31.6 C
İstanbul
Pazartesi, Ağustos 11, 2025

Beklenmeden Gelen

Benim mucizem bir çift gözün, gözümün içine baktığını fark ettiğim gün başladı.

Bazı insanlar mucizedir, bunu hissedersiniz. O bir çift gözün bakışları içinize işlediğinde gönlünüze çiçek tohumları ekiliyor, sevgiyle büyüyen…

Yeri geldiğinde gölgesinde dinleneceğiniz çam ağacı, yeri geldiğinde sığınacağınız liman oluyor.

Tüm bunları hissettiğiniz anda sevginin ne kadar değerli bir mucize olduğunu anlıyorsunuz. Tam dibe battım dediğiniz anda elinizden tutup çıkarıyor sizi o bataklıktan, yoldaştan önce yol oluyor.

Aşk, filmlerdeki, dizilerdeki gibi toz pembe değil. Uzun meşakatli bir süreç. Bekleyen, sabreden kazanıyor yolun sonunda.

Biz bekledik, sabrettik, kazandık.

O mucizeyi bulduğunuzu hissettiğinizde asla pes etmeyin, bekleyin, sabredin. Sonunda mutlaka kazanacaksınız.

”Şimdi bana dair ne varsa

Hepsi bir parça sensin.

Gülen gözünün içidir beni hayata bağlayan.”

Voltaire’in İslâm’a Bakışı

                              Bir Filozofun Gözüyle İslâm

Aydınlanma çağının önemli isimlerinden Voltaire, döneminin gerek sosyal yapısına gerek yönetim anlayışına ve kilisenin baskıcı tutumuna karşı çıkmıştır. Filozof, yaşamı boyunca insan haklarına, farklılıklara saygı gösterilmesi için çaba göstermiştir. Kilisenin dini işleyişi, düşünce sistemi, insanlar üzerinde ki baskıcı yapısı, Voltaire’ in en büyük sorunu olmuştur. Kilisenin, toplum üzerindeki baskıcı tavrının iyi bir netice getirmeyeceğini aksine toplumun dinden nefret etmesine sebep olacağı görüşündedir. Hatta bu kiliseye karşı aşırı pesimist tavrından dolayı Tanrı’ya karşı gelgitleri olmuştur. Şöyle ki: Eserlerin de bazen Tanrı’ya inanmanın gerekliliğini vurgularken bazen de Tanrı’ya karşı kayıtsız kaldığını görmekteyiz.


Filozof, kendi yaşadığı ortamı incelemekle yetinmeyip Avrupa ve Asya dinlerini de inceleyerek kendince spesifik ve çarpıcı bir değerlendirme yapmıştır. Voltaire’in felsefesinin temel kavramı hoşgörü olduğunu söyleyebiliriz. Ona göre; dinsel hoşgörü olursa, insanlar hangi inançtan olursa olsun barış içinde bir arada yaşayabilecekleridir. Sözlerin de farklı inançlara karşı saygı gösterilmesini, bağnazlığın kötü bir şey olduğunu vurgulasa da Filozof,  İslâm’ı tahlil etmeye geldiğinde sözleriyle çelişmektedir. Scarmentado’nun Seyahatlerinin Hikâyesi’nde hikâye kahramanı, Avrupa ülkelerine yaptığı yolculuklardan gördüğü manzaraları anlatırken inançlarından dolayı yakılan insanları görmektedir. Filozofa göre buradan din adına insanı yargılamaya cezalandırmaya yer olmadığıdır. Ardından Türkiye’ye gelen hikâye kahramanı, Müslüman Türklere karşı önyargılı bir tutum sergilediğini, Türklerden bahsederken onların imansız ve çok zalim oldukları görüşündedir. Lakin Türkiye’de, kendi ülkelerinden daha fazla kilise olduğunu, farklı inançlardan insanların kendi dillerinde rahatça ibadet ettikleri şeklindeki izlenimlerini hayretle gördüğünü söylemekten alıkoyamaz. Fakat bu ülkede de dini istismarlar olduğunu söylemektedir.

Voltaire’in İslâm’a yer yer ince istihza ile yaklaştığını ifade edebiliriz. Bu istihzanın yerini şimdi ise küçümseyici ve tarihsel bağlamdan uzak gerçek dışı söylemleri yer almaktadır. Hz. Muhammed ile ilgili yazdığı eserin adı Fanatizm veya Muhammed Peygamber’dir. Bu eserinde Hz. Muhammed, Mekke’yi ele geçirmek için yapıp ettiklerini hikâye tarzında anlatmaktadır. Öyküde 2 köle vardır. Bunlar: Seide ve Palmire’dir. Seide genç bir erkek iken Palmire genç bir kız, Muhammed peygamber bunları etkisi altına alarak kullanmaktadır. Seide’e, İslâmiyet’e karşı çıkan İsmâilîlerin lideri olan Zopire’i öldürmesini emreder. Seide, Zopire’i öldürür fakat kısa süre sonra öldürmüş olduğu kişinin babası ve Palmire’in kız kardeşi olduğunu öğrenir. Zopire, Muhammed’ten intikam almak için, İsmâilîleri ona karşı ayaklandırır. Fakat Muhammed’i öldüreceği sırada, Muhammed’in kendisine daha önce içirmiş olduğu zehrin etkisiyle ölür. Seide’in ölümünü, kendisine sunulan tanrısal bir desteği olarak yorumlayan Muhammed, Mekke halkına bu olayı tesir ettirir. Bu olaylara dayanamayan Palmire de intihar eder.
Hikâye’yi incelediğimizde olaylar, kişiler, tarihi gerçeklik ile örtüşmemektedir. Bir kere Hz. Muhammed devrinde, İsmâililer diye bir inanç yoktur. Filozof’un böyle gerçeği yansıtmayan tarihsel olgularla çelişen bir olayı neden konu edindiği, olayı öykü anlatması, fiozofun niyetini ve gayesini anlama noktasında durum güçleşmektedir. Bir diğer çarpıcı husus ise Hz. Muhammed’e yakışmayacak nitelikleri ifade etmesidir. Böyle bir durum mevzubahis bile olamaz. Bu durum Peygamberlerin sıfatı ile bağdaşmamakla beraber hikâye de söz edilen fiillerin İslam’ın kırmızı çizgisi olduğu kesin hükümlerdir. Bir diğer Türkler, Müslümanlar ve Ötekiler adlı eserinde ise Türklük ve Müslümanlık üzerine fikirlerini daha geniş biçimde ortaya koyduğu için önemlidir. Esere baktığımız zaman yer yer İslâm’a ve Hz. Muhammed’e övgü sayılabilecek ifadeler geçse de yine zaman zaman Batılı tavrını bizlere sezdirmektedir. Söz konusu batılı tavrına bir örnek vermek gerekirse: Hz. Muhammed’i Kureyş soyundan olduğunu, kabul eder ancak şeceresinin Hz. İbrahim’e dayandırmasının kendisini üstün gösterme duygusundan kaynaklandığı görüşünde olsa da bu görüş asılsızdır. Voltaire’in bir asılsız iddiası da İslam’ın olduğu dönemde yaygın olan Sabiîlik, Yahudilik ve Hristiyanlığı yok etmek adına ve bunu gerçekleştirmek için de, Hz. İbrahim’in dinini tecdid etmek maksadındaki Hz. Muhammed tarafından oluşturulduğunu, bu iddiasına delil olarak “İbrahim ne Yahudi idi ne de Hıristiyan. Fakat o, hanif“ İbrahim ne Yahudi idi ne de Hıristiyan. Fakat o, hanif (Allah’ı bir tanıyan, hakka yönelen) bir Müslümandı. Allah’a ortak koşanlardan da değildi” mealindeki Âl-i İmrân, 67. ayeti kullanır. Buradan bir sonuca daha  ulaşabiliriz ki Voltaire Kur’ân’ı Kerim’i incelemiştir.
Hz. Muhammed’in ümmililiği meselesi günümüzde  hâlâ tartışılmaktadır. Gerek yerli oryantalistler gerek batılı oryantalistler Peygamberin ümmi olmadığını savunuyorlar. Voltaire da ümmilik meselesinde tebliğ ettiği vahyin niteliğine bakıldığında ümmi olmaması görüşündedir. Ona göre “Bir adamın tüccar, şair, yasa koyucu ve devlet kurucu” olup da  nasıl imza atmayı bilmediğini şaşkınlık ve alaycı bir tavırla belirtir. Kur’ân’ı Kerim’in mahiyeti ile ilgilenen filozof, Kur’an’a yapılan yorumların gülünç olduğunu, Batılı bilim adamlarının gerçek bilgi ve fikir bilmediklerini savunur. Kur’ân’ın Arap literatürün de yer alan benzersiz ve zarif bir eser olduğunu objektif haliyle ifade ederken, vahyi de beşeriyet düzeyine indirmesi çarpıcıdır. Şöyle ki bir taraftan Kur’ân’ın eşsiz ve zarif oluşundan bahsederken diğer taraftan Hz. Peygamber’e şairlik vasfını takdim etmesi eleştirdiği bilginlerden bir farkı kalmayarak yine kendisiyle çelişir. Kur’ân’ın bir beşer tarafından yazıldığında ısrar eden filozof, Hz. Muhammed’in bir Yahudi’den çalıştığını dile getirir. Bir Yahudi’nin kendi dini aleyhinde eleştirmesini zor bir ihtimal olarak söylese de imkansız olmadığını söyleyerek bu iddiasın da açık kapı bırakır.
Batılılar, Hz. Muhammed’in; Kadınları akılsız varlık ve değersiz olarak gördüğünü, kadınların temel hak ve özgürlüklerden mahrum bıraktığını lanse etmeleri, Voltaire için bir düzmeceden ibarettir. Bu iddiayı kurutmak için de yine Kur’ân’a başvurur. Nîsâ, 3-5 ayetler aralığında ki yerler kadınlara karşı adaletli davranılmasını, mehirlerinin ödenmesini, beslenme, giyinme gibi ihtiyaçların karşılanması öğüt edilirken onlara güzel sözler söylenmesini de vurgular.
Yine günümüzde süre gelen tartışmaların birine asırlar önce değinen Filozof, Türklerin kılıç zoruyla Müslüman oldukları şeklindeki görüşlerin asılsız ve eleştirel bir şekilde ele alır.
İslâm’ın neden ve nasıl hızla yayıldığını İhlâs suresine bakılarak anlaşılacağını ve yeterli olacağını söyler. Hristiyanların hoşuna gitmese de Kur’ân vahyinin güzel olduğunu, Hz. Muhammed’in Asya kıtasını putperestlikten kurtardığını, Tanrı’nın birliğini öğrettiğini ve şirki ortadan kaldırdığını söyler. Dahası İslâm’ın faizi kaldırdığını, sadaka ve duanın emredilmesini, kadere rıza gösterilmesinin İslâm’ın temel ilkeleri olduğunu belirtir. Kötülük edenlerin bağışlanmasını, herkese iyi davranılmasının Kur’ân’ın temel prensipleri içerisinde görür. Yine Kur’ân’ın getirdiği hükümlerin hiçbir tahrife uğramadan geldiğini ve gevşetilmeden uygulandığını da ekler. Buraya kadar filozof, methedici görüşleriyle tavır sergilerken şimdi yerini Batılı bir Oryantalist ve tuhaf tavrıyla Kur’ân ayetlerinin gelişigüzel sıralandığını, düzensiz haberlerden oluştuğu şeklindeki tavrını alır. Voltaire, Mirâç hadisesi ile ilgili olarak bu olayın mümkün olabileceğini çünkü o dönemdeki Arap toplumun hurafe ve kerametlere meyli olmalarından dolayı hadiseyi mümkün görür.
İslâm ve Hristiyanlığı mukayese etmeye çalıştığında, Hz. Muhammed’in doktrinlerini cesaret ve silahla yayan güçlü bir kişilik olarak görürken bu şekilde kurulmasından sonra İslâm’ın durumunu değiştiğini artık merhamet ve hoşgörü dinine büründüğünü ifade eder. Hristiyanlığa göre ise bu durumun tam tersi olduğunu savunur. Ona göre Hz. İsa, Hristiyanlığın İlahi kurucusudur. Hz. İsa, sade, mütevazı ve sakin geçen hayatı boyunca kötülüğü engellediği, hoşgörüyü yaygınlaştırmaya çalışmıştır. Ancak Hz. İsa’ dan sonra Hristiyanlığın barbar ve merhametsiz bir din halini aldığını, Filozof şaşkınlık verici olduğunu söyler. Voltaire’in bu görüşü tutarsız ve gerçekleri görmezden gelmekten başka bir şey değildir. Çünkü Hz. Peygamber, tebliğe başladığı andan Medine’ye hicretine kadar müşriklerin, Hz. Peygamber’e ve ona inanlara eziyet ettikleri bilinmektedir. Hz. Peygamber şahsına yapılan kötü muamelelere, tehdit ve alaylara tenezzül ve karşılık vermemiş hatta kötü söz bile söylememiştir. Mekke dönemde Müslümanlar gerek ihtiyaç alanında gerek sosyal alanda büyük ambargolarla karşılaşmış bunlara rağmen Müslümanlar sebatkar bir tutum sergileyerek, şiddete şiddetle değil Allah’tan sabır ve yardım dileyerek bu olumsuz duruma katlanmayı tercih etmişlerdir. Habeşistan’a ve Medine’ye yapılan hicretler bile bize başlı başına gösterir ki Müslümanların şiddet uygulayan taraf değil, şiddet ve eziyete uğrayan taraf olduğunun apaçık delilidir. Hz. Peygamberin Mekke’yi fetih ettiği gün müşriklere karşı tutum ve davranışı ayan beyan ortadadır. İslâm’ın tebliğ edildiği ilk günden itibaren Müslümanlar muhataplarına sevgi, saygı, merhamet ve hoşgörü çerçevesinde yaklaşmışlardır.
Voltaire’in İslâm’la  ilgili düşüncelerini genel hatlarıyla açıklamaya çalıştık. Kısaca İslâm’a bakışını özetlemek gerekirse, yer yer tarafsız fikirleri olsa da fikirlerine toplu halde baktığımızda İslâm’a karşı ince bir istihza ile yaklaştığını görebiliriz. Yer yer takdire şayan tespit ve İslâm’ı eleştirenlere karşı cevapları olan böyle bir filozofun neden İslâm’a karşı istihza ile yaklaştığının iki temel sebebi olduğunu düşünüyoruz. Bunlardan birincisi, Onun Hristiyan olarak yetişmesi ve o kültürden gelmesidir. İkinci sebep ise, İslâm’a dair kapsamlı malumatının olmadığıdır. Özellikle Hz. Peygamber’le ilgili düşüncelerini tipik bir Oryantalist ön yargısı tutumuyla ele almaktadır.  Bunu da İslâm’ı, Batılı kaynaklardan öğrendiğinin gerekçesidir. Voltaire’in, İslâm’ın ve Hz. Muhammed’in üstün yönlerini itiraf ettiğini belirtmeliyiz. İslam Hukukuna ve Müslüman yaşamı ile ilgili bazı konularda Kur’ân’a başvurması, İslam’ın hoşgörü, saygı ve merhamet dini olduğunu söylemesinden geri duramamış bu davranışı takdir edilecek yöndedir. Yine yenilemek gerekirse Voltaire’in İslâm’a karşı önyargılı ve düşmanca duygularla yazılmış kaynaklardan İslam’ı araştırdığı da ihtimal dahilindedir. Voltaire için dinlere karşı bağnazlığın iyi bir şey olmadığı, dinlere hoşgörü ile yaklaşılması görüşü ayrılmaz bir parça iken sıra İslâm’a geldiğinde filozof kendini bağnazlıktan kurtaramamıştır. Dönemin de Filozoflar, İslâm ve Müslümanlar barbar olarak nitelendirilirken, İslâm ve Müslümanların araştırılmasının değeri olmadığı mevzubahisken Türklerden, İslâm’dan, Müslümanlıktan gerçek dışı haberler bahsedilirken o nispeten gerçekçi bilgiler sunması önemlidir.

Vicdansızlık

Neydi ki içimi sızlatan. Hani o garip duygu: vicdan. Kendisi içten içe hep ağır basan. Belki de unuttum vicdanımı Onsuz yaşadım bir kaç anımı Kayboldum izsiz, hissiz kaldırımlarda İndi gönlüme bir perde Gönlüm el verdikçe Ben sustum. Kuşlar, karıncalar sustu. Susuşlarıma  gebe Çok anım oldu. Ve sancılarla vicdansızlık doğdu. Yok oluştu gizliden Taştan artık odalarım. İçinde esir kaldım. Dedim ya Sancılı bir andı Geriye bir tek o kaldı.

Bahar Gelmiş

Gün ışığı vuruyor pencereme,
Ilık bir rüzgâr eşliğinde.
Tomurcuklar filizlenmiş,
Biraz huzur ve saadet ile…
Neydi bu denli içimize işleyen?
Sadece yaprakların yeşerişi mi?
Tebessümlerde ki samimiyet,
Gamzelerde filizlenen çiçeklerdir belki.
Bahar gelmiş, handân olurum.
O vakit, seher kuşunu arar gözlerim,
Beşâret-i âver olursa göklere karışır sevinçlerim,
Biraz huzur ve saadet ile…
Renklerin ahengi ritim tutar, anbean.
Bahar gelmiş,
Bozulsun cihanda ki tüm sessizlikler,
Kulak verin cıvıldayan kuşlara.
Biraz huzur ve saadet ile…

Seni Tanıdığımda

Tüm hayatım bir silsileyse
Barıştım bütün hatalarımla
Seni tanıdığımda.

Beni getirense bugüne, sana
Her bir yanlış kararımı sevdim
Seni tanıdığımda.

Tek birini dönmeden gelemeyecektiysem sana
İyi ki dedim bütün o dönüm noktalarıma
Seni tanıdığımda.

Açılan kapılara minnet,
Tüm yüzüme kapananlara da iyi ki!
Sana açılan kapıya getirdiyse
Her halkası kusursuzmuş yaşam zincirimin, anladım,
Seni tanıdığımda.

Mukaddes Silsile

Pencereme çiseleyen yeşil koku… Hangi cihetten okşar saçlarımı? Gönlümü hoş etmeye çalışan seda, hangi memleketten? Selâ vaktine gömülü icabete denk gelir mi duamız, gözlerimiz muhatap kılar mı birbirlerini? 

Tomurcuk hazneleri güzden beridir dalındaydı, baharın nazını çekmekten de usanmazdı. Bahar, göğsünde bohçasıyla her beldeyi sevgili kılardı kendine. Alemin muhtelif zaviyelerini hoş ederken, yokluğunu gece kıldığı vatan, bozkıra doymuştu. Nefesimden ürken üç tatlı can. Sırlar! Hepimiz birilerinin sırlarıyız. Bahar, bozkırın sırrı. Sema, arzın ve kader duanın sırrı. Karnımı doyurmaya yetmeyen satırlar, gönlümü taşırıyor. Gözlerimi kapatıp, akan rüzgarın yanağımı okşamasına müsaade ediyorum. Zerre haddi aşacak olursa, akıbetinden bu yağmur mesul. Akan ırmağın önünü alamıyorum. Balkonum, karşı apartmanın kavgasını alamayacak kadar sığ. Işıklarını yakıyorlar vakitsizce, alevleriyle ısınıyorum penceremden. Tüm griliğine rağmen hanelerindeki sabi rayihasına talibim. Ve talibiz membaı gönül olan sözleri işitmeye. Ağaran gözlerine gece gelmiş, yorulayazmışsın. Binbir iplikle işlediğin dantel kıymetinde sözlerini sırtlamışsın, yolcu gibisin. 

Sana çıkan yolda bir yol daha çıktı karşıma ve o yolda bir yol daha. Demirlere zincirlenmiş mukaddes silsile. Bir gülü koklamak, bir çocuk cıvıltısı kadim gönüllerin tecdidine kâdirdir. İnsan da inanmaya kâdir. Öyle ki, sorgusuz aldığı nefes bu inanca dahildir. Sancılı vaadlerin leylaklara büründüğü gece, seherin kollarında son bulurken ümidim tekrar ilk kez doğacak. 

Şerhe muhtaç birkaç kelime;

  • Cihet: Yön, taraf
  • Belde: Köy (yerleşim yeri)
  • Muhtelif: Farklı 
  • Zaviye: Köşe
  • Sema: Gökyüzü 
  • Arz: Yer 
  • Rayiha: Koku 
  • Memba: Kaynak 
  • Silsile: Zincir 
  • Kadim: Eski 
  • Tecdid: Yenilenme

Bir İç Savaşın, Dış Sesleri

bir iç savaşın dış sesi

Hayata sevgiyle tutunup, elinizden gelenin en iyisini yaparken sonuçlara çok da kafayı takmamak.
“İşte yaşamak budur!” dedi adam. 
Durdum ve düşündüm. En son ne zaman sevgi ile tutunduğu mu, ne zaman ayağa kalktığımı, en son ne zaman kafayı takmayarak gülüp geçtiğimi düşündüm. Sonra fark ettim ki, bir ömür içim içimi yiyerek gelmişim buralara…
Ve fark ettim ki, yaşamak nedir tam olarak öğrenememişim yada öğrendiklerim ve ezberlediklerim sınavda çıkan açık uçlu sorudan ibaretmiş. Oysa bu hayatta hep şıklar vardı. Seçenekler ile doluydu.
Düşünmem, saçımın ağarmasına izin vermem, gözlerim dolunca göğe bakmam ve en sonunda susmam lazımdı. Böyle olmalıydı.
Bu bir denklemse, bilinmeyenleri bulmam, içinde kaybolmadan çıkmam lazımdı. Hem cevapsız da kalamazdı sorum. Sonra bir anda irkildim.
Ne kadar çok şeyi düzeltmeye, olurunu görmeden oldurmaya çalışmıştım. Sonra düşündüm, düşündüm ve DÜŞTÜM. Hayallerimden hayatın tam ortasına düştüm. Başaramayacağımı bildiğim bir masalı sonuna kadar dinleyip, onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine kısmını bekledim. Gelmedi. 

Durdum ve düşündüm. En son ne zaman sevgi ile tutunduğu mu, ne zaman ayağa kalktığımı, en son ne zaman kafayı takmayarak gülüp geçtiğimi düşündüm. Sonra fark ettim ki, bir ömür içim içimi yiyerek gelmişim buralara…

Masal mı bitti yoksa hiç okunmadı mı anlamadım. Sonumu düşünürken sonumu yazmıştım. Fark etmedim. 
Hani dedim ya en başta işte yaşamak budur dedi diye… Ve sevgili dost, İşte bir beynin savaşı budur.

Bakmak Gözlerine!

  • Bir tohumu yüreğimde yetiştirmiştim.
  • Sevdiğim,
  • Bakmak gözlerine.
  • Gözlerinin derinliğinde kaybolurcasına,
  • Affedersin sen Baharımsın ,
  • Yüreğinin sıcaklığı, sarmış bütün odamı.
  • Kitaplıkta Ahmed Arif
  • Başucumda gözlerin var.
  • Umutlarım tekrar mavi
  • Belki de bu yüzden,
  • Sevmeyi seviyorum.

Cihan Şümûl Bir Devlet

edirne evleri

Başlığına “şümûl” ibâresini koymamızdan anlaşılıyor ki, mevzu bahîs Devlet-i Âli Osmân.
Bir devlet olmanın yanı sıra; teb‘asında muhtevî, yetmiş yedi millet ile altına girildiğinde
serinleten, kültür şelalesi olmasıdır.
Mevzumuza, bir kıssa ve kıssa üzerinden topoğrafyaya saygı hakikatini muhtelif muvâcehe
sûreti ile Firavun’un veziri, Hamân kılıklara buradan top atışı yapalım.


Hz.Mûsâ (a.s.m) Allah’ın varlığı ve birliğine dâir mu‘cizeler gerçekleştiriyordu. Mevcûdât’ın
yegâne sâhibinin ve hâkiminin cenâb-ı hak olduğunu iddia edip ispatlıyordu. Bundan gâyet
derecede rahatsız olan Firavun, “Ey Hamân!” dedi, “Bana yüksek bir kule inşa et; belki bazı
yollara, göklerin yollarına ulaşırım da bu sayede Mûsâ’nın ilâhını görebilirim! Doğrusu onun
bir yalancı olduğunu düşünüyorum.” dedi.

Babil Kulesi - Vikipedi
Babilkulesini, Haman’ın inşa ettiğine dair rivayetler mevcud.


Hamân ise bu emir üzerine yüksek bir kule inşâ’ etti. Ama bütün çabaları boşaydı. Zîrâ inşâ’
için pey edilen paralar israf olmuş kule yapma çabaları boşa gitmişti. Ezcümle, günümüz
Hamân kılığına girmiş simsarlar, toprağa zarar vermenin ötesine geçemiyorlar. Milyarlarca
liralar harcayıp, konutlar dikiyorlar. Neticesinde yaptıkları binâlar, bir deprem ile tuzla buz
oluyor. Doğa ile sınırlı kalmayıp şahsi para ve itibar kaybına uğruyorlar. Mes’elenin hakikat kısmına Devlet- Âli
Osmanlı da ki topoğrafyaya saygı ile giriş yapalım.
Osmanlılar şehirlerini inşâ’ ederken yokuşları, tümsekleri veya eğilimleri törpülememiş,
topoğrafya nasılsa ona mutâbık binâlar inşâ’ etmişlerdir. Veya günümüzde olduğu gibi
eğimden istifade edip fazladan kat elde etme yoluna gitmemişlerdir. Ağaçlarla ve yeşil örtü
ile binâlar birbirine her zaman uyumlu olmuştur. Ağaçlar, mimâri şaheserlerin görünümünü
engelleyen unsurlar olarak görülmemiş, tam aksine ağaçlarla eserler birbirlerini tamamlayıcı
unsurlar olarak görülmüşlerdir.

Eski osmanlı evleri için 8 fikir | evler, tarihi evler, manzara
Yeşillikler içerisinde doğanın bir parçası gibi duruşu……


Bu târihî hakikati anlayabilmek için Haydarpaşa’dan veya Harem’den Topkapı Sarayı
tarafına bir nazar gezdirmek yeterli olacaktır.
Bu saadet asırlarında inşâ’ edilen evler günümüzdeki evler gibi sonradan yere konulmuş
gibi durmuyordu. Sanki birer ağaç misâli, yerden çıkmış gibi duran bu evler iki katı
geçmiyordu.
Her evin girişi ayrı ve bir kapıdan sadece bir âile giriyordu. Geniş, uzun, dümdüz cadde ve
sokaklar yerine, topoğrafya nasılsa ona uygun ve ihtiyaca göre inşâ’ edilen intizamlı ve
kıvrımlı bir sokak üslûbu benimsenmişti. İstanbul’un meydanları da günümüze nazaren
daha küçük ve insânî ölçüleri hâizdi. Bir mescid, çeşme ve çınarın etrafında gelişen ve
temâyüz eden meydanlar aynı zamanda üç dört sokağın birleşerek oluşturduğu mahallelerin
merkezi konumundaydı. Ayrıca Osmanlı mimarisine tekrar dönüp baktığımızda aşırı
yükseklik ve büyüklükten kaçınıldığı bir gerçektir.

Pera Müzesi | 18 ve 19. Yüzyıl Resimlerinde Camiler
Süleymaniye külliyesi……

Misâlen: Süleymâniye Camii daha büyük
ve yüksek olarak düz bir alana inşa’ edilmek yerine daha küçük ölçeklerde İstanbul’un
üçüncü tepesine inşâ’ edilmiş ve İstanbul’un siluetinin değişmez baş yapıtlarından biri
olmuştur. Buna karşılık Süleymaniyenin etrafındaki evlerin pencereleri daha küçük yapılmıştır.
Buna sebep ise bakıldığında azametî şaşalı görünmesidir. Bu sayede arza, yâni Cenâb-ı
Hakk’ın koymuş olduğu topografya nizâmına bir saygısızlık yapılmadan, gereken görünüm
sağlanmış oluyordu.
Hulâsaten, ecdâd-ı muazzam dolu mâzimiz, dünyanın temel umdeleri ile oynayıp, şâşâlı
görünmek yerine; insanoğlunun psikolojisini çözümleyip nabza göre şerbet vermiştir….

Yalnızlığın Nefesi


Biliyorum ölümün her rengini gördüm.
Bir tanesi dışında.
Ne kışın soğukluğuna
Ne de sevginin yokluğuna benzer.
Dökülen her gözyaşı aynı değildir bilirim.
Bütün ansızın gelen yokluğa, terk edilişlere alıştım.
Bir tanesi dışında.
Ne aşkların gidişine yağan gözyaşlarına benzer,
Ne de tek başına ayazda yediğim soğuğa.
Küçük yaşta tek bir tatlıyı satıp karın doyurmaya benzemez bilirim.
Sabah dörtte dondurma satan çocuğun termosundaki soğukluğa benzemez.
Ne de karın doyurmak için boyanan ayakkabının rengine…
Ölümün bedene verdiği yalnızlığın soğukluğu gibi değildir.
Yalnız kalmak tek bir noktada çaresizlik verecek bedenime.
Yüzleşir miyim, bilmem
Kabullenir mi bilmem gönül
Bana soru sorma beni sınama
Ne sevgilinin ne de insanların yalnız bırakmasına benzemez.
Son defa tenindeki soğukluğa başımı koyup can verdiğin gibi anne yoksun.
Hem yalnız gidemezsin, beni de al .
Teselli edecekler o an.
Ben hissetmem varlığını hiç birinin.
“Yetim” kelimesinde vücut bulacağım.
Babanın varlığını bilmek istemem.
Ne dost ne arkadaş ne de seven bir gönül.
Varlığını bilirim.
Acılarını alamadım gönlünden bilirim anne.
Ölüm gelmeden ruhum gidecek bu bedenden.
“Seni seviyorum” diyemeden anne, yalnız kalacağım.

Bilindik Hikâye

Yanlışa boyun eğdiğimiz yok. Onlar için sıradan olan cümleleri başımıza taç yaptık. Altı üstü “Seni seviyorum” dedi.
Maksadımız bir kalbi bir kalbe mühürlemekti. Yamalı da olsa, yangınımızı örtmekti.
Sefere çıkmış duygularımızla gönül fethetmekti.

Neticesinde aldandık tabi.
E biraz da oyalandık.
Gönül bağımızı da çaputlarla sardık.
Dallarda yer yoktu, hayıflandık.

Üç vakte kadar bir yara bandı sardık.
Oturduk kalktık, yattık uyandık…
Olmadı! Geceye lakap taktık.
Gündüzü ise hiç hatırlamadık.

Yeri geldi kalemi neşter yaptık
Bir onlara bir de bize batırdık
Aklı selimdik de azıcık tırlattık
Vakti üçten ikiye düşürdük, hiç anlamadık

Bir güneşe, bir de ağaca baktık.
“Güven” sandık, insana yaslandık.
Bilemedik, tepetaklak yuvarlandık.
Vakit yeterdi de, biz uslanmadık.

Düştük kalktık yine de yol aldık.
Az ötedeydi ama biz uzak sandık.
İşte şurada da bir toprak kazdık.
Vakit tamamlandı. Hayde Allah’a ısmarladık.

Edebiyat Sokağı

Bizim sokak pek bir güzeldir. Her bir yanı mimoza kokar. Hele Nazım’ın bahçesi yok mu o mest eder adamı. Turgut’u soracak olursanız, o yağmurlu bu ara. Cahit de Erdem ile el ele vermiş, iyilik avcılığı yapıyorlar. Necip mi? Necip yine tutturmuş vatan sevdası düşmüş yollara. Sakarya, İstanbul dememiş, yazmış da yazmış. Hele yok mu Sakarya Türküsü, insanı ırkına yaklaştırıyor. Şiir avcısı da “Birazdan Gün Doğacak” şiiriyle anıyor üstadını. Ama mayıslar hep güzeldir. Ölümünde olduğu gibi çünkü, her ikisi de bir başlangıç. Biri baharın diğeri yaşamın. Ama 25 Mayıs yine hüzünlendirir adamı. Üstadı aldı bizden. Ama Erdem bizi hep teselli etti. “Ölüm bize ne yakın ne uzak. Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm.” Üstadım senin bahçende büyüyecek imanın güneş yüzlü çocuğu, çocukları. İyi ki doğdun üstadım. İyi ki…

Tehlikeli Oyun Filmi Üzerinden Otokratik Yönetim Düzenine Bir Eleştiri

Dennis Gansel’in yönetmenlik koltuğunda oturduğu 2008 yapımı drama/gerilim türündeki Tehlikeli Oyun yani Die Welle filmi, vizyona girdiği ilk günden beri yoğun bir şekilde izleyicilerin merakı ve beğenisi ile karşılaşmıştır. Mekân olarak genellikle bir okul sınıfında geçtiğini gördüğümüz filmde, başrolleri Jürgen Vogel (Rainer Wenger), Frederick Lau (Tim Stoltefuss), Max Riemelt (Marco), Jennifer Ulrich (Karo), Elyas M’Barek (Sinan), Jacob Matschenz (Dennis) ve Christina do Rego (Lisa) paylaşmıştır. Birçok ödüle layık görülen film, sosyal bir deney olan Üçüncü Hare isimli deneyi konu almaktadır. Filmin künyesine ve konusuna dair bu küçük bilgileri verdikten sonra dilerseniz analizimize geçelim

Almanya’da küçük bir lisede geçen filmde, hemen hemen her yıl gerçekleşen geleneksel bir proje dersi vardır. Bu derste, dersi yürütecek olan öğretmen ve dersi seçecek olan öğrenciler genellikle devlet olgusu ve yönetim biçimleri üzerine eğilmektedir. Anarşizm dersine girmek isteyen Öğretmen Rainer Wenger, onun bu isteğini bilen başka bir öğretmenin ondan önce davranarak anarşizm dersini alması üzerine, otokrasiyi anlatmaya mecbur edilir. Filmde gerçekleşen olaylar silsilesi de tam olarak bu noktadan sonra başlıyordur. Öğretmen Rainer, alınan kararın ardından bir hafta süreyle otokrasi dersine girecektir. Dersin ilk başlarında ne öğrenciler ne de öğretmen derse pek hevesli değildir. Fakat dersin ilerleyen dakikalarında “Almanya’da faşizm var mı?” sorusu ile sınıftakilerin fikirlerini merak eden Rainer’in sorusuna pek tabii olarak ‘hayır’a benzer yanıtlar verilmiştir. Konuşmalar ilerledikçe ele alınan konular arasında diğer dikkat çekici unsurlardan biri de diktatörlük olgusudur. Çünkü öğrenciler buna örnek olarak hem kendi tarihlerinin hem de insanlık tarihinin bir nevi kara bir lekesi olan Adolf Hitler’i örnek vermek yerine George Bush’u örnek vermiştir. Ve buna ek olarak ülkelerinde bir daha asla dikta rejiminin olmayacağını çünkü geçmişte yaşanılanlar dolayısıyla fazlaca bilinçli olduklarını belirtmişlerdir. Konuşulanlar hep bu yönde olunca Öğretmen Rainer Wenger’in aklına bir fikir gelir. Öğrencilerine, söylediklerinin mümkün olup olmadığını göstermek ister. Böylece konumuzun şekilleneceği ikinci ders gelip çatar. Önce sıra düzenini değiştiren Rainer’in hemen akabinde tek tip kıyafet uygulaması geliştirdiğini görüyoruz. Bu noktada dikkatimizi çeken bir olguyu atlamamakta fayda var; böylesi kararları uygulamaya koyan Rainer, her şeyden evvel gerçekleştirmek istediği kararları tüm sınıfla bir istişare içerisinde uygulamaya koyuyordur. Bu noktada, tüm sınıfı ilgilendiren böylesi önemli hususlarda karar verilirken karardan etkilenecek bireyleri de karar verme aşamasında aktif olarak sürece dâhil etmek daha sonradan çıkması muhtemel olan kargaşaları önleme isteğinden ileri geliyordur fikrimce. Böylece herkes tarafından ortak olarak alınan fikirlerde faal rol oynayan tüm bireylerin alınan kararı içselleştirmesi olasılığı da artmış olur. Nitekim sosyal psikolojinin önemli isimlerinden biri olan Muzaffer Sherif’in de belirttiği gibi, sosyal normların isteyerek, özerk bir şekilde hatta coşkuyla içselleştirilmesi için en önemli şart, diğer kişilerle karşılıklı etkileşimlerde bulunarak normları belirlemektir. Aynı şekilde verilen bu kararların nedenlerinin de açıklanması grup örnekleminin ikna aşaması olarak ele alınabilir. Örneğin; tek tip kıyafet uygulamasına getirilen “sosyal statüleri ortadan kaldırıyor” açıklaması hemen hemen herkesin bu olguda hemfikir olmasını sağlamıştır. Bu uygulamanın bireyin istediği şekilde giyinme hakkını ortadan kaldırdığını savunan bir-iki kişi haricindeki herkes uygulamanın gerekliliği olan beyaz gömlek giyme görevini yerine getirmiştir. Yine aynı şekilde değiştirilen oturma düzeninden yola çıkarak sınıftaki her bireyin birlik içinde olmasının ve birbirilerini her koşulda benimsemelerinin hedefe ulaşmada büyük bir önem taşıdığı belirtiliyor. Bu yolda gerekirse sınavlarda başarısız olanlar başarılı olanlarla kopyalaşarak yüksek not alabileceklerdir. Burada Rainer’in “amaca giden her yol mubahtır” düşüncesinden hareketle öğrencilerini ikna etme sürecini hızlandırdığını görmekteyiz.

Gerçekleştirilen tüm bu adımlar akabinde bir hükümdar, küçük bir küme veya tek bir siyasal grubun halk adına kararlar vermesi, iyiyi ve güzeli kendi sınırları dâhilinde belirleyip halka dayatması olan otokratik sistemin olmazsa olmazlarını sorgulayan Rainer, öğrencilerine “Otokratik bir sistemin temel şartı nedir? Her diktatörlükte ne vardır?” sorusunu sorar. Buna yanıt olarak öğrencilerden; “Führer” yanıtı gelir. Öğretmenin “Peki, bizde bu rolü kim üstlenebilir?” sorusu üzerine öğrenciler hep beraber kendisini işaret eder. Böylece bu otokratik düzene ana etmen olarak kitleyi harekete geçirecek olan unsur da seçilmiş olur. Bu aşama sonrası kendisine Bay Wegner denilmesini isteyen (ki bir nevi emir) Rainer’a, öğrencileri tarafından artık bu şekilde hitap edilir. Sırada bu oluşum için en önemli aşama vardır; bir isim bulma aşaması. Bu noktada dikkat çekmek istediğim bir nokta var; despotizme doğru giden bu oluşum örneğinde kullanılacak topluluk ismi ‘demokrasi’ çerçevesinde “Dalga” olarak seçilmiştir. Peki, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu dediğinizi duyar gibiyim. Üstte de belirttiğim gibi bana göre; Bay Wegner tüm topluluğu ilgilendiren kararlarda herkesi dâhil etmenin, fikirleri kâle almanın, bilhassa bireysel olarak kimlik oluşturma aşamasında sorunlar yaşayan silik üyelerin de bu kararlara dâhil olmasının bir topluluk çatısı altında teklik olgusundan çoğulculuk olgusuna, her bireyin fikirlerine önem vererek bağlılığı artırmayı hedeflemektedir. Nitekim bana soracak olursanız başarısız bir yöntem de sayılmaz bu. Aynı şekilde derste konuşmak isteyen öğrencilerin artık söz hakkı alıp ayağa kalkarak fikirlerini ifade edebileceklerini söylüyor. Ve bu isteğini, ayağa kalkınca kan dolaşımınız hızlanır ve daha rahat konsantre olursunuz savı ile destekliyor. Dikkat çekmek isterim ki bana göre; bir kitleye fikirlerinizi empoze etmek istiyorsanız, dayatmak istediğiniz normları altı dolu birkaç mantıklı ve inandırıcı düşünce ile süslemek sorgulamaya meyilli olan zihinlerin sorgu oranlarını minimale indirmek için geçerli bir yöntemdir.

Film boyunca izlenen yöntemlere ve alınan kararlara öylesine kendini kaptırmış ve bu kararları benimsemiş karakterler var ki; bu kişiler, kendini tamamen gruba ait hissediyordur ve “Dalga” olmadan bir hiç olduklarını düşünüyorlardır. Bu karakterlerden başı çektiğini düşündüğüm Tim karakteri grup içerisinde alınan her kararı sorgulamadan kabul etme ve benimseme eğilimindedir. Öğretmeninin evine gidip koruması olmayı teklif etmesi, alınan tek tip kıyafet uygulaması kararının ardından bir mecburiyet olmamasına rağmen bütün marka kıyafetlerini yakması aslında bir bakıma “Dalga”yı ne kadar içselleştirdiğini gösteriyor. Tim karakterinin kişilik yapısına eğildiğimizde Dalga’dan önceki hayatında silik ve vasfı olmayan bir karakter olarak görmemiz mümkündür. Nitekim arkadaşlık ilişkileri olmayan özgüvensiz bir kişilik olarak karşımıza çıkıyor. Fikrimce Dalga, özünde en çok Tim gibi kimliksiz diye nitelendirilebilecek kişilere, bir kimlik geliştirmek için alternatif bir oluşum olmuştur. Örneğin birkaç kişi tarafından köşeye kıstırılıp hırpalanmaya çalışılan Tim’in Dalga’nın diğer iki üyesi tarafından nasıl kurtarıldığına şahit oluyoruz. Önceleri böyle bir beraberlik yokken Dalga ile beraber oluşan kenetlenme duygusuyla bireycilik, yerini çoğulculuğa bırakmıştır. Öğrenciler iki fırkaya ayrılmıştır; Dalga’da olanlar ve Dalga dışı olanlar. Bu oluşumdaki öğrencilerin yavaş yavaş kendilerinden olmayanlara karşı sergilediği baskılayıcı tavırlar, aralarına katılmaları için koydukları tek tip kıyafet ve selamlaşma kuralı gibi setler aslında grubun bu kadar hızlı bir süreçte nasıl tek tipleşmeye doğru gittiğini ve kendi dışında kalanlara nasıl faşizane tavırlar sergilediğini izleyiciye açıkça göstermektedir.

Oluşumun başından beri uygulanan kararların çoğuna karşı çıkan Mona ve Karo karakterleri de Dalga’nın belirlenen amaçtan saptığını ve artık oluşumun kontrolünün salt olarak Bay Wegner’in elinde olmadığı kanaatindedirler. Burada bir virgülle araya girmek istiyorum; Karo gibi kişiliklerin kendi özgür iradelerini tamamen bir gruba satmamalarını, çoğunluk tarafından alınan kararların kendi hayat görüşlerine uymadığı takdirde hiçbir surette uygulamadıklarını görüyoruz. Bu kişiliklerin böyle bir tavır sergilemelerinin daha özgürlükçü bir ortamdan gelmeleri ve kimliklerini oluşturmada herhangi bir ortamsal faktör problemi ile karşılaşmamalarına bağlıyorum. Çünkü bir sahneden hatırlanacağı üzere Marco’nun Karo’ya; “Benim senin gibi bir hayatım ve mutlu bir ailem yok, Dalga benim her şeyim” dediğini görüyoruz. Bu sahneyi ve Tim karakterini başlıca bir şekilde değerlendirdiğimde daha çok kendini tamamlamaya ihtiyacı olanların ve hayat koşullarında ötekileştirilen kesimlerdeki bireylerin bu tür gruplaşmalara meyilli olduğu varsayımına ulaşmak mümkündür. Nitekim önceleri bu gruba tamamen bağlı olan Marco’nun da sevgilisi Karo ile tartıştıktan sonra grupla ilgili bazı şeyleri sorgulamaya başlaması, üyeler tarafından pek de kabul gören bir olgu olmamıştır. Çünkü Dalga’nın oluşumundan beri görüleceği üzere grubun geliştirdiği normatif düşüncelere karşı çıkan herkese karşı bir baskılama ve dışa itme politikasının uygulandığını görüyoruz. Bu hususta bardağı taşıran son damlanın da Öğretmen Rainer’in Dalga için eşiyle tartışıp hiş hoş olmayacak söylemleri sarf ettiği sahne olarak belirtmek mümkündür. Nitekim bu söylemler sonrası eşi kendisini terk eden Bay Wegner, bazı şeylerin farkına varmış olacak ki; tüm Dalga üyelerinin bir yerde toplanması için istekte bulunmuştur. Okulun konferans salonunda bir araya gelen grubun başlangıç konuşması, ritüelleri haline gelen kendilerine özgü selamlaşma sonrasında başlıyor ve Bay Wegner tam da kitleyi harekete geçirip coşturacak konuşmasını yapıyor. Bu esnada kendisine defalarca kez karşı çıkan Marco’nun yakalanıp sahneye getirilmesini emrettiğinde istenen şey aniden yerine getiriliyor. Hiç sorgulamadan kendi arkadaşlarını yaka paça tutan gençler, sonrasında ben ve sizler gibi bir şokla karşılaşıyor. Bay Wegner Marco’yu getirenlere; “Ben dediğim için, öyle mi? Peki, ben birini öldür desem öldürür müsün? Yani onu asabilir ya da boynunu vurabiliriz! Ya da kurallara uyması için ona işkence edebiliriz. İşte, diktatörlükte aynı böyle yapılır. Az önce burada olan şeyi fark ettiniz mi? Geçen hafta sınıfta sorulan soruyu hatırlıyor musunuz? Ülkemizde diktatörlük olabilir mi? Faşizm işte böyle bir şeydir. Hepimiz kendimizi en iyi zannederiz, diğerlerinden daha iyi. Ve daha da kötüsü bizimle aynı fikirde olmayanları toplumumuzdan dışlarız, onları incitiriz. Ve daha neler yapabileceğimizi bilmek dahi istemiyorum.” sözlerini sarf ettikten sonra çok ileriye gittiklerini ve Dalga’nın artık bittiğini söyler. Bazı kişiler bunu üzüntü içerisinde karşılasa da Tim bir türlü bunu kabullenemez ve bir silah zoruyla herkesi orada tutmaya zorlar; “Dalga bitemez!” diyerek. Olayları daha fazla kabullenemeyen Tim bir arkadaşını yaralar ve kendini de öldürme yolunu seçer; “Dalga benim hayatım, Dalga yoksa ben de yokum!” diyerek.

Film boyunca göreceğimiz üzere öğrenciler tarafından kabul edilen her olgunun ve kurallaştırılan normların öğrencilerin kendi düşünce tarzlarına uyuyor mu diye bakmaksızın sırf, grupta rol model olarak alınan Bay Wegner istedi diye yapması, bireycilik faktörünün parçalandığını ve artık tek grup tek fikir oluşumuna doğru gidildiğinin göstergesidir. Genel olarak demokratik devlet olgusunda toplumsal düzeni baz aldığımızda çizilen sınırların toplumu ilgilendiren herkesin faydasını gözettiğini görürüz. Fakat böylesi despotizmin hüküm sürmeye başladığı toplumlarda görülür ki, kural koyucular erki ellerinde bulundurmaları hasebiyle kendi önceliklerine göre kararlar verebilmektedir. Yine Dalga grubu üzerinden şöyle bir düşünceye de varmak mümkündür; farklı kişilik özelliklerine, farklı ideallere sahip bireylerin sorgulamadan bir oluşumun içerisinde adeta tek kişiymiş gibi bir profil çizmeleri de aslında karakterlerinin altında yatan, bir şeylere uyma davranışlarından da ileri gelebilmektedir. Film boyunca dikkatimi diri tutan olaylardan biri de, başta devletçilik ve yöneticilik olgusuna taban tabana zıt olan anarşizm olgusunu savunan ve anarşizm dersine girmek isteyen bir kişiliğin (Öğretmen Rainer) eline erk geçince farkında olmadan nasıl kendini kaybetmeye başladığıdır. Buradan şu çıkarımda bulunmak yerinde olur zannımca; kitleyi yönlendirmesi için bireyci anarşizmin öncülerinden biri olan William Godwin’in bile eline erki vermek durumunda ‘toplumcu despot’ kişiliği oluşturmak mümkündür. Demek istediğim bireyin uzun süre boyunca güç olgusunun getirilerine karşı durması pek de mümkün olamıyor bazen. Filmde sorgulamamız gereken en önemli şeylerden biri de belki; insanların sorgulamadan itaat etmesi olayıdır. Nitekim bu bana pek de iç açıcı bir sonuçla gelmiyor. Koşulsuz şartsız itaat etmeye koşullanan birey, her devir için bir tehlike teşkil etmektedir. Bu tehlikelerin tek vücut haline gelmesi için kavalını güzel çalan bir çobandan fazlasına ihtiyaç yoktur. Ki bu cümlede belirtmek isterim ki despotlaşmış karakterin retoriğine dikkatleri çekmekte fayda var. Kavalını güzel çalan çoban nasıl ki koyunları hiç zahmet çekmeden güdüyorsa, retorikte cambaz bir erk de bireyin düşünce iplerini ellerine alarak zahmetsizce emirlerini uygulayabilmektedir (Adolf Hitler gibi).

Giriş paragrafında da belirttiğim üzere Üçüncü Hare isimli bir sosyal deneyden esinlenerek çekilen bu filmde örneklem grubunun lise çağı gençlerinden oluşuyor olması, beraberinde kendime bazı soruları sormamı da sağlamıştır. Henüz bir kimlik bocalaması ve fikri olgunluk karmaşası içerisinde olan ergen grupların günlük yaşantılarından farklı olarak karşılaştıkları bir oluşumu sorgulamadan kabul etmeleri ve bir hafta gibi kısa bir sürede bu oluşumu ölümüne benimsemeleri kişiliklerinin tam olarak oturmamış olmasından da kaynaklanıyor olabilir. Fakat bu noktada kendi savıma karşı olarak da şunu söylemem kaçınılmaz olacaktır; Nazizm yaş aralığı pek de azımsanmayacak olan örneklemlerde yaşanmıştır maalesef.

Son cümlelerime geçmeden evvel şunu belirtmek isterim ki; Tehlikeli Oyun filmi hemen her çevreden her bireye izletilmesi gereken bir yapımdır kesinlikle. Geçmişten günümüze otoriter bir rejimin her ne kadar gelişmiş dünya yapımızla tezatlık oluşturacağının bilincinde olsak da fırsatı eline geçirdiği an tek lider olup dikta rejimini dikte edecek insan sayısı ne yazık ki azımsanmayacak derecededir. Analizimi filmin konusuna da uygunluk gösteren Erich Fromm’un şu sözüyle noktalamak istiyorum; “Demokrasi ile faşizm arasındaki ayrımın gerçek anlamını tamamlamanın tek bir yolu var. Demokrasi, bireyin eksiksiz gelişmesi için gerekli ekonomik, siyasal ve kültürel koşulları yaratır. Faşizm ise, hangi ad altında olursa olsun, bireyi kendisinin dışındaki amaçlara boyun eğmek durumunda bırakır ve gerçek bireyselliğin gelişmesini köstekler.”

İkinci El Başrol

Aşka beş kala (da) yaşıyorum.

Sana da hasret kalıyorum.

Bana gelirken toplayıver,

Yolda kalan gözlerimi ve saçlarını,

Gizli gülücükler yerleştirdim.

Hırçın dağınıklığına,

Elini attığında ulaşasın istedim.

Nafile çabamı güzel anlattın.

Yazıp çizmeyi seversin.

İkinci el ve umutsuz bir başrol yap beni.

Gerçekte olduğu gibi,

Oynat beni oradan oraya.

Sonunda azat eder misin?

Ama,

Tenhada kalan özgürlüğüm,

Ne işime yarar ki?

Çöldeki kum öfkeden gayrı

Neye sebep olur?

İstemem bundan sonra,

Yağmur yağarken cam silmem.

Keskin konuşuyorum fark ettiyseniz.

Ama kağıdın keskinliği gibi.

Bir ağaca işlemez bunu da bilirim.

Ona da işlemeyeceği gibi.

“Kim Milyoner Olmak İster?” Yarışmasındaki 1 Milyon TL’lik Soruları Bilebilecek Misin?

Kim Milyoner Olmak İster?” yarışmasındaki 1 milyon TL’lik soruları aradık, taradık ve ancak üç soru bulabildik. Bakalım sizler “Kim Milyoner Olmak İster?” yarışmasına katılmış olsaydınız bu soruları bilebilecek miydiniz?

[zombify_post]