25.1 C
İstanbul
Pazartesi, Temmuz 28, 2025

“Bir”

Bir masa başında,

Hem beşik yapar hem tabut.

.

Bir yazı var yazılan,

Hem doğumu bilen hem ölümü .

.

Bir adam var,

Doğduğumda ezan öldüğümde sela okuyan.

Gri Bir Gün

Gözyaşlarımın, bulutların gözyaşlarına hunharca karıştığı bir günde, sırılsıklam, İstanbul sokaklarında yürümekteyim. Aklımı meşgul eden onlarca soru, içinden çıkamadığım onlarca karmaşa beni oldukça yorgun, halsiz düşürmekte. Islandığımı ve ağladığımı gören birkaç insan şemsiyesini bana doğru uzatmak istiyor. Fakat yapay bir şemsiyenin hiçbir fırtınaya engel olamayacaklarından habersiz…

Bastığım adımın farkında olmadan, gideceğim rotayı bilmeden yalnızca uzaklaşmak arzusuyla hızla ilerliyorum. Önüme çıkan ilk sokağa giriyor, gördüğüm ilk arabanın önüne atlıyor, nereye gittiğimi umursamadan adımlarımı atıyorum. 

Geniş ana bir caddeye ulaştım ve karşımda bir üst geçit. Merdiven çıkmaya dermanım olmasa da kalbim oradan gitmek istiyor. Hızla çıktım. 

Üst geçidin tam ortasında yağmurun ıslaklığı demeden evladına (!) elleriyle vuran annelik yoksunu bir kadınla karşılaştım. Kendimi birden kadının kollarını sıkarken, avazım çıktığı kadar bağırırken buldum. Küçük çocuk o korku ve şaşkınlık içerisinde arkama saklandı, annesinin ona verdiği ızdıraptan kaçmak, bağırışımın şiddetinden saklanmak istese de; gizlenmeyi tercih ettiği yer benim yanım oldu. 

Çaresiz vücudumun arkasına bir çocuk sığındığı an kendimi güçlü hissettim. Yapmam gereken tek şey o anneye hesap sormaktı. Ardıma saklananın yanı sıra, içime gizlenen ürkek çocuktan yalnızca “Sen ne yapıyorsun?” diye bir soru yükselebildi. Karşımdaki ‘anne’ye olan saygım ses tonumu düşürmemi sağlasa da; o annenin kendine ve çocuğuna hiç saygısı yoktu. “Çocuğumu dövüyorum, çekil ordan be!” diye yükseldiği o an artık gözümün kararma noktasıydı. Bir müddet bağırmış olmalıyım ki; karşımdakini susturmuştum. 

Gözlerimin karardığını hissettim. Tüm vücudum uyuşmuştu. Kendimi kaybetmiş olmalıyım ki gözlerimi açtığımda hastane odasındaydım. Aklımda kalan şey körpe yavrucak oldu. Kendime gelir gelmez hastaneden ayrıldım ve aynı üst geçide gittim. Fakat o yavrucak orada değildi. Ona dokunmak, yaralarını iyileştirmek istedim. Hiçbir çocuğun hakkı onca insan arasında azarlanmak değildi. 

Şimdi nerede mutsuz çocuk görsem aklıma aynı sahne gelir. Bir çocuğun canını şiddetle acıtmak bir yana dursun, her kötü sözün kalplerine bıçak olduğunu bilmek gerek. Adımları minik, gönülleri eksik olan çocuklar sevgi sözcüklerine, bir de pamuk şekerlere ihtiyaç duyar. Ondan çaldığımız her gülüş; onun hayatında bir eksiklik olacaktır. Duyarlı olmak bir çocuğun hayata bakış açısını değiştirmeyi, bomboş biçilmeye ihtiyacı olan bahçelerine çiçek serpmeyi sağlayacaktır. 

Ve sizde nerede bir çocuk görürseniz, gözlerinden öpün. Evladım deyip sarılın, ki farkına varmadan yaralarını saracaksınız. 

Yolculuk

Bir sabah… Böyle başlamıştı her şey. Uyanmakla… Artık sen istesen de istemesen de yol alırsın yaza, kışa. Kuşlar çırpar kanatlarını sanırsın uzak diyarlara, onlar aslında yol alır sonsuz bir yolculuğa. İnsanda böyledir işte yolda olandır, yolcudur, misafirdir her hana.

Doğduğunuz andan ölene kadar,
Hayatınız sürekli bir yolculuktur.
Manzara değişir, insanlar değişir,
İhtiyaçlar değişir ama tren hep ileri gider.
Hayat bir trendir tren istasyonu değil…
Paulo Coelho

Bizim sandığımız yolculuk, yer değiştirme süreci. Kimi insan sever kimiside hiç sevemez. Kimine hiç geçmez vakit, kimine su olur akar.
Siz hangisisiniz? Şu her fırsatta yollara çıkan mı yoksa yollara katlanamayan yolculardan mısınız? Kimileri yeni yerler, yeni insanlar görmek için can atar. Kimisini bir ömür evine kapatın gıkı çıkmaz.
Peki, biz bu gün şu her fırsatta yollara düşenleri konuşalım. Koluna bir çanta yeter de artar bile bazen. Gözleri en değerleri eşyasıdır. Gökkuşağı gibi içinde tüm renkleri barındıran doğaya bıraktılar kendilerini. Belkide masmavi bi rüyaya… Yeni hayatlar, yeni insanlar, yeni hayallerle tanışırlar. Kimileri yolculuğa ışık tutar, kimileri taş olur yol keser. Bu yolculuklarda zaman insana kalbinin kapılarını aralar. Kalbimizde olan ama aradığımız hep bir sokak arasında.
Anlayacağınız,
Yolculuk bizi kendimize geri getirir.
Albert Camus

O zaman bu gün bir şey yapalım. Yolculuğa çıkalım kimsenin bilmediği. Şiiiitt! Sesiz olun bu gizli bir yolculuk. İsteğiniz an çıkabileceğiniz ama kimsenin fark edemeyeceği. Bu yolculuk kalbimize yaptığımız bir yolculuk. Nabza parmak basmak, bu söz bir şarkıda geçiyor bilmem hatırladınız mı? Beni çok etkilemiştir hep. Bizde bunu yapalım bugün. Sağ el bileğinizin sağ tarafına doğru sol elinizin baş parmağı ile dokunun. Hissettiniz mi? Varlığınıza her an şahitlik eden kalp atışlarını.
İşe bu bence yolculukların en güzeli hem gerçek hem manevî anlamda kalbe yolculuk…

Bedenimi İkiye Ayırmak

Bedenimi ikiye ayırırken bunu çözmek çok zor. Sensiz bir yaşantı beni yaşlandırıyor.
Ardından koştuğum bir hayal olduğunun farkındayım. Sensiz karanlık, büyük, soğuk bir boşluktayım. Beni nasıl çektin o koskoca hortumdan
Nasılda aldın beni üzüntüden, kederden, dertten.
Ve nasılda gönderdin onlara bak yeniden.
Nasılda yalnız bıraktın beni. Bak ben yalnız olmuştum da hiç böylesine olmamıştım
Mutlu ettiğin gibi yine aldın elimden onu
Herkeste neden bir yudum sen varsın, sensiz bir yaşantı kuramıyorum bak.
Rüzgarlar her fısıldadığında ben seni duyuyorum.
Yokluğun çok şey var ediyor benim için
Ve ben neden ben olamıyorum?
Ne zaman benim korkum oldun bilmiyorum
Sen benim kurtuluşumdun, böyle gitmemeliyidin bırakmamalıydın ellerimi. Bir şansım olsa yine burda olmanı dilerdim.

Birkaç Gülüş Falan Filan

Mavi yeşil gözler aramakta bir şeyleri
Yine bi uykunun en tatlı yerinde uyanacaksın
Bir sürü yarım kalmış kitap
Ve bir sürü ağıza yakışmayan hitap

Hadi bunlarıda affetti diyelim
Bakalım bir daha toparlana bilecek mi
Zaman bu. sen yaşıyorum derken
O seni çoktan silecekti

Gülmek ne garip bir eylem değil mi?
Saf, temiz, serseri,
Vişne rengi,
Dudak isyanı.

Bir kaç film kalmıştır şimdi geleceğe
Bir kaç kültürlü arkadaş
Bir kaset çalar bir kaç kaset
Bir gram umut biraz da hasret

Bağlanmış eli kolu
Suskun
Dün gibiydi çocukluk
Bazı neşenlendiren yokluk

Sadakadır şimdi bu gülüş
Bu geceye
Belki bir acı başkaldırı
Belki de.
Belki de umuda en büyük
Saldırı…

Hayır Delirmedim, Parmaklıklar Konuştu

Bazen çözüm oldum, bazen düğüm.

Ben: Öncelikle hoş geldiniz. Kendinizi tanıtmak ister misiniz?
Parmaklık: Hoş buldum. Kısaca özetlemek gerekirse tutucuyum. Kısıtlamak en sevdiğim şeydir.

Ben: Hep böyle kasvetli ve kırılmaz mısınız?
Parmaklıklar: Kırılmam en fazla bükülürüm. Benim varoluş amacım bu. Benden pek güzellik beklenmez, güzellik nedir bilmem de. N’apim tabiatım böyle.

Ben: Varoluş amacınız ne?
Parmaklık: En genel tanımıyla korumak. Bir sınır belirlerim. İçerideki ve dışarıdaki. Bazen sizi korumak için tutarım, bazen de tam tersi sizden korumak için.

Ben: Hep sevdiğiniz şeylerden bahsettiniz. Peki ya sevmedikleriniz?
Parmaklık: Özgürlükten hiç mi hiç hoşlanmam. İsyanlar da pek tatlı değiller benim için. Ha bir de adaletsizlikten haz edemiyorum. Haksız yere alıkoymak beni mutsuz ediyor.

Ben: Haksız yere alıkoymaktan bahsettiniz. Özel değilse örnek verir misiniz?
Parmaklık: Hayvanları hapsediyorlar içime. Aslanlar, kaplanlar hatta daha kötüsü soyu tükenmek üzere olanları..  İşte öyle anlarda kırılmak istiyorum, kendimi yok etme pahasına açılmak.

Ben: arka plandaki şarkıyı sorsam?
Parmaklık: Volkan Konak- Göklerde Kartal Gibiydim.

Ben: Peki hapsetmek, sizin deyiminizle “kısıtlamak” çözüm müdür?
Parmaklık: “İnsan yaşıyorken özgürdür” demiş Edip Cansever. Ve en çok özgürken kendisidir insan. Fakat bu özgürlük sınırsız hale gelince doyumsuz insanoğlu hatalar yaptı. Suçlar işledi ve hadlerini aştı. Bu andan sonra araya girmek durumunda kaldım. Kesinlikle çözüm olmasa da, özgürlüğü elinden alınınca insanlar anladılar yaşamanın, özgürce ve insanca yaşamanın kıymetini. Bazen çözüm oldum, bazen düğüm.

Ben: Peki neden insanlar özgür olduğu halde mutsuzlar?
Parmaklık: Çünkü özgür olduklarının farkında değiller. Doyumsuzluk onları benim yerime hapsetmiş durumda. Hep daha fazlasının peşinde koşarken ellerindekilere kör oldular. Bir gün yolları benimle kesişirse (umarım kesişmez) o zaman mutlu olduklarını anlayacaklar. Yani kaybedince.

Ben: Konuştuğumuza memnun oldum. Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Parmaklık: Hayatın, özgürlüğün ve yaşamanın tadına varın. Kaybedince değil. Tam şuanda. Evet kısıtlamayı çok seviyorum, özgürlükten haz etmediğimi belirttim. Sevdiğim şeyler kadar sevmediklerimi de biliyorum. İçimde tuttuklarım içime ağır geliyor bazen. Bilin ve ona göre yaşayın.

Gönül Yazısı – I

Öğrenmek konusuna gelince. İnsan öğrenmekten korkar mı? Elbette.

Ve der bazen, “Bilmemek belki de daha iyi gelecek insana.”

Bilmemek neden ayıp olsun ki, aksine talih. Bildikçe, öğrendikçe vazgeçmeye meyleder zamanla.

Neyi mi?

Anlatamadığını, anlaşılmadığını. Biçareliğini belki de.

Belki de, toz konduramadığı hayâli karakterlerin gerçeğe yansıyışını.

Bildikçe yorulur bazen insan.

Bildikçe, bilmemeye özenir.

‘Kitap Okumayanların Yazarı’ Kahraman Tazeoğlu ile Röportaj

Merhaba arkadaşlar. Bu haftaki yazımda, edebiyat yazarı olan Kahraman Tazeoğlu ile röportaj yaptık ve çok güzel zaman geçirdik. Merak ettiğiniz soruları sorduk. Bizimle röpordaj yapmayı kabul eden Kahraman Tazeoğlu’na teşekkürlerimi sunar ve sağlıklı günler dilerim.

Merhaba Kahraman Bey. Öncelikle benimle röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederim.

Size ilham veren şey nedir? Kitap ve şiir yazmak için ilham şart mıdır?

Amatörler için ilham şarttır, gereklidir ama profesyonel bir yazarın, profesyonel bir şairin beli bir noktadan sonra artık ilhama ihtiyacı olmaz. Profesyonel yazmak için ilhamı beklemez. Zaten oturduğu an yazabildiği için profesyonel olmuştur, diğeri ise ilhama mahkumdur.

İlk defa ne zaman ‘Ben yazar olacağım .’ dediniz?

Ben yazmadan önce iyi bir okurdum. Çünkü insan okumadan yazar olamaz. Zaten okumadan da yazmamalı. Ben yazarlığa okuyarak başladım. Radyo da işe başlamadan önce bayan kuaföründe çalışıyordum. O yılarda çok kitap okuyor, bir yandan da ufak ufak şiirler yazıyordum. Şiir yeteneğimi keşfetiren şey okuduğum şiirlerdi. Okuduğum şiirleri beğendim, çok hoşuma gitti, notlar aldım. Sonra kendime soru sordum. ‘Ben de şiir yazabilir miyim?’. Sonra denemeye başladım. Baktım ki oluyor.
Yazdığım şiirleri 1983 yılında radyoculuk mesleğine geçmemle birlikte seslendirmeye başladım. O süreç içinde yayını dinleyenler şiirlerimi çok sevdi. Yayında şiirlerimi dinleyenler üzerimde bir baskı oluşturmaya başladılar. ‘Kitap çıkarın.’ dediler. Bu istekleri geri çeviriyordum ve benim işim radyoculuk, ben yazar değilim diyordum.
Çalıştığım radyonun müdürü bir toplantıda “Eli tutan herkes kitap çıkaracak” dedi. Ben hayır dedim ama beni işten kovmakla tehdit etti. Ben de işsiz ve parasız kalmamak için kitap yazdım . Böyle başladı yazarlık hayatım.

Şiirlerden hikâye veya roman oluşturmak nasıl bir yaratıcılık ve bunu nasıl yapıyorsunuz ?

Ben şiirle başladım ama son 10 yıldır şiir yazmıyorum. Fakat ben şiir yazmayı bırakmadım, sadece şiirimi romanımın içinde yaşatıyorum. Zaten beni özel yapanda bu şiirlerimi kitabın içine yerleştiriyor olmam. Sizler de okuyunca şiir okuyor gibi oluyorsunuz ve bu da kitaplarımı akıcı hale getiriyor.

Hani bir kitap fuarında “Ben okumayanların yazarıyım.” dediniz. Neden böyle bir cümle kullandınız?

Maalesef ülkemizde kitap okuyan sayısı az ve bu kitap okumayan insanlara nasıl kitap okutabilirim diye düşündüm. Kitap okumayanlara kitap okumayı sevdirmeliyim dedim ve yola böyle çıktım. Amacıma da büyük ölçüde ulaştım. Bir süre sonra karşılaştığım okurlarımdan ‘Ben okumaya sizinle başladım.’ sözleri duymaya başladım. Türkiye’de kitap okumayı sevmeyenler için kitap yazan tek yazar benim. Lütfen okumaya devam edin. Okumayı sevmeyenlere ise benim kitaplarımı önerin. Okudukça bu sevgi artar, ardından başka okurlarda gelir.

‘Teras Cafe’ denince aklınıza ne geliyor? Neden Bukre kitabınızda ‘Teras Cafe’ geçiyor? Başka bir yer değilde neden Teras Cafe?

Çünkü Gökhan Türkmen orada sahneye çıkıyor. Bukre kitabındaki Cem’in de Gökhan Türkmen olduğunu açıklamış olduk.

Hayal dünyanızın bu kadar genişlemesine sebep olan şey nedir?


Çok zor bir çocukluk yaşadım. Zor şartlarda büyüdüm. Yaşadığım acılar boyumdan çok büyüktü. Bu da biraz insanın hayal dünyasını genişletiyor. O hayal dünyası size bugün geldiğiniz noktada ürettiğiniz ne varsa onları yaşatıyor ve üretiyorsunuz. İşte ben bunları çocukluğuma borçluyum.

Okurlarınız sizi kapalı bir kutu olarak görüyor. Ben dahil olmak üzere. Diğer yazarlara göre özel hayatınız ve düşünce biçiminizle ile ilgili pek bir şey çıkmıyor. Bu durumla ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

Ben bunu özellikle gizliyorum . Birincisi özel hayatımla ilgili herhangi bir şeyin yazılmasını çizilmesini istemiyorum. Bunu herkes anlayışla karşılar. Çünkü beni özel hayatımla ile ilgili değil, yazdıklarımla ilgili merak etmelerini istiyorum. Yazdıklarımı okusunlar.

Aşka bakışınızı anlatır mısınız ? Siz hiç aşık oldunuz mu?

Aşk güzel şey… Aşık olmamış insan eksik insandır. Hayatında bir kez bile aşık olmamış insan boşa yaşamıştır. Yani aşk insanı güzelleştirir, aşk insanı büyütür, aşk insana nitelik ve nicelik katar. Bu aşık olmayan, aşka karşı olan, aşka inanmayan odunları biz aşka inananlar incelemeye kalkışırız ve bir kitabım da bir sözüm var .
‘Odunu fazla incelemeye kalkarsan kıymık olur sana batar.’ Burada anlatmak istediğim budur işte, o odunlara göndermedir. Ben aşka inanıyorum ve aşık olmayı seviyorum. Aşksız yaşayamam ben, aşık olmadan yaşayamam.

Kitap yazmak için aşık olmak gerekir mi?

Kitap yazmak için aşık olunmaz ama aşık olursun yazmak gelir içinden, duygularını kağıda dökmek istersin. Çok samimidir yazdıkların ama edebiyat vardır. Sende şiir yazarsın ama her şiir yazan  şair olamaz. Yani şiir yazmak seni şair yapmaz. Buna edebiyat karar verir, halk karar verir. O yüzden aşık olmak için yazılmaz ama aşık olduysan da tutma kendini yazabiliyorsan yaz. Ama kendine ben şairim, yazarım deme. Ona halk karar verir.

2017’de evinize hırsız girmişti. Çaldığı bilgisayar da bitmek üzere bir kitabınız vardı. O kitabınıza ulaşabildiniz mi?

Kitap geri gelmedi ama hırsız bana  mail attı. Mail şöyle başlıyordu. “Merhaba Kahraman bey  ben evinize giren hırsız. Girdiğim evin sizin olduğunu bilmiyordum aslında. Ben sizin bir okurunuzum. Basılmış olan eserlerinizi okudum . Ben uyuşturucu bağımlısıyım. Babam beni evden kovdu…” Hayat hikayesini anlatı mailde. Bende cevap olarak:” Sen kitabı getir.Ben senin tedavi masraflarını üstleniyorum.” Hırsız bana söz verdi, kitabı getirecem diye bayağı konuştuk hırsızla. fakat  Ne kitap geldi, ne de bilgisayar. Benim yazdığım kitapta o yıllarda Bukre kalpti. Sonra oturup tekrar yazdım ama işte ilk yazdığım gibi olmadı.

Küçükken Fenerbahçe maçında şapkanızı çaldırdınız. Bu konu hakkında ne demek istersiniz?

Çok üzülüyorum. Çünkü fakir bir ailede büyüdüm, paramız yoktu öyle, harçlıklarımı toplayarak almıştım . Maça gittiğim gün de Fenerbahçe-Trabzonspor maçıydı   ve parmaklıklardan biri elini atıp çaldı.  Ve hala üzülüyorum. Yılmaz Erdoğan’ın  bir şiirinde bir sözü var.

Şöyle başlıyor; ‘Hiçbir lahmacunda o okul yolundaki üçüncü sınıf lokantadakinin tadını vermeyecek bir daha. Çok daha iyilerini yedim sonra bizzat Urfa’da hatta  ama hiçbirinde o kadar aç oturmadım sofraya .

İşte bana daha iyi şapkalar geldi ama hiçbir şapka o şapkanın yerini almaz. Çünkü harçlıklarımla almıştım o şapkayı.

Hayatınızda kimi örnek alıyorsunuz?

Benim hayatımda örnek aldığım iki yazar vardır. Bunlardan ilkini geçtiğimiz ay kaybettik, Tekin Gönenç. Nurlar içinde yatsın. Benim şiirlerimde büyük katkısı oldu, iyi ve doğru şiir yaza bilmemde çok büyük katkısı oldu . Bir diğer örnek aldığım yazar ise Murathan Mungan’dır. Örnek aldığım iki insan bunlardır. Onların izinde gitmeye çalışıyorum.

İmza günlerinizde unutmadığınız aklınızda kalan ilginç olay/olaylar var mı?

Fuarlara gittiğimde çok kalabalık bir kargaşa içinde kendimi buluyorum. Çığlıklar ve alkışlar  havada uçuşuyor. Çünkü ben  bir şarkıcı popcu değilim. Bir pop konserinde görebileceğiniz manzaranın aynısını görüyordum. Çok şaşırmıştım ve yadırgamıştım. Sonra  şunu düşündüm; ‘Bu genç erkekler, genç kızlar bunu barlarda içkili bir ortamda yapsa daha mı iyiydi?’ diye düşündüm ve ‘İyi ki de burada yapıyorlar, bir yazarın peşinden koşuyorlar.’ dedim kendi kendime ve çok mutlu oldum açıkçası.

Genelde imza günlerinde fuarlarda, radyo başında neşeli ve pozitif ruh halindesiniz. Moodunuzu nasıl yüksek tutuyorsunuz?

Benim çocukluğumdan beri gelen bir gülümseme var. Ne yaşasam da o gülümsemeyi hiç yüzümden eksik etmedim. Hayata hep pozitif bakıyorum ve umudumu hiçbir zaman  yitirmiyorum.

Her insanın bir amacı vardır. Sizin hayatınızdaki amacınız nedir?

Benim amacım topluma örnek bir yazar olmak. Bakın benim kitaplarım da içki yoktur, cinsellik yoktur. Çünkü 14  15  yaşında okuyan kardeşlerim de vardır. 35-45 yaş aralığında okurum da vardır. Her kesim okuyor benim kitaplarımı.  O yüzden topluma örnek bir yaşantı gösteriyorum. Özel hayatımı kedime, kitaplarımı ise size açıyorum.

En çok yapmak istediğim bir amaç ise bir kitabımın filme dönüşmesini istiyorum. En çokta ‘İntikam’ kitabımın sinema filmi olmasını isterim.

Şuan neler ile uğraşıyorsunuz? Yeni kitabınızla ile ilgili okurlarınızı neler bekliyor?

Mor’un devamı olan ‘Morg’ kitabını yazdım. Mor kitabımda 2020’de olacak virüsü yazmıştım okuyanlar bilir . Şimdi ise devamını, bundan sonraki süreci yazdım. İnsanları neyin beklediğini yazdım. 2017’de  2020’de neler olacağını yazmıştım Mor kitabımda. Şimdi ki Morg  kitabımı  alıp okuyanlar ise 2025’te insanları neler beklediğini öğrenecekler.

Zaten Ben de Şair Değildim

Ne olursa soğuk akşamlarda olurdu.

Şiirler okur,

olur olmaz dizelerde durur,

Seni düşünürdüm.

Sonra sana okurdum şiirleri

Tekrar ve tekrar.

Ne sen beni duyardın ne de ben sana gülümserdim.

Sonra oturur seni çizerdim,

ama sana bir türlü benzetemezdim.

Belki bir iki satır bir şeyler eklerdim resme

Kesin içime sinmezdi, 

hiçbir cümle.

Sonra bir rüzgar eserdi 

belki bir ürperme…

Ansızın bir özlem yeşerirdi içimde  

yüreğimde olurdu dev bir çınar.

Yağmur başlardı.

Çünkü soğuk gecelerde böyle olurdu

Her şey habersiz, ansızın…

Cümlelerim kısa ve noktayla biterdi

Bense hep virgüllü cümleler hayal ederdim

Zaman akardı, beklemezdi kimseyi

Gece olur, gün ışırdı.

Ne şiir kalırdı ne resim

Zaten ben de şair değildim 

Ceplerim şiirle dolu da değildi 

Kaleme, kağıda dokunmaya da korkardım.

Üşürdüm sadece

Cebinde Yok Parası

Cebinde yok parası
Kalmış son sigarası
Yanında yöresinde,
Kalmamış arkadaşı

Yollar hep aynı yere,
Çıkıyor her seferde
Gülüşleri çalınmış,
Bu adam hep kederde

Böyle yalnız bir adam bu
Çekemiyor sahte insanları
Kaçıyor hep sürekli,
Görünce yalanları.

Gönlüne Hasret

Gönlüne hasret dedi giderken…

Saat sabahın sekizi, bir kuşun kanat çırpışına açtı gözlerini, ömrüm. Ses ver dedi radyoya… Şarkı dinlemeden uyanamazdı. Bir bardak su rica etti benden, içip hemen kalkacağını söyledi, tatlı bir tavırla. Uzandım yanına, baktım gözlerine uzun uzun. Beş dakika bakışma seansımız vardır, bakar bakar doyarız eksikliğimize… ”Kaç dakika” dedi, “kaç dakikamız kaldı?” Hangi tanrı vaadetmiş cenneti süreli? Doyulur mu güzele, baksan bile bin sene?
O güzel ellerini avucumun içine aldım, baktı gözlerime o güzel tebessümüyle. Güneş yine gülmüş gibiydi yüzüne, yağmurlar akıyordu çatı katı, kıvırcık saçlarına, gamzesinde saklıydı menekşe kokusu.
“Çok güzelsin be kadın”
Tebessüm ettiğini hissediyorum güzelim, işliyor kalbime, gülüşündeki o naif samimiyetin…
Yaptık kahvaltımızı, denize bakarak çay içmeyi çok sever, hemen koşa koşa gittik deniz kenarına. İki tur attık parkta, çocuklarla sallandı, pamuk şeker yedi, kağıt helva diye ağladı. Parkta yorulunca yatmak istedi, götürdüm onu yatağına ve gömdüm toprakların altına tekrar… Buradayım ben, başucunda, radyon burada, suyunu döktüm toprağına ve dökülmüş bütün saçların cüzdanımda can parçam, bir tanem, güzelim, kalbimin şifası, ömrümün yarası.

Gönlüne hasret kaldım…

B’en B’irine Aşığım

Ben birine aşığım,

Sabah gözlerim ona açılır 

Günüm ona aydınlanır

Sesim onun sesiyle gürleşir

Kulaklarım onun adıyla daha keskin duyar cümlelerin nidasını.

Ben birine aşığım ,

Karnım sevgisiyle doyar

Fikirlerimi aydınlığa çeker fikirleri

Şarkılarım onun dinlemesiyle sanatlaşır

Şiirlerimin mısralarına uçsuz bucaksız güzellik karışır adıyla.

Ben birine aşığım ,

Göğüs kafesimden gökyüzüne havalanır nefesimde ki kuşlar gözlerine denk gelince gözlerim

Türkülerimin ezgisi bakışlarıyla dolanır halkımın diline

Karanlığıma ışık olur gözlerindeki parıltı 

Gülüşlerimin gülüşleriyle birleştiği yerden uçuverir gökyüzüne bir huma kuşu usulca…

Ben birine aşığım,

Yorgun düşen bedenimin, geceleyin huzurla dinlemesine yoldaş olur sözleri

Huzuru buluşum gözlerinin ışığındadır

Sözlerindedir türkülerin şen havaları

Harikulade mısrasıdır şiirlerimin

Şarkılarımdaki o güzel tını tebessümleri.

Ben birine aşığım,

Zamanla mücadelemdeki silah arkadaşımdır o

Gölgesine sığındığım çınar ağacımın gölgesinin kocamanlığıdır o

Gökyüzündeki maviliğin derinliği, yeryüzünün katlanılabilirliğidir o.

Ben aşığım birine, 

Cümlelerime süs, cümlelerine süs olmuşum,

Gözlerime ışık, karanlığına ışık olmuşum,

Dönüşümün en sevecen hali olmuşuz birlikte…

Ben O’na dönüşmüşüm, O B’ana…

Kadın Yazarın Portresi

”Bu soruyu bir duvarı tamamen camdan oluşan kahve renklerinin tonlarıyla desenlenmiş odamda yağmurun yağışını izleyerek sormak isterdim kendime. Ama soru, maalesef, güneşin sıcaklığında otobüsle arkadaşımın atölyesine giderken aklıma geldi. Neyse ki, seneler sonra hayal ettiğim evde oturduğumda yağmurlu bir günde tekrar soracağıma dair söz verdim kendime. Hayallerimin hatıralara dönüşeceğine dair umudum var yani. Bu yüzden arkadaşımdan mutlaka herhangi bir eserini istemeliyim. Unuturum ileride bu soruyu. Bu yüzden arkadaşımdan alacağım tabloyu duvarıma asarak hep hatırlarım. Hayallerimize saygı göstermemiz gerekir değil mi?
Nihayet, sorum şuydu: “Neden eskiye dönmek isteriz?” O kadar fazla cevabı var ki bunun. Şeye benzer: “Felsefe niçin gereklidir?” sorusuna. Bunun bir cevabı “düşünmek için”dir. Diğerleri ise “boşlukları bulmak için”, “varlığını anlaman için” gibi cevaplardır. Bu arada, felsefeyi anlamayanların da cevabı oluyor, öyle bir soru bu. Aslında, sorunun var olma sebebi bu sorunun asla cevaplanamayacak olması. Böylelikle, cevabı bulunamayan sorular, sorunun nedeni olan şeyleri dünya dağılana dek yaşatır.
İşte “neden eskilere dönmek isteriz?” sorusu da kendini yaşatır, unutturmaz.
Cevapları da say say bitmez. Mesela, eskiyi sevme sebeplerimizden biri: bazılarımız hayatımızın en enerjik çağında olduğumuz zamanların en iyi olduğuna inanırız, gençliğimiz yani…
Bazılarımız da eskiyi, sadece, orada kalan insanlar için özler. Belki o insanlar hâlâ yanında, ama eskisi gibi değildir. O kadar değişir ki, yanında bile özlem duyarsın. Coğrafi olabilir, güzel geçen anıları olabilir. Kim bilir, belki zor geçmişse bile o zor günlerdeki güçlü duruşu için eskiyi özler insan. Başka bir teori de var: hani insan kendi benliğini kollamak için doğmuştur ya, işte bu yüzden büyüdüğü dönemin en özel olduğunu sanır. Ama böyle de söyleyince nostaljiyi psikolojik rahatsızlık olarak görüyorum. Harbi ya, ben nostaljiyi ne olarak görüyorum? Tabii ki, sanat olarak. Eski dediğim kavram sanattan oluşur, bence. Müzikte vardır, fotoğraflarda vardır, portrelerde, kitaplarda, mimaride. Ama en çok eski hikâyesi olanlarda var. Bir şeyin hikâyesinin olması ne kadar güzel. Ama bunu bir de 1688’den sonraki dönemde yaşayanlara sormak lazım. İsviçreli bilim adamı Johannes Hoffer İlk defa bulmuş bu kelimeyi. Ve sonra da nostaljiyi “özünde şeytani sebepler bulunan nörolojik hastalık” olarak tanımlamış. “Nostos” (dönüş) ve “algos” (acı) kelimelerinden geliyormuş. Bizi biz yapan bu insanî duygu neden hastalık olarak görülmüş, çok merak ediyorum. Belki de, Hoffer acı hatıralarından kaçmak için uydurmuştur bunu değil mi…. Aaaaa, şoför bey, biraz yavaş olun ya!! Düşüyorduk az kalsın. Şoför bey! Dikkat eder misiniz! Kime diyorum?”

14.08.1995
Bu tarihte uyutulması gereken hasta, bugün de kendisini otobüste zannediyordu. Sesi her tarafı sarmıştı. Ne gariptir ki, eski yazar olan ve şimdi ruhsal rahatsızlık yaşayan bu yaşlı hanımefendi, sadece, duvardaki bu kadın tablosunu görünce böyle konuşmalar yapar. Sırf kontrol için defalarca duvardan başka tablolar asılsa bile yine de, sadece, bu kadının tablosuna böyle farklı tepkiler verir. Aslında sohbetleri çok güzel, ama sonda hep birilerine sinirlenir ve bağırmaya başlar. Portre ona, nedense, eskiyi hatırlatır.

Ayna – Ⅴ

…Yiğit yediği yemeği yutup yerinden hafifçe kalktı. Kapıya doğru yöneldi. Kapının yanındaki pencerenin perdesini hafifçe aralayıp kimin geldiğine baktı. Sinem bu sırada olduğu yerde kımıldamadan duruyordu. Yiğit perdenin köşesinden baktı ama net bir şey göremedi ve kapı tekrar çaldı. Yiğit en sonunda kapının arkasından seslendi.

 “Kim o?”

“Benim… Muhtar.”

Yiğit nedenini anlayamamış bir biçimde kapıyı açtı ve
“Buyur Muhtar. Hayırdır bir şey mi oldu?”

“Yok evlat marketi kapattım, eve geçiyordum. Siz de yeni geldiniz, civarda daha yakın bir market yok. Bir isteğiniz var mı diye sormak istedim.’’

Yiğit biraz daha rahatlamış bir şekilde hafif bir oh çekerek:
“Teşekkürler Muhtar, bu saatte kapıya kadar gelmene hiç gerek yoktu. Bir ihtiyacımız olursa biz gelir alırız, sen zahmet etme.”

“Tamam, ben sizin için dedim. Yoldan geldiniz diye. Neyse, hadi iyi geceler.”

“İyi geceler sana da.”

Kapıyı kapatıp içeri geçti. Yemek masasına, Sinem’in yanına doğru yürüdü ve sandalyenin arkasına geçip sırt kısmındaki iki ucunu tutarak destek aldı Başını öne eğerek.
“Şu gün bitsin artık!”

“Tamam hayatım sakin ol, adamcağız bir ihtiyacımız var mı demek için gelmiş.”

“Gelmesin kardeşim! Bugün gelmesin!”

Yiğit bir hışımla tuvalete çıktı. Aynanın karşına geçip kendini izledi bir müddet. Ellerini lavaboya koyup destek aldı. Sinem arkasından Yiğit’i sessizce takip etti. Hafif aralık kalmış kapıdan onun ne yaptığını gizlice izledi ve bu esnada Yiğit kendi kendine konuşmaya başladı.

Yiğit ilk defa AYNA ile orada yüzleşti…

“Ne oldu Allah’ım! Bir günde hayatıma ne oldu! İki lokma yemek yiyemez oldum. Hiç çalan kapılardan bu kadar korkmamıştım. Yarın beni ne gibi belalar bekliyor diye bu kadar düşünmemiştim. Ne oldu bir günde. Ben böyle biri değildim. İnsanlara neler diyordum, ben daha beteri oldum. Benim bu yaptığım yanlışlar için geçerli sebeplerim var. Ya o insanların da kendince geçerli sebepleri varsa? Of, of!  Keşke zamanı geri alabilsem. Keşke gidip o yaşanan olayı engelleyebilsem. Allah’ım lütfen yardım et. Kaybettiğim hayatımı bana geri ver lütfen. Lütfen…”

Suyu açıp elini yüzünü yıkadı. Havluyu alıp yüzünü kuruladı. Sinem o sırada duyacaklarını duyup hafif bir tebessümle geldiği sessizlikte aşağı indi. Ortalığı toplamaya başladı ve ardından Yiğit geldi. Sinem arkası dönük bir şekilde Yiğit’e laf atarcasına,

“Ne oldu hayatım iyi misin?”

“İyiyim, iyiyim…”

“Hadi gel yatalım, kötü bir gün geçirdik, yarın olsun bakalım. Hem ne demişler gün doğmadan neler doğar.”

“Bana doğan doğdu canım, daha başka bir doğum görmek istemiyorum.”

“Tamam anlıyorum seni çok gerildin, gel gidip yatalım dinlen.”

“Ben de seni anlamıyorum ama, neden bu kadar sakinsin? Sakladığın bir şey mi var?”

“Sen gerginliğini atamadın belli ki, kavga etmeye yer arıyorsun. En iyisi konuyu kapatalım yoksa bu sabaha kadar uzar gider. Ben yatmaya gidiyorum, sen saçmalamaya devam et istersen.”

“Sen yat, gelirim birazdan…”

Sinem gidip yatağa yattı ve bir an önce yarın olsun istermiş gibi rahatça uykuya daldı. Yiğit aşağıda bir saat kadar televizyon izledikten sonra yukarı çıkmak istedi fakat çok yorgun olduğu için salondaki koltuğa uzanıp uyuya kaldı. Sabah gelen bir telefon aramasıyla ilk önce Sinem uyandı. Arayan yakın arkadaşlarından Burcu’ydu. Uyku sersemi telefona baktı ama cesaretini toplayıp açamadı. Bu sırada yatağın diğer tarafına baktı, Yiğit yoktu. İlk önce o mu kalktı acaba derken aşağı indi ve koltukta uyuya kaldığını gördü. Tam o sırada Burcu’dan bir mesaj:

“Canım biliyorum erkenden aradım kusura bakma. Leyla’nın Annesi ile konuştum sana da haber vermek istedim. Dün eve gitmişler fakat kapıyı açan olmamış. Yedek anahtar da yokmuş. Çilingir çağırıp açtıracaklarmış ama sonradan vazgeçmişler. Bugün yirmi dört saat dolduğu için Polise gidip kayıp ihbarı vereceklermiş. Bir iki saate de gidip evine çilingirle birlikte kapıyı açtıracaklarmış. Sen neredesin? İyi misin? Müsait olduğun zaman bana dönersen sevinirim.

Bu yazanları okuduktan sonra Sinem telaşla Yiğit’i uyandırmak istedi ama kıyamadı. Biraz daha bekledi ve uyanınca söylemeye karar verdi. Üstünü bulduğu pikeyle örtüp tuvalete girmek için tekrar yukarı çıktı. Kıyafetlerini değiştirdi ve aşağı indi. Mutfakta kahvaltılık bir şey olmadığı için markete gitmek gerekiyordu. Kendi gidebilirdi ama Yiğit’e haberi bir an önce vermek istiyordu. Yiğit’in yanına giden Sinem yavaşça seslenerek onu uyandırdı. Uyanan Yiğit, önce Sinem’e sonra telefondan saate baktı ve:

“Oooff… Ne kadar çok uyumuşum.”

“Olsun hayatım, dinlendin işte ne güzel… Hayatım uyanır uyanmaz sana pek güzel bir haber veremeyeceğim için üzgünüm. Sabah Burcu aradı açmadım (telefonun ekranından gösterir) Sonra senin yanına indim o sırada mesaj attı. (mesajı da gösterir) Haberin olsun istedim.”

“Hadi be! Demek dün ondan pek ses çıkmadı. Ee ne yapacağız şimdi?”

“Benim bir planım var. Bence telaş edip dün ki gibi kendimize eziyet etmek yerine sakin kalıp, güzel bir kahvaltı yapıp plan yapmalıyız. Yoksa gün boyu saçma bir şekilde düşünmeden hareket edip, birbirimizi yiyoruz. Bu yüzden şimdi kalk bakalım güzelce bir kahvaltı yapalım ama kahvaltı için bil bakalım ne eksik? (hafif gülümseyerek)”

“Aslında haklısın. Ne?”

“Kahvaltılık…(Sesli gülerek)”

“Bu kadar da sakinlik ve neşe sence de fazla değil mi?”

“Ben kendime böyle geliyorum. Biliyorum oradan bakınca anlamsız gözüküyor ama böylesi daha iyi benim için. Hadi kalk bakalım market alışverişine marş marş!”

“Tamam tamam kalktım.”

Kendine gelmesi için tuvalete girip yüzünü yıkaması gerekiyordu Yiğit’in. O da kıyafetlerini değiştirip aşağı indi ve markete gitmek için ayakkabılarını giydi. Dün hafifçe azarladığı muhtarı göreceği için de pek memnun değildi. Dönüp Sinem’e,

“Sen bana ne lazımsa mesaj olarak at, ben alırım.”

“Tamam yazmıştım zaten gönderiyorum.”

“Tamam bir şey olursa ararsın.”

Yiğit anlayamamış bir surat ifadesiyle Sinem’e bakıp kapıyı kapattı. Yolda giderken içten içe, Sinem’in enerjisine ve mutluluğuna anlam vermeye çalıştı. Arabaya bindi ve markete gitti. Kapıdan içeri girerken Sinem alışveriş listesini gönderdi. Liste bayağı uzundu ve Yiğit istemsiz bir şekilde,

“Günaydın Muhtar.”

“Günaydın evlat, hoş geldin.”

“Ya Muhtar dün gece için özür dilerim. Biraz hanımla tartıştık gergindim sen denk geldin. Ters davrandıysam kusura bakma.”

“Yok evlat sen rahat ol, olur öyle şeyler siz canınızı sıkmayın. Biz de genç olduk biliriz.”

“Eyvallah. Birkaç eksik var Muhtar, gerçi birkaç değil bayağı var. Olanları alayım en azından.”

“Tamam bak sen, bir şey olursa seslenirsin bana.”

“Tamamdır. Sağ olasın.”

Yiğit uzun listeden bulduklarını, bulamadıklarının da yerine başka şeyler alarak ödeme için kasaya geçti. Muhtar ürünlerin fiyatını topladı ve poşetledi.

“Ne kadar Muhtar bizim borcumuz?”

“157 TL, sen düz 150 versen de olur.”

“Hey maşallah ne tutmuş be! Eyvallah buyur Muhtar.”

“Bereket versin.”

“Hadi görüşürüz, Allah’a emanet ol.”

“Görüşürüz evlat, sen de Allah’a emanet ol.”

Yiğit poşetleri arabaya yerleştirdi ve yola koyuldu. Kısacık yolda kafasını dağıtacak bir şeyler ararken radyoyu açtı. Biraz kanallar arasında gezindi ve şansına sevdiği bir şarkıya denk geldi. Giderken bir yandan şarkısına mırıldanarak eşlik etti. Şarkının tamamı bitmeden eve geldi ve arabayı park etti. Biraz daha arabada oturdu ve şarkının bitmesini bekledi. Şarkı bittikten sonra arabadan indi. Poşetleri alıp kapının zilini çaldı ancak Sinem kapıyı açmadı. Tekrar çaldı, yine kapıyı açan olmadı. Tam sinirlenecekken, içinden enerjisini yüksek tutması gerektiğini, belki Sinem’in işi olduğunu düşünerek poşetleri yere bıraktı. Anahtarını buldu ve kapıyı hafif aralık bırakacak şekilde açtı. Poşetleri aldı ve kapıdan içeri girdi, ayakkabılarını çıkartırken başını yere eğmişti. Ayakkabılarını çıkardı, elinde poşetlerle bir iki adım attı ve kafasını kaldırdı, olduğu yerde donup kaldı, elinden poşetleri düşürürcesine bıraktı.

Yiğit gördüklerine inanamadı…

Kelimelerin Gücü

İnsan sosyal bir varlık olması sebebiyle daima konuşmaya ihtiyaç duyar. Sinirlenince, üzülünce, mutluluk duyunca her ne sebeple olursa olsun mutlaka konuşmak ve içinden geçenleri karşıya aktarmak ister. Ancak iletişimin bu kanalı bizleri bazen ucu bucağı olmayan hatalara sürükler.

Ben Onu Demek İstemedim !

Bizler çoğunlukla içinde bulunduğumuz duygu durumunu karşımızdaki kişiye ilettiğimizde, ondan gelecek cevaplara “Ben onu demek istemedim ki!” şeklinde savunmalarda bulunuruz . Bu durumu yaşamamızın başlıca sebebi iletişimde yapılan en büyük hatalardan biri olan “SEN DİLİ”dir.

Nedir bu sen dili? Sen dili, bir olayın ya da durumun ortaya çıkma sebeplerinin karşıda bulunan alıcıya yüklenmesini içeren suçlayıcı bir üsluptur. Böyle bir üslup takınmak ve iletişimde kendimizi anlatmak yerine karşımızdakini suçlayıcı ifadelerde bulunmak, içinde bulunulan durum daha büyük bir çıkmaza sürükler. Peki ne yapmalıyız ?

İletmek İstediklerinize ve Duygularınıza Odaklanın !

İletmek istediğiniz mesajı o an rahatsız olduğunuz duruma ve duyguya odaklamalısınız. Örneğin “Çok dağınıksın, hep odanı dağıtıyorsun, yetti artık bıktım peşinizi toplamaktan!“, bu cümle temelde yıpranmışlık, üzüntü, yorgunluk içerirken söylenilen cümle tam anlamıyla bir “suçlama” cümlesidir. Bu cümleden karşınızdaki kişinin sizin duygularını anlamasını beklemeyin. Onun yerine “ev böyle dağınık olduğunda mutsuz oluyorum ve kendi başıma toplamak beni yoruyor yorulunca da oldukça üzülüyorum.” şeklinde cümle kurulursa ileteceğiniz mesaja ve duygunuza odaklanırsınız. Bu şekilde hem karşınızdakini suçlamadan iletilmek istediğiniz mesajı iletmiş hem de duygularınızı yansıtmış olursunuz. Kullandığımız cümleyi ‘sen dilin’den ‘ben dili’ne çevirerek sağlıklı iletişim kurmuş oluruz.

Kelimelerin Gücü

Asla unutmamak gerekir ki kelimelerin gücü vardır ve bu gücü doğru bir biçimde karşıya iletmek kişisel mutluluğu doruğa ulaştırır. Bu metodu en çok da “ beni anlamıyor” olarak nitelendirdiğimiz çocuklarımız üzerinde kullanmamız son derece verimli olacaktır. Çünkü onlar henüz dünyayı ve kendilerini anlamlandırma aşamasındalar. Bizlerin ağzından çıkan her cümle kendilerini ve dünyayı tanımaları için birer yönerge oluyor . Örneğin “Yeter artık bıktım! Bir gün gideceğim o zaman göreceksiniz! Ne halin varsa gör!” gibi cümleler çocuklarınızın size ve dünyaya olan algısını değiştirir. Bu şekilde doğrudan onların güvenini zedelersiniz. Bu çocuklar büyüdüğünde asi, çabucak pes eden, başına buyruk yaşayan bireylere dönüşecekler ve bizler de bu durumu eleştiriyor olacağız. Ancak işin aslına baktığımızda bu çocuklar “çekip gitmeyi, yetti attık deyip sıkılmaları, ne hali varsa görüp başına buyruk yaşamayı” bizlerden öğrenmiş olacaklar. Bu nedenle çocuklarınızla konuşurken ağzınızdan çıkan her kelimenin birer tohuma dönüştüğünü unutmayın. Çünkü zamanı geldiğinde bu tohumlar sizin ektiğiniz şekle göre faydalı veya zehirli birer meyve veren ağaca dönüşecekler.

Eminim siz de bu yazıyı okurken “iyi de benim de duygularım benim de hislerim var, ben de bir bireyim” diyorsunuz. Evet biliyorum, dikkat çektiğimiz nokta tam olarak da bu. Siz bir bireysiniz ve duygularınız var. Bu nedenle lütfen olabildiğince “duygularınıza” odaklanın. Emin olun rahatlayacaksınız…