız, kardeşimiz, eşimiz ve oğlumuz. Onlardan nefret etmiyoruz.

            Bir kadın (insan) ne bekler?

Akşam yemeği hazır, lezzetli de olmuş. Bir ellerine sağlık bekler.

Gömlek ütülenmiş, jilet gibi. Bir buse hak eder.

Beğendiği bir elbise var, onu nerede nasıl giyeceğini (insan) bilir. Bir gönül rahatlığı ister.

Kravatını düzeltip omuzlarına dokundu sizi uğurladı, otobüse veya arabaya binmeden son bir gülümsemeyi çok görmeyin.

Bırakın arkadaşlarıyla dolaşsın o (insan) eve geleceği saati bilir, gelince hoş geldin ister.

Yatmadan evvel ‘bugün nasılsın?’ sorusu duymak ister.

Sevişirken bunu yapıp yapmayı ya da nasıl yapmak istediğini bilmenizi ister. Bunun gibi sıralanabilir insancıl haklar.

            Bakın nerede kadının (insanın) mükemmel olmak istediği? Gerçekten bu konunun hakkını veriyor muyuz? Çevrenizdeki kadınlara (insanlara) bakın bundan fazlasını mı istiyorlar? Ya da bundan daha azını mı hak ediyorlar? O insanlar bizim annemiz, kız kardeşimiz, eşimiz ve kızımız. Hepimiz insanız. Bütün bunları yapmak zor olmasa gerek. En azından bunları yapabilecek kadar erkek (insan) olduğunuzu biliyorum.