22.3 C
İstanbul
Pazartesi, Haziran 16, 2025

Soğuk Kaldım

Yağmur olur

Islak olur sana değen şiirlerin perde arkası

Çünkü gözyaşı ister

Sana nakşedilen ihtiyar satırlar

Poyraz olmak

Saçlarını tel tel sessizliğe süpürmek ister

O yüzdendir ki

Her şiirde üşür kağıt

Soğuk alır yokluğunun satır aralarından

Bende öyle soğuk kaldım

Öyle soğuk kaldım

Arkadaşımdır

Paltomu aldım çıktım dışarı,

Yağmur yağıyor üstüme damla damla,

Damlalar arkadaşımdır ses çıkarma onlara,

Yağsınlar üstümüze kana kana,

 

Vardım şu dolu bir çamura,

Bir tane gül var orada,

Aldım onu koydum yanıma,

Benim gibi ıslanmıştı o da,

 

Güller arkadaşımdır dikenleri her zaman vardır,

Islak bir gülü almak da er kişinin kârıdır,

Alınma arkadaşım güller de solar bir gün,

Sevgiyle beslenmiş gül solar mı hiç gülüm,

 

Bak gökyüzü masmavi oldu,

Mavi gökyüzü benim sırdaşımdır,

Birazdan yağmur üstümüze yağdırır,

Sırrım biraz ağırdır….

Gurbet Yolları

Gözünün alabildiğince yol,

Gönlünün alabildiğince gurbet,

Vuslat, yol kadar uzun ve tükenmez,

Bu yollar kimi için hüzün kimi için vuslat.

 

Yollara düştü ciğerim, ırak yollara,

Gözüm akıttı yaşını ardından su misali,

Bu yol senin için vuslat ya ben,

Kaç gün, ay belki yıl bekleyeceğim.

 

Ayrılık sarılması var bir de,

Sarıldığın an kafesini sıkan, gözümü dolduran,

Gitmeni istemeden söylenen Yolun Açık Olsun sözü

Uğurlarken gülmeye çalışmak çok zor.

 

Güneşe söyledim seni yakmasın diye,

Kuşlar uçacak sağından solundan yoldaş olarak,

Geceye kalırsan üzülme Ay ışık olacak sana,

Sen vuslata eriş, sevin güller açacak İstanbul’da,

Balkonda ateşböceği yakacak sigaranı,

Ben yine beklerim gurbet yollarını.

 

 

Yelda Musikisi

Upuzun bir gecenin ismini koymuşlar ona,
İnsanlar onun gelmesi için beklemişler orada,
Sonunda dünya tatlısı bir kız gelmiş hayata,
Var olmayı veçhi öğretmiş bir çift gözle bakana,
Endamı boyu saklamış kalbine,
Her bakan görür onda serpilmiş iki gamze,
Hülyalara benzer dünyalara bedel nameler,
Çıkartıyor fem-i cemilinden,
Şemse kamere benzer bir yüz,
Deli divane gönlüm biraz yanımda yüz,
Süzülme iki çift berrak göze,
Kimler geldi geçti bu sözlerle,
Itırlara bürünmüş bir Yelda,
Okşamış seni büyülü bir rüya,
Nasıl katlanacağım bu vuslata,
Ulaşacak mıyım sonunda huzura?

Şanssız Jenerasyon

90’ların ikinci yarısında doğanlar, belkide 100 yılda bir yaşanacak olan olayları yaklaşık olarak 25 sene içerisinde yaşadılar. Ekonomik krizler, hemen dibimizde patlak veren Irak iç savaşı, Arap Baharı ve Suriye iç savaşı. Bunların Türkiye’ye olan etkileri yetmezmiş gibi iç siyasette yaşadığımız darbe girişimi ve en son olarak da tüm dünyayı etkisi altına alan Covid-19 salgını..

Daha kötüsü ne olabilir ki dediğimiz her şeyin daha kötüsünü yaşadık. Bölgemizde ve ülkemizde yaşanan olaylardan sonra “Coğrafya Kaderdir”  dedik. Ardından tüm dünyayı etkisi altına alan ve coğrafyaları hiçe sayan görünmez bir düşmanla karşı karşıya kaldık.

Jeopolitik konumumuz nedeniyle dış siyasette olan gelişmelerden etkilenen yumuşak bir ülke olmamız, ekonomimizi çok kırılgan kılmaktadır. Ekonomideki bu kırılganlık üretim ve hizmet sektörlerini de olumsuz etkilemektedir. Ekonomideki belirsizlik en çokta geleceğin iş gücü olan  gençleri karamsarlığa itiyor. Gelecek kaygısı yaşayan gençlerin sayısı giderek artmakta ve buna paralel olarak da genç nüfusta ve özellikle de üniversite mezunu gençlerde işsizlik oranı giderek artmaktadır.

Genç nüfus arasındaki iş bulamama korkusu onları yüksek lisans yapmaya itiyor. Son yıllarda Ales’e başvuranların sayısında önemli bir artış var. Öğrenciler, en azından 2 yıl daha işsizlik psikolojisinden kurtulmak istiyor.

2016’da darbe girişimi ile üniversiteye başlayıp, pandemi süreci ile mezun olacak olan şanssız bir kesim var. Haziran ayında kızların hangi elbiseyi giyeyim telaşları, erkeklerinde mezuniyeti son şans olarak görüp sevdiği kıza açılma planları yaptıkları dönem olması gerekirken hepsi şuan “Times New Roman 12 Punto” ile makale yazmakla meşgul. Üst sınıfların mezuniyet fotoğraflarına bakarak gelecek yıl kep atma hayali kuranlar, hayatın acımasız yüzü ile karşılaştılar.
Bakalım bu şansız jenerasyonu daha ne gibi talihsizlikler bekliyor.

Şair Ceketli Çocuk: Kazım Koyuncu

Kazım Koyuncu, çok küçük yaşlarda müzikle tanışmıştır. Müzikle tanışması ilk Rock müzik ile olmuştur. Sonrasında Karadeniz müziğini Rock’n’Roll müziği ile sentezleyerek kendine has bir  tarz oluşturmuştur. Henüz daha 33 yaşındayken testis kanserinin akciğerlerine yayılması yüzünden 25 Haziran 2005’de hayata gözlerini yummuştur.

Kazım Koyuncu Kimdir?

Kazım Koyuncu, 7 Kasım 1971’de Artvin’in Hopa ilçesinde dünyaya gelmiştir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi müzik yolculuğuna ilk olarak Rock müzik ile başlamış, sonrasında Karadeniz müziğini Rock’n’Roll müziği ile sentezleyerek kendine has bir  tarz oluşturmuştur. Bu tarzı oluşturmaya başladığı ilk zamanlar arkadaşlarıyla beraber Zuğaşi Berepe adında bir grup kurmuşlardır. Bu grubun ilk albümü olan “Va Mişkunan” 1995 yılında yayımlanmıştır. Fakat grup olarak yayınladıkları şarkılar çok rağbet görse de grup ne yazık ki dağıldı. Grup dağıldıktan sonra müzik kariyerine tek olarak devam etmeye başladı. “Viya” adındaki ilk solo albümü de bu sayede 2001 yılında yayımlandı. Ama ne yazık ki beklediği ilgiyi göremedi.

Bizim “Şair Ceketli Çocuk” hiç yerinde durur mu? Asla. Gökhan Birben ile beraber “Gülbeyaz” isimli bir diziye dizi müzikleri yapmaya başladı. Bu yapmış oldukları dizi müzikleri epey ilgi gördü. Bu sayede de artık Türkiye çapında tanınmaya başladı. Bu artan popülaritesini de esprili bir dille dile getirmeyi de ihmal etmez:

“Gülbeyaz dizisinin müziklerini kabul etmemin en önemli nedenlerinden bir tanesi de insanlığa böyle bir kötülük yapmaktı, çıtayı yükseltmekti. Biz ne zamanki öyle bir faaliyet yaptık, sonra Karadeniz müziği yapmaya çalışan herkesin daha çok tulum, daha çok kemençe, daha çok akustik enstrümanlar kullanmaya yöneldiğini gördük. Bir günah işledim ve sanırım cennetlik bir insan olabilirim. Çok huzurlu olduğumu düşünüyorum.”

Kazım Koyuncu’nun Karadenizli olmasından mı kaynaklıdır bilemiyoruz ama Trabzonspor’a karşı özel bir ilgisi de vardı. Belkide tıpkı Kazım Koyuncu gibi devrimci bir kulüp olduğu içindir böylesine sevmesi. Bu kulübe karşı duyduğu sevgiyi yapmış olduğu “Uy Aha” ve “Trabzon Marşı” isimli iki güzel şarkıyla taçlandırmıştır.

Müzikten farklı olarak birçok sorun içinde mücadele etmiştir. Çernobil için mücadeleler vermiş, halkı bilinçlendirmeye çalışmış ve pek çok yürüyüşe de katılmıştır. Bunun yanı sıra kanser öykülerine de dikkat çekmeye çalışmıştır. Fakat bu dikkat çekmeye çalıştığı kanser bir yıl sonra onun kapısını çalar. 6 aylık bir mücadelenin sonucunda 25 Haziran 2005 tarihinde hayata gözlerini yumar. Bize o güzel sesinden şarkılar kalır geriye.

“Kötü şeyler gördük: Savaşlar, katliamlar, ölen, öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kültürünü, kendisini kaybeden insanlar ve topluluklar gördük. Yanan kentler, köyler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bu sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu dünyada şarkılar söyleyebildik.

Teşekkürler dünya…”

 

 

 

Tarih Kitaplarının Eksik Sayfaları

 

“Barış” kelimesi genel anlamda düşmanlığın olmaması; kötülüklerden, kavgalardan kurtuluş, bütünlük, sükunet, sessizlik, huzur içinde yaşamak olarak tanımlanabilir. Her insanın hem kendi içinde hem de yaşadığı sosyal çevrede aradığı en temel ihtiyaçlardan biri olmakla beraber 60 bin senelik insanlık tarihinde barış kavramını ancak “Barış” antlaşmalarında duyuyoruz, ha tabi o da yapılırsa.

Peki neden yapılır bu savaşlar? Üstümüzdeki yöneticilerin gözlerini koydukları toprakları almaları, karşı tarafa üstünlüğünü gösterme çabası, Sanayi Devrimi’yle beraber de enerji kaynakları uğruna… Çağlar boyu askerlerin bunu biraz açmak istiyorum; babaların, abilerin, amcaların hatta annelerin, ablaların en kötü haliyle çocukların yeryüzündeki hayatını sona erdirmiş acısını hep geride kalanlar çekmiş. Ateş düştüğü yeri yakar, değil mi?

Tarih kitaplarında bahsedilmeyen bir kısım var, hiç hoşuma gitmez. Yapılan kanlı savaşları, uyku tanımayan düşmanları anlatırlar. Yiğit komutanların, aslan yürekli kralların, korkusuz şövalyelerin hayatları, taktikleri ve zaferleri anlatılır. Ama mağlubiyetlerin bütün bir halka mal olduğuna değinilmez bu kitaplarda. Savaş hazırlığından bitimine kadar her türlü zulmü, yağmayı, tecavüzü halk yaşar; halk, yetim kalır. Bomba sesleriyle uyanan çocuklar, eşi akşam yemeğine gelebilecek mi endişesiyle günü bitiren kadınlar… Savaşın yükünü cephedekiler kadar geride bıraktıkları da taşır. Pek ala tarih kitaplarında es geçilir bu kısım. Çünkü halklar savaşmaz, yöneticiler savaşır. Savaşlar yaşlı adamlar için genç adamların çarpışmasıdır.

Neden, benden bin kilometre ötede hayata gelmiş bir bebekten, gözlerini açtığı coğrafyanın sınırları ondan yıllar önce çizilmiş diye nefret edeyim? Neden silahlarımız yerine kalplerimiz konuşmasın? Belki dillerimiz, kültürlerimiz bir olmayabilir ama hepimiz insan evladı değil miyiz kalplerimizi birbirimize açabiliriz. Biz Dünyalılar olarak hepimiz aynı gökyüzüne bakıyoruz. İlla kendi aramızda bir farkımız olsun istiyorsak bir kısmımız Kutup Yıldızı’na bakarak dilek tutuyor bir kısmımız Octantis’e. Ve her ne kadar azınlıkta da olsa bir kısmımız sadece güneş ışığını bir kez daha görebilmeyi, sadece istop topunun yerdeki tozu, toprağı havalandırmasını diliyor.

 

Bence bu gezegende hayat bulmuş her birey yaşama hakkı kadar çocukluk hakkına da sahip olmalıdır. Dünyamızda görülecek cennetten düşme o kadar mekan, Adem’in ısırdığı elmadan katbekat daha lezzetli bir sürü tat, kulaklarımıza şölen bir sürü beste, hissedebileceğimiz sayısız güzel duygu varken neden bu gezegeni Şeytan’ın yuvası haline getiriyoruz? Biz insanlar için tüm savaşlar iç savaştır çünkü tüm insanlar kardeştir. Bizler geleceğin sanatçıları, bakanları, yöneticileri hiçbiri olmazsa geleceğin oyları olacağız. Ne yaparsak yapalım kardeşlerimizin kanını akıtmayalım, barış uğruna savaşalım.

Sayılı Günler : 2

257.gün: Kırmızı menekşe

Sevim teyzeyi hatırlarsın. Sana onu anlatmıştım. Şimdi onun hikayesini ve nasıl tanıştığımızı anlatacağım.

Kendisi kadar tatlı ve dolu dolu bir hikayesi var.

Ufuk amcayla kütüphanede tanışmışlar. Ufuk amca kütüphaneye bağışlanan kitap kolilerini taşıyormuş. Tabi asıl işi bu değilmiş bunu sonradan öğrendim.

Sevim teyze:

 -Hiç ilk defa gördüğün ve ağzından çıkan tek cümlenin ‘İyi günler, bunları nereye bırakayım?’ olan birinin tüm geçmişini, o ana kadar olan tüm adımlarını merak ettin mi? Okurken asla varlığına inanamadığım kahraman karşımda duruyordu sanki.

Böyle başladı Sevim teyze anlatmaya. Aralarda durup geçmişe sarılıp geldiğini hissediyordum hatta belki de Ufuk amcadan tekrar bir çiçek alıp geliyordu… 

Kim bilir?

Gerçek hayatta böyle şeyler olur muymuş dedirten dolu dolu günler geçirmişler. Tüm hikayeyi Sevim teyze bir masal anlatıyormuş gibi dinledim.

Ta ki o güne kadar 12 Mayıs 1996… Sevim teyzenin ellerinin titremeye başladığını fark etmiştim, yüzüne bakmaya cesaret edemedim. Elini tuttum sonra. İstersen anlatma diyecektim ki…

-O günü haftalar öncesinden planlamıştık. Defne’yi okuldan alıp deniz kenarına yeni açılan balıkçıya gidecektik. Ufuk, balığı çok severdi.

Adını söylerken bile yüzünde kırık ama kocaman bir gülümseme oluşuyordu. Güller açmıştı sanki yüzünde ve ön balkona göz attım hâla kırmızı bir çiçek yoktu.

-O zamanlar durumumuz çok iyi değildi tabi. Ben bir yandan aylık bütçemizi ne kadar etkiler diye düşünüyordum. Ufuk hemen sezmiş olacak ki yeni bir dava daha aldım, bu ayki bütçemiz gayet iyi, sen düşünme hiçbir şey dedi elimi tutarak. Hala düşündükçe hissederim elinin sıcaklığını. Bir daha öyle huzurlu nefes alamadım.

Ufuk amcanın sonuçlanan bir önceki davası Sevim teyzenin hissettiği sıcaklığı kırmızı bir buz kütlesine dönüştürmüştü. Okulun kapısında iki kurşun yemişti Ufuk amca. Üçüncü kurşun önüne atlayan Sevim teyzeye isabet etmişti. Felç kalmasına sebep olan insanlar, onu bu hayatta asıl ayakta tutan Ufuk amcayı almışlardı ondan.

Ağlayan bir insanın yanında ağlamadan ne kadar durulabilirdi? Sevim teyzenin yavaşça süzülen yaşlarına eşlik ettim.

-Üzerimde Ufuk’un iki doğum günüm önce aldığı yeşil elbisem vardı. Gözleri kadar yeşil ve güzel bir elbise… Ve kandan kırmızıya dönen beyaz hırkam vardı. Hastaneden çıkarken elimize verdiler.

O sırada gözüm kapının arkasında tek başın asılı beyaz hırkaya kaydı.

-Evet, o hırka. Ne bir daha giyebildim ne de atabildim onu. Ona ne zaman dokunsam Ufuk’un sesini duyuyorum sonra her yer kan kırmızısına dönüyor. Benim için çok zorlu bir dönemdi.

Geçen gün bana sormuştun ya kırmızı açan çiçekleri neden atıyorsun diye. Dayanamıyorum. Saatlerce Ufuk’tan bahsedebilirim, biri anlatsın bıkmadan dinlerim. Ama bir tek kırmızı çiçeğe dayanamıyorum.

Bizim tanışmamıza da sebep olan buydu. Bir gün marketten dönerken önüme kırmızı bir menekşe saksısı düştü. Toplayabildiğim kadar toprağını saksıya geri koydum. Kapıcıya vermeye gittim. Ben ağzımı açmadan….

-Sevim ablamındır, 2.kat 7 numara siz çıkarır mısınız?

İşte böyle adım attım o apartmana.

-Sizin galiba az önce önüme düştü.

-İstemiyorum kızım, al senin olsun. Kusura bakma az kalsın kafana düşüyormuş.

-Sorun değil. Sizi görmüştüm. Balkonu çiçek dolu olan teyzesiniz, hepsi ne kadar güzel görünüyorlar anlatamam. Benim iki tane çiçeğim var onlara bile bakamıyorum.

Uzanıp bir yerden siyah poşet aldı, çiçeği göstererek bana uzattı.

-Sağ ol kızım. İstersen sana yardımcı olurum. Her çiçek, ayrı bir çocuk gibidir. Hepsini çok seversin ama farklı şekillerde hissettirmen gerekir. Unutmadan menekşeleri ne susuz bırak ne de çok sula. Toprağı nemli kalsın yeter. Tıpkı çok ilgiden de ilgisizlikten de şikayet eden çocuk gibiler.

Tıpkı benim gibi demek istemiştim.

Ben Menekşe…

Sevim teyzeyle işte böyle tanıştık. Şu an penceremin önündeki sehpada duran menekşelerin hikayesi de bu şekilde.

258.gün: Altı çizili cümlelerim

Gündüzleri inandıklarıma geceleri de sahip çıkabilsem keşke tüm kendime verdiğim sözler elimden kayıp gidiyorlar.

Atlarınızı bağlayın hayallerim bu gece burdayız, demek istiyorum.

Birkaç yıl önce okuduğum bir kitapta şöyle bir cümle vardı gidip kitabı getireyim.

“Seninle ilk karşılaştığım andan beri hissettiğim bir şey var. Sanki bir şeyleri güçlü bir arzuyla istediğin halde, aynı zamanda o şeylerden kaçıyor gibisin.” (Sahilde Kafka)

İlk okuduğumda çok etkilenmiştim. Altını çizerken ve alıntıları topladığım defterime yazarken de. Her şey için bir defterim var evet. Hepsini sana da yazabilirdim ama böylesi daha iyi. İşte başladığımız yere dönersek demek istediğim bu sanki 24 saatim bir tezatlıktan ibaret.


Gündüzleri sadece ‘şu anı’ bilirken; geceleri dudağımın kenarına yer eden gülümsemeleri, yüzüme misafir hüzünleri kucaklayıp uyuyorum. Olması gereken bu mu yoksa?

Bilmiyorum.

Tek bildiğim gündüzleri kaçtığım şeyleri geceleri bu kadar güçlü bir arzuyla kucaklamak istemediğim.

259.gün: Kırpamadığım hislerim

Yanlış bir şeyleri düzeltmek o kadar zor ki.
Perdeyi kornişe takarken 3 yerden atlamışım. Şimdi bir çaba taktığım düğmeleri tek bir hareketle sökeceğim. Aman ne kolay… Ne anlatmak istediğimi anladığını düşünüyorum sevgili defterim bugün seninle geçirdiğimiz 259.gün. Kendimi sana çok anlatmamış olsam da rüzgar esse içimde kum tanelerinin hareketlendiğini hissederim, bilirsin.

Mısralarda Unutmak

Daha kaç şiir yazmalıyım unutabilmek için,

Elimde bir kalem bir kağıtla kaç geceyi sabah etmeliyim?
Sözcüklerden başka yoldaşım kalmadı
Bir de sokağın başındaki kedi var tabii
Gecenin bu körü mırıldıyor, usulca geceye karışıyor sesi

Başka bir gürültüsü var bu gece sessizliğin bile
Hüznün bile bir başka tebessümü var
Ruhuma sinen hissizliğim, bir nebze olsun dinmeyen hasretim var
Bu gece çaresizlikle döktüğüm tüm bu mısraların
Yıllarca üstümde is tutmuş acıları var

Kader, imkansız görünmesiyle meşhur
Bu yüzden kavuşamamamız, ayrı gayrı devirdiğimiz yıllar
Bu yüzden hep bir hasret çemberinde dönüp durmalar
Son satırında baş rolü intihar etmiş gibi bir roman
Yarım kalmış bir sonun ilk cümlesi oluşumuz işte bundan…

Ah Bu Balkon…

Yarısı duvar, yarısı gökyüzü,

Nelere şahit olmuş öyle ?

Müthiş sızılara, boynu bükük mutluluklara…

Bir çift kol olmuş sarılmış zamana,

Denk gelmiş on sekiz yaşına

Ah bu balkon…

Neler yaşatmış sana ?

Onunla Ben Hep Sevişecek Gibi Baktık Birbirimize, Bir Kez Öpüşebilseydik Dünyayı Solduracaktık

Dinledim.
Belki 100 kere.
Hem de aynı gün.
Sonrasında da 100 kere dinlemişimdir.
Şimdi de dinliyorum, boğazımda bir yumruyla.

Kelimeler benim sahibim oldu.
Efendim oldu kelimeler.
Doğru kurgulanmışsa mesela,
İçinde duygusu varsa yürekten söylenmiş,
Ve biraz da üzerine düşünülmüş kelimelerin aşığıyım.

Duyduğum bazı cümleler mıh gibi aklıma kazınıyor.
Defterlerimi dolduruyor bazı cümleler.
Gözlerimden taşıyor.

Münacaat: “yakarma, dilekte bulunma”

Ve bazı şiirlere nasıl bu kadar geç kaldığımı düşünüyorum. Sonra ‘Doğru yer, doğru zaman’ ikilemesi geliyor zihnime. Bir cümle çokça kez duyulabilir. Yalnız anlamak için, hele bir de içine işlemesi için daha çok yaşanmışlık gerekir bazı cümlelerin.

 

Vakti vardıysa aşkın, onu beklemeliydi
Genç olmak yetmiyordu fayrap sevişmek için
Halbuki aşk, başka ne olsundu hayatın mazereti
Demedim dilimin ucuna gelen her ne ise
Vay ki gençtim ölümle paslanmış buldum sesimi.

‘Münacaat’ şiiri, bir türlü girizgâhını bitiremediğim. İsmet Özel’in kendisinin seslendirdiği.
Nasıl güzel, nasıl içli, nasıl hisli.
Çok doğru bir zamanda karşıma çıktığı için evrene yine minnettârım.
Bana dersleri şiirlerle gönderen evrene minnettârım.

 

Hata yapmak fırsatını Adem’e veren sendin
bilmedim onun talihinden ne kadar düştü bana
gençtim ben ve neden hata payı yok diyordum hayatımda

 

https://www.youtube.com/watch?v=IjUBqaQCleA

 

Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi
taşınacak suyu göster, kırılacak odunu
kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde
bileyim hangi suyun sakasıyım ya rabbel alemin.
tütmesi gereken ocak nerede?

Eksik Şiir

Yalnızca yağmurları giydiğimden olsa gerek

Pek bir hafiflik var üstümde.

Daktilomu sormayın

Paramparça olacak bir anı gibi

-ağırlıktan-

 

Gitgide derinleşen bir sessizlik

İçerisinde çoğalan düşsel masalar

-ve daktilom-

Daha kaç harf doğurabilir

Beyaz, gürültülü kağıtlara bağdaş kuran!

 

“Oysa,

Her şey boşuna

Kim,

Kimi bulabilir ki?”*

Diye haykıran içimizdeki sokaklara inat

Döküyor yapraklarını daktilom,

Her geçen gün biraz daha fazla

Ve bir bir gönderiyor

Adresi hayalden dünyalara..

 

İnsan sakladıklarıyla insansa

Ve daktilom

Döktüğü yapraklarla

Daktilo..

Bir gün, artık dökecek

Yaprağı kalmadığında;

Çünkü çokça yaşam

Beraberinde bir ölümü getiriyorsa

Ve aslında asıl eksik olanın

Ruhu olduğunu biliyorsa,

Sahi, bilmek yetiyor mu

Olamadıktan sonra?

 

(*Hasan Ali Toptaş – Ölü Zaman Gezginleri)

 

21 Haziran Dünya Müzik Günü

Müzik evrene ruh, zihne kanatlar, hayal gücüne uçma becerisi ve her şeye hayat verir.

– Platon

İlk çağlardan bu yana var olan müzik, yediden yetmişe herkesin günlük hayatının vazgeçilmez bir parçası. Klasik müzik, halk müzikleri, elektronik müzik… Herkesin kendinden bir parça bulabilmesi mümkün.

En sevdiğiniz şarkının radyoda çıkıvermesi ya da sizi çocukluğunuza götüren, yıllardır hafızanızın tozlu raflarında unutulmuş o şarkıyı aniden duymak gibisi yoktur bu hayatta. Aynı kokular gibi müzik de anılarımızı hatırlatır. Kimi zaman bir sahil kasabasının sokaklarında gezdirir, kimi zaman karanlık bir gecede şehrin ışıkları altında dans ettirir. Şehirler, mevsimler, insanlar… Hepsi aklımızda şarkılarla kodlanmıştır. Müzik hafızamızı taze tutar, ruhumuzu genç kılar.

Kederlendiğimizde, mutlu olduğumuzda, heyecanlandığımızda, hayatın her anında müziğin kapısını çalarız. Hep de açar kapısını, hiç yüzüstü bırakmaz. En yakın arkadaşımız odur bir bakıma. “Müzik dinleyen insan, yalnızlıktan uzaklaştığını hisseder.” demiş Browning. En yalnız olduğumuz anlarda bile müzik bizimledir. İstersek Beethoven olur yanımızda, istersek Chopin. Hiç konuşmadan orada dururlar. Piyanonun tuşlarına her dokunuşunu tenimizde hisseder, çellonun ritmini nabzımızda duyarız.

 

 

Yaşantımız bir yelkenli gemiye benzer, müzik bunun rüzgarıdır.

– Münir Ceyhan

 

21 Haziran Dünya Müzik Günü

1980’li yıllarda müzik ve dans yönetmeni Fransız Maurice Fleuret tarafından sunulan Dünya Müzik Günü, her türden müzisyeni cesaretlendirmek ve her ırktan, dinden, dilden insanın müzik kavramını geliştirmek amacı ile tasarlanmıştır. Avrupa ülkeleri başta olmak üzere dünyanın birçok yerinde benimsenen Dünya Müzik günü Türkiye’de ilk kez 2005’te Kuğulu Park’ta yapılan halka açık konserler ve dinletiler ile kutlanmıştır.

Peki Dünya Müzik Günü bizim için ne ifade etmeli? Müzik, hayatımızın her alanında bize farkına bile varamadığımız birçok şey katıyor. Ama biz o kadar alışmışız ki, minnettar değiliz ona. Zaten biz insanlarız, kaybetmeden bir şeyin değerini anladığımız nerede görülmüş? Müziği kaybedeceğimiz de yok ama işte, orada tıkanıyoruz. Bu hiçbir zaman değerini anlayamayacağımız anlamına geliyorsa, tam da bundan korkuyorum. Ama bugün Dünya Müzik Günü. Fleuret bize bir şans daha vermiş. Çok geç olmadan bugün müziğe teşekkür etmenin tam zamanı.

 

Müzik, esrarengizliğin içinde yaşayabileceğimiz en güzel deneyimdir.

– Albert Einstein

 

Müziksiz bir yaşam bir hata olurdu, der Nietszche. Müziksiz bir yaşam düşünemiyorum, mavisiz bir deniz düşünemediğim gibi. Müzik ruhun gıdasıdır, ruhumu teslim edemem.

21 Haziran Dünya Müzik Günümüz kutlu olsun!

 

Kayıp Şehir

 

Şehirleri geçtim, şiirleri geçtim.

Seninle yıkık bir kentin kapısından el ele girdim.

Sen yıkık kentin içinde meçhul azize

Yıllardır aşk girmemiş kalbine.

Kapısından girdiğim seninle, bir mabed.

İçinde yaşadığımız her şey aşka ibadet.

 

Zamanın ve mekanın çok ötesinde,

Ücra bir köşede,

Dudakların dudaklarıma değdiğinde,

Ellerim bedeninde,

Adını tekrarladım içimden üç kere aşk diye.

 

Yaşanmış her şey seninle, gündüzden geceye

Yıldız yıldız parlıyor gökyüzünde.

 

Sen, sağ omzunda güneşi, solunda geceyi gizleyen

Sen benim yarım aklımı başımdan alan

Dudağının üzerinde, ben değil mi duran?

Geceyle gündüzün arasında ben değil miyim arafta kalan

 

Hani bir leyla vardı mecnunu çöllere atan.

Benim için de sen varsın içimde çölü taşıtan.

Sevginle yağmur olup yağsan

Gülüşünle güneş açıp doğsan

Aşk olur işte o zaman adına en çok yakışan.

Kuşatma

Izdırabın mutlak sırrı gizli gözlerinde,

kalbin etrafını kuşatan korkunun tedirginliği ile

fokurdayan duyguların çatlağı gizli gözlerinde,

içini yakan parçaların üşümüşlüğü ile.