26.2 C
İstanbul
Pazar, Temmuz 27, 2025

Yaşamaya Dair

Bu defa duymuyorum deniz sesini

Her yanım kara parçası, her yanım toprak

Bu defa yok kayalara ısrarla çarpan deniz

Sineye çekilmiş rüzgar, yaprağı okşayan yok

Bu defa değişik bir şey var

Yüzümüz yine manzaraya dönük

Ama manzarayı gösteren ışıklar sönük.

Bu defa hiç ışık yok şehrimde

Bu defa hiç şık yok senin dışında

Sana uğramayan yol

Seni yaşatmayan ölüm yok

Bir çocuk düştüğünde

Bir çocuk üşüdüğünde

Ve bu çocuk düşlediğinde yaşamı

Sen olacaksın güç veren

Sen olacaksın yön gösteren

Sen olacaksın CAN veren

İçimdeki bu çocuğa.

Dedim ya sen yaşatacaksın ölümleri

Sen yaşatacaksın ölenleri

Çünkü ne varsa sende var,

YAŞAMAYA DAİR.

Manzaram

Karşımdaydı manzara birazcık narin

Bırakın beni ben o hayalin içindeyim

Sevdim sevdim gözler önüne serdim

Ama bi arpa yol ilerleyemedim

Hayvan Çiftliği

George Orwell ya da asıl adıyla Eric Arthur Blair(1903-1950), 20.yy İngiliz edebiyatının önde gelen kalemleri arasındadır.

Eserlerinde yer alan netlik, zeka, sosyal adaletsizliğe karşı farkındalık ve totalitarizme karşı duruşu onun imzası niteliğindedir. Yazılarının belirlenmesini sağlayan ve son derece etkileyen bir hayatı olmuştur. Burslu okuduğu Eton Koleji’nden mezun olduktan sonra, o sırada bir İngiliz sömürgesi olan Burma’da bulunmuş, kısa süreliğine buranın polis teşkilatında görev yapmıştır. Görevi süresince şahit olduğu haksızlıklar, zulümler ve uygulamalar emperyalizme karşı geliştirdiği derin öfkeye katkıda bulunmuştur.

Para sıkıntısı çektiği gençlik döneminde Fransa’da bulunmuş parasızlığını giderebilmek adına farklı meslek yaparak kaleme aldığı kitabını rahatlıkla bitirmek niyetindeydi, fakat ne yazık ki parasızlık yakasını bırakacak kadar zayıf değildi.

George Orwell yazarlığa başladığı ilk günden beri, kendi çizgisinden çıkmış biri olmadığı ilk eserinde göstermiş olduğu hünerlik ve objektiflikle  savaş sonrası yazdığı eserlerindeki (1984, hayvan çiftliği) konuların yalnızca despot diktatör, Stalin, Franco ve Hitler’in dünyasından ibaret olmadığı ve ayriyeten  günümüz siyasetini de önsezi ile yazmış olduğu farklı bir göz merceği olma yolunda ki hicivleridir diyebiliriz.

Hayvan Çiftliği, devrim niteliğinde yazılmış ve yaşanmış  trajikomik, fabl türünden hayvanlara aksedilmiş devrim ruhuyla çiftlik sahiplerine ayaklanma başlatarak isyan edip, özgürlüğün boğazlarından geçmelerini hedef alarak yapılmış bir ayaklanma.

1917 Rus Devrimi ve sonrasında yaşanan olayların etkisiyle kaleme aldığı bu kitabı devlet adamlarını, sistemi ve sistem içinde habersizce sürüklenen insanları da  ele alıp hayvanlar üzerinden politikalarla dolu yolları gözler önüne sererek, kitabında öne çıkan domuzların propagandaları, güç kazanma, gücü elinde tutma ve ikna yöntemleriyle günlük dilde yazılmış metaforik,s ade içeriği ile lafızda değil manada bulunabilecek adeta  bir fikir ejderhası.

                                              

Yazarın insanları uyandırma, uyanık olup diğer insanları kullanmalarını eleştirmesi doğrultusunda emperyalizm ve komünizmi taşlamayı amaç edindiği yolu, hayvanlar üzerinden benzetme yaparak Hayvan Çiftliği eserini kaleme almış ve ilk yayınlandığından geçen 71 yılda, yaklaşık 70 dile çevrilip milyonlarca satılarak amacını herkese duyurmuş ve amacının etkisini dünya çapında kitabıyla hissettirmiştir. Kitaba dünya çapında sürekli ve azalmayan bir ilginin olmasının nedenlerinden biri, içinde örneği sunulan propaganda ve ikna yöntemleri ile insanların rızasını kazanma şekillerini günlük yaşamda da geçerliliğini kazanmasındandır.

 Eserin  karakterleri  sade ve güçlüdür: Alaycı eşek Benjamin, çalışkan at Boxer, akılsız kısrak Mollie, kurnaz domuzlar (Nopeléon,Squelar, Snowboll…), aptal koyunlar ve diğer hayvanlardan oluşan eğlenceli, canlı her bakımdan eleştirilebilecek insan karakterine yakın özelliklerle hafızalarda kolayca yer edinebilecek huyları vardır.

Kitabın en çok anılan, çiftliğin yönetimini ele almış entrika yönleriyle siyaseti menfaatleri uğruna kullanmış ve bu olaylardan öne çıkan domuzların resminin kullanılması kitabı biçemiyle bütünleştirmemizi kolaylaştırmaktadır.

Hayvan Çiftliği’nde çıkan ayaklanma (Sovyet devrimi), koca reisin ölme arifesindeyken hayvanları çağırıp, görmüş olduğu rüyayı ve yaşanmışlıklarından aldığı dersleri anlatması ile  hayvanların daldıkları tutsak rüyadan silkip çıkarması ve hayvan sahipleri olan Bay Jones’in hayvanlara yeterince iyi davranmayıp yem vermeyi bile unutması ile başlar.

Şaşılası bir anda çıkan hengamede (devrimde) bütün hayvanlar gövdelerini siper ederek savaşır, inekler boynuzlarıyla, tavuklar gagalarıyla, domuzlar toynaklarıyla,  Boxer ve Benjamin de ayaklarıyla çifteyi Jones’e çoktan savurmuş ve nasıl olduğunu anlamadan galip gelmişlerdi bile.

Ayaklanmaya kadar Beylik Çiftliği diye anılan çiftlik artık Hayvan Çiftliği olarak anılacaktı. 

Özgürlük  sevincini yaşadıktan sonra yönetici olarak en sakin ve yaratıcı kişiliğiyle Napoléon kadar sağlam duruşu olmasa da Snowboll seçilmişti.

Hayvanlar özgürlükle beraber hiç olmadıkları kadar mutluydular ve  artık daha az çalışıp daha çok yiyorlardı.

Makam-mevki  sevdası üzerine tartışma yaratan çoğunlukla “Napoléon” ve “Snowboll” haricinde hayvan çiftliği bütün bir yılı hasarsız atlatmıştı, hattâ daha önce toplanmadığı kadar hasat toplandı. Bu geçen bütün bir yılı çalışarak geçirmiş olsalar da özgürce ve kendileri için çalıştıklarından dolayı asla şikayet etmiyorlardı.

Koca reisin nasihatleri ve diğer hayvanların refahı ve düzeni üzerine aralarında  yedi emir belirlemişlerdi:

YEDİ EMİR :

1. İki ayak üstünde yürüyen herkesi düşman bileceksin.

2. Dört ayak üzerinde yürüyen ya da kanatları olan herkesi dost bileceksin.

3. Hiçbir hayvan giysi giymeyecek.

4. Hiçbir hayvan yatakta yatmayacak.

5. Hiçbir hayvan içki içmeyecek.

6. Hiçbir hayvan başka bir hayvanı öldürmeyecek.

7. Bütün hayvanlar eşittir.

Artık bütün hayvanlar işlerini yedi emire  uyarak yapıyorlardı, tâ ki Napoléon’un gözünü makam hırsı  bürüyüp her tarafa çekilebilecek koyunları kendine dalkavuk olarak seçip Snowboll’u mevkiinden daha önce ortada olmayan köpeklerle kovana dek.

Artık her şey çok değişmişti, Snowboll’un yel değirmeni üzerine olan çalışması üzerine olan fikir ayrılığı bile ortadan kalkmış, hattâ Napoléon kendisine ait olduğunu iddia edip inşaatını derhal başlatmak istiyordu. Bütün bu uydurma sözlerine inanılması için propagandacı domuz Sguelar’dan (Rus medyası)sözler yumuşatılarak, diğer hayvanlara aktarılıyordu.

Çiftlikte oluşabilecek herhangi bir zararı olmayacak şekilde Snowboll’a yıkılıyordu ve bütün esbablar onu gösteriyordu adeta günah keçisi seçilmişti.

Siyaset artık sadece kendi işlerine göre kullanılmaya başlanmış ve diğer hayvanlara da  yeniden esaretle birlikte domuzlara karşı kölelik gelmişti.

Bu kendi menfaatince uygulanan siyaset  çerçevesinde artık hayvanlar daha çok çalışıp daha az yemeye mecbur tutulmuştu. Domuzlar için de yeni kurallar gelmiş “insanlaşma” yolunda ki ilk adımlar atılmıştı. Çiftlik sahibinin evinde kalınmaya başlanmış yataklarda uyuluyor, içkiler içiliyordu.

Koca reisin en olmamasını istediği şey hayvanların insanlara benzemesi ve katliamı ortadan kaldırmaktı, fakat domuzlar bunu çoktan unutmuş ve kendi yoldaşlarının cezasını ölümle sonuçlandırmaya başlamışlardı.

Artık Hayvan Çiftliği’nde yılgı ve korku kol geziyordu. Herkes atacağı adımın hesabını vereceğini düşünerek hareket etmeye başlamıştı ve bu Bay Jones’in zulmünden daha ağır bir şeydi. Kanın aktığını görenler hayvanlar içlerinde korkuyla beraber tereddüt oluşmaya başlamıştı ki Sguelar hayvanlara büyük yoldaşları Napoléon’un sözlerini süsleyerek getiriyor ve yine yapılanı doğru görmeye başlıyorlardı…

Diğer hayvanların gariplerine gitmemesi, akıllarının kurcalanmaması üzere kuralları yaptıkları şeyler üzerine yumuşatarak, yastığa kılıf uyduruyorlardı insanlarla iletişime geçmiş ve artık yedi emir garip bir değişikliğe uğramıştı:

1. Dört ayak iyidir, iki ayak daha iyidir.

2. Hiçbir hayvan sebepsiz öldürülemez 

3. Hiçbir hayvan çarşaflı yataklarda uyuyamaz

4. Bütün hayvanlar eşittir, bazıları daha eşittir

Hayvan Çiftliği ve 1984 gibi güçlü yapıtların sadece Josef Stalin’i yermek için yazıldığını varsaymak eserleri basitleştirmek olacaktır. Oysaki George Orwell sadece siyasetçileri değil siyasetçilere sorgusuz sualsiz tâbi olan budalaları da taşlamaktadır.

Romanın alt başlığı “Bir Peri Masalı”dır. Oysa bu bir peri masalı değildir, ama roman bir masal anlatımıyla yazılmıştır. Büyük küçük demeden her kesimin okuyup keyifleneceği beyin jimnastiği niteliğinde ki bu eser, çağın yalancı siyasetinden, kendi hamallığının narkozundan uyanmasına vesile olacak güçtedir.

Bir Küçük Amerika

Ah şu dejenere olmuş
Bir küçük amerika
Seni çok seviyorum
Ama böyle olmuyor anla…

Düşmeyecek bak
Daha çok yıl o bardak
İzleyelim ve görelim
Bir küçük amerikam benim

Fetih Sembolü “Ayasofya-i Kebir Camii” Üzerine Bir Değerlendirme

Bir şehrin “İslâm şehri” ünvanı ile müşerref olabilmesi için hangi kriterleri hâiz olması iktiza eder? 

Bir beldeyi ‘İslam Şehri’ statüsüne kavuşturan; milletin İslâm inancı ile yoğrulmuş tasavvurudur. 

İslâm şehirleri, şeriat mefkûresi ile, şehire fizikî ve sosyal görünüm kazandırır. Şöyle ki: Fethedilen şehrin dînî mâbetleri “KILIÇ HAKKI” olarak câmilere çevrilir. Ve gök kubbede bir hoş sâdâ bırakacak, şehrin âlâmet-i fârikası olarak ezan okunacak minâreler inşâ edilir. Halkın bir arada olabileceği ve şehrin en büyük câmi olan cuma câmilerinde o şehri fetheden komutan nâmına hutbe okunur. Bilhassa gayr-ı müslim topraklarda bunların yapılması, şehrin artık İslam şehri olması yolunda merdivende çıkılan ilk basamaktır.

Halkın barınma, yeme-içme, eğitim ihtiyaçlarını temin edecek vakıfların kurulması islâmın fethedilen bu yeni topraklara, halkı ihyâ etme gâyesi ile kök salmasıdır. 

Şehrin merkezine inşâ edilen veyâhut kılıç hakkı olarak çevirilen câmilerin etrafında sosyal hayat saf tutar. Bu nizâm müslümanların hayat merkezine câmiyi yerleştirmeleri olarak yorumlanır. İctimâi hayatın idâmesi için kurulan bedestenler, çarşılar ve orada medfun bulunan mânevî büyüklerin türbeleri de bu şehirlerin islâm nişanesidir.

İslam şehirlerinin vasıflarını bir şiir ile taçlandıracak olursak : 

“Denildi mi bir yerin adına Türk beldesi; Gözüm al bayrak arar, kulağım ezan sesi.”

Yabancı memleketlerde Türklük ile Müslümanlık kavramının birbiri ile ayrılmaz bir bütün olarak tasvir edildiğini biliyoruz.

Var Yok

“Bilmiyorum”
Varı yoğu karşısındaydı . Her şeyini ona vermişti, söyleyecek bir tek kelimesi kalmamıştı.
“Bilmiyorum.. Peki. “
İşte varı yoğu masadan kalmış, o kadar ağır bir şekilde gidiyordu ki.. Gözlerinin önünden yok oluşu bir dakikadan az sürmüştü. Sanki bastığı yerler çökmüş, küçücük dünyasında tek yürüyebildiği yol yok olmuştu.
Varı yoğu kocaman boşluk olmuştu. O kadar büyüktü ki o boşluk, dünyası almıyordu. Tanımıyordu bu karşısında duran isimlendiremediği şeyi.
İçi boşluk, gözünün gördüğü her yer boşluk, zihni, aklı boşluk.
Kalkamadı masadan. Basacak yer yoktu, gidecek yol yoktu. Kalakalmıştı işte. Uykusu geldi, ama uyumamalıydı. Başına ne geldiyse rüyalarına kandığı, gerçek oluşuna inandığı için gelmemiş miydi? Niye büyümemişti ki ? Neden ayaklarının üstüne basmak yerine, başkalarının kollarına atmıştı ki kendini ? Neden çok sevmişti mesela, neden çok güvenmişti ? Neden hayal kurmuştu? Güldü, insandı çünkü.

En çok istediği şey sıradan olup, çok dikkat çekmeden bu dünyada ki ömrünü tamamlamaktı. Evet becermişti. Belki bir baltaya sap olamamıştı, annesini gururlandıramamıştı, güçlü olmaktansa hep birilerine dayamıştı sırtını, çok sevmişti, terkedilmişti ama sıradan olmuştu işte. Filmlerdeki gibi bir aşk yaşasaydı, sonsuza kadar mutlu falan, sıradan olamazdı ki.

Sıradan olmak, herkesten farklı olmak değildi. Herkes gibi olamadığı için kapatmıştı kendini dünyaya. Ama karşısında hiç alışık olamadığı boşluk ayna tutmuştu ona. İnsanları gözlemlemeyi severdi ama kendisini görememişti şimdiye kadar. Aynanın karşısına geçip baktı kendine. O boşluk şimdiye kadar tanışmadığı, tanışmaktan hep kaçtığı gerçeklik olup, kırdı aynayı. Boşluk dağılmaya başladı. Tamamlanıyordu sanki her şey. Bilmemekten korkmuyordu artık. Varı yoğunun gittiği yer hayallerini süsleyen o sahil kasabasında ki, denize çıkan, türlü türlü çiçeklerle süslü, bol yeşillikli yola dönüşüyordu. Durdurmaya kalktı kendini, sonra vazgeçti. Bir anda ayağının altında ki yeri hissetti, yere sağlam basmak bu muydu? Şimdi kalkabilirdi masadan, kalktı. Yeşillenmiş yola doğru yürümeye başladı. Yürüdü, yürüdü, yürüdü, köşeyi döndü. Büyümemişti, hala bir çok konu da eksikti. Hep erteleyip de tanışmadığı hayatla tanışmıştı. Mutlu değildi, ama olacaktı. Belki de olamayacaktı. Hem hayal kuracak, hemde yaşayacaktı bu hayatı. Öylesine vakit doldurmayacaktı. Sahiden yaşayacaktı bu hayatı. Üzülecek bir çok şeyi vardı zaten, düzeltmesi gerek bir sürü şey. Vakit kaybetmekten korkmadan, sakin ve tadını çıkararak ilerledi o yolda. Boşluğuna sahip çıktı, kelimelerine, hayallerine ve en çokta düşlerine sahip çıktı. Sonsuza kadar sıradan kaldı.

Sayılı Günler: 3

260.gün: Sevim teyzenin hastalığı

Sevim teyze dün gece rahatsızlanmış. Defne arayıp haber verdi, bugün yanına gittim. Çok bitkin görünüyordu, gözlerinde parıldayan ışık sönmüştü. Ben yanına girince gülümsedi. Gel kızım, dedi elimi tutarak.
Defne, sen buradaysan ben işe gidip izin almaya çalışayım, dedi. Sevim teyze ne kadar gerek yok iyiyim ben diye ısrar etse de. Kafamı sallayarak burdayım merak etme sen, diye cevapladım.
Sevim teyze zaten yürüyemediği için kızına yük olduğunu düşünüyordu bunu biliyordum. Bir de üstüne hastalandı diye suçlu hissediyordu sanırım. Defne çıkınca göz göze geldik, hastalığın verdiği yorgunluk ve mahcubiyet yüklü gözlerle bana bakıyordu.

O sırada Defne’nin nerede çalıştığını merak ettim ama yersiz olacaktı sormam, boşverdim. Herkesin aklına zamansız gelen şeyler vardır herhalde. Bunun için de bir liste mi oluştursam? Günlük yaşantımı, düşündüklerimi demem daha doğru olur, listelemeye başladım. Bunu başka bir gün anlatırım. 

Defne çıktığında Sevim teyzeyle sohbet etmeye başladık. Son okuduğum kitabı konuşmak istiyordum aslında ama şimdi hasta kadını yormak olmaz dedim. Yanında oturdum gündelik şeylerden bahsettim. Onu çok yormak istemiyordum ama yanında susmanın da bi faydası yoktu.

Bir süre sessizliğin ardından masada duran defter ve kitap gözüme çarptı. Kitabı alıp herhangi bir sayfasını açtım. Daha önceleri çokça aynı sayfanın açılıp okunduğu belli oluyordu. Sessizce okumaya başladım.

Acılar vardır, bir de çaresizlikler
Ne zaman başladıysa benim öyküm
Yürüdük, kim bilir kaç yıl beraber
Bir yanımda aşk, bir yanımda ölüm
Durup durup kirlendim yaşadıkça
Aşktı beni yıkayan, arıtan su
Dünyamı saran bir uçtan bir uca
Hep o bir gün sevememek korkusu
Ben kalbimi o taşlarda biledim
Bütün pisliklerini yeryüzünün
Kazıdım hançerimle yeniledim
Son dakikasında bile ömrümün
Ben Tanrıdan başka bir şey istemem
Her sevgiye açık olsun pencerem”

-Ümit Yaşar Oğuzcan

Sevim teyze uyuyakalmıştı. Bir günde nasıl bu kadar solgunlaştığını düşünerek Defne gelene kadar birkaç şiir daha okudum. Bazılarını daha önce duymuş ya da görmüştüm. Çiçeklerine baktım Sevim teyzenin, onların bazılarına su verdim. Defne geldiğinde tekrar gelirim diyerek ayrıldım. Acaba Ufuk amca hayatta olsaydı her şey nasıl olurdu?

261.gün: Her güne değer

Son zamanlarda yazmak beni çok zorluyor. Belki fark etmişsindir. Eskisinden daha çok yanlış yazıyorum kelimeleri ve yazmak istediklerimi aktarırken çok zorlanıyorum. Bir süre yazmayı bırakmayı bile düşündüm o kadar zorlanıyordum. Bugün neden yazdığımı düşünmeye başladım. Neden her gün sana geliyordum mesela? Eskiden sadece çok mutsuz olduğumda yazardım. Yazmasam düzelmeyecekti sanki. Yazınca da düzelmiyordu ya. Öyleydi işte.
Bir süre hiçbir şey yazmadım tek bir cümle, sevdiğim şiirleri bile yazmadım. Sonra sadece çok mutlu olduğum anlarda yazdım bu daha çok aşırı mutlu hissettiğim anların birikimiydi. Bir süre sonra kayboldu.
Daha sonra her güne yazmaya başladım. Çok mutluysam onu, üzgünsem sebebini ya da herhangi bir şeyi evde durup hiçbir şey yapmadığım günde bile yazdım. Çünkü zihnimde yazacağım çok şey var. Kendime kendimi ifade etmeye başladım. Hep daha iyi hissettim, sıradan gelecek şimdi sana, çünkü bana da öyle gelirdi.
Kendimi tanımaya çalışmak… Ve bu kadar önemli olması biraz saçma gelirdi. Ama konu kendini tanımak, cümlesi kadar basit değil. Konu kendimi benimsememdi. Eskiden de mutluydum, güzel geçiriyordum zamanımı. Ama şimdi kendimi daha çok ölçüp biçiyorum. Ve yazmak en büyük destekçim. Bunu hatırlayıp kendime geldim.

Acıyı Yaşamak ve Acıya Ortak Olmak

  Bu dünyaya getirildik ve hayatın kollarına bırakıldık. Yaşadığımız süre boyunca hep etrafımızda bir şeyler oldu ve şu an da olmaya devam ediyor -gelecekte de olmaya devam edeceği gibi-. Bu olanlar bizi çeşitli duygulara bürüyüp kendimizle ve çevremizle alakalı tonla düşünceye sevk ediyor. Düşüncelerimiz tercihlerimizi ve tercihlerimiz de bizi oluşturuyor. Ben, kendimizi oluşturma sürecindeki duygu basamağını -özellikle acıyı- ele almak istiyorum. Acıyı; oluşturduğumuz bireysel dünyadaki bir parçanın yerinin değişmesi veya tamamen dünyamızdan çıkması sonucunda dünyamızda gerçekleşen değişikliğe adapte olma sürecinde yaşadığımız yoğun hissiyat olarak tanımlıyorum. Acı, kendimizi oluşturma yolunda olumlu duygulardan çok daha yararlı ve yol gösterici olmasıyla beraber, olumlu duygular yaşayabilmemiz ve olumlu duyguların değerini anlayabilmemiz açısından çok değerlidir. Yaşıyorsak eğer, acı çekmek gereklidir.

  Bizler, hayatta olduğumuz süre boyunca karşılaştığımız olaylarla birlikte kendimize özgü bir dünya ve değerler sistemi oluştururuz. Bu dünya içerisine yerleştirdiğimiz kişiler, nesneler bize özgüdür. Onların ifade ettiği anlam, bizim dışımızdaki kimse tarafından tam olarak anlaşılamaz. Bu nedenle yaşadığımız acılar objektif olarak kimseninkilerle karşılaştırılamaz. Bir kişinin, kendi dünyasını oluştururken çok değerli bir konuma yerleştirdiği nesneyi kaybettiğinde duyduğu acı, başka birinin dünyasında görece önemsiz bir konuma yerleştirdiği bir kişinin kaybından duyduğu acıdan daha az olamaz. Sonuç olarak acıların genel bir hiyerarşik düzeni yoktur.

  Yaşadığımız bir olay karşısında ortaya çıkan acı, bizi yalnızlığa ve düşünmeye iter. Aksi gelişen durumlarda çektiğimiz acıdan ve aslında kendimizden kaçarız. Evet, yüzleşmek kesinlikle zordur fakat kaçtığımız sürece yüzleşemeyeceğimiz acıyı omuzlarımızda taşımak daha mı kolay? Acının geliştirici ve derinleştirici etkisini vurgulamak adına kendimizle baş başa kalıp acının üstüne giderek bize ne söylemek istediğini anlamaya çalıştığımızı varsayalım. Yalnız kalma sürecinden, karşılaşılan olayla alakalı hiçbir yanıt elde edemesek bile olayla ilgili kendimizin ne hissettiğine ve ne düşündüğüne kulak vermiş olarak çıkarız ki bu da hiç değilse kendimizle alakalı bir farkındalığa sahip olmamızı sağlar. Sonuç olarak kendi varoluşumuzda bir kat daha derinleşmiş oluruz. Bu tecrübemiz, kendimizi oluşturma yolunda attığımız bir adım olmakla birlikte hayatımızın geri kalanında karşılaşabileceğimiz benzer olaylarda koruma görevi görür.

  Gerçekleşen olumsuz bir olayın bizi karşı karşıya bıraktığı acı, bizi –olayın büyüklüğüne paralel olarak- sarsacaktır. O anda dünya eskisinden daha karanlık ve biz, kendi gözümüze eskisinden daha güçsüz görünebiliriz fakat bu oldukça normal bir yanılgıdır çünkü etkisinde olduğumuz duygunun yoğunluğu düşüncelerimizi de etkiler. Yaşadığımız olayla ilgili neyi değiştiremeyeceğimizi fark etmek ve bunu kabul etmek, yaşadığımız acıyı anlamanın ve sonrasında damıtıp ondan nihai bir ders çıkarmanın ön koşuludur. Kabullenmeme durumunda ise sağlıklı bir sorgulama yapamayız. Kendimizi mağdur olarak nitelendirip şikayet ederek bir yere varmamız pek mümkün değildir. Oluşan olumsuz durumun kaynağı bizken dışarıda arayabilir, kaynak dışarıdayken boş yere kendimizi hırpalayabiliriz. Böylelikle yaşadığımız acı içerisinde, bir yanıt bulamadan, kısır döngüde savruluruz.

 Gücümüz sonsuz değildir;  her şeyle başa çıkamayabiliriz, acıyla da öyle. Böyle bir durumda çevremizde değer verdiğimiz insanlara yöneliriz, böyle bir insan yoksa ruh sağlığı çalışanları bizim için vardırlar. Şimdi konumumuzu değiştirip acıyla başa çıkmakta zorlanan bir dostumuzun dinleyicisi konumuna geçelim. Karşımızdaki kişiyi değerli hissettirmek, karanlığa bürünmüş dünyasını bir nebze olsun aydınlatmamızı ve onu daha güçlü hissettirmemizi sağlar. Ona verdiğiniz değeri, onun gözlerinin içine bakışımızdan ve onu dinleyişimizden anlayacaktır. Ona verdiğimiz bu izlenim, onun kendisini bize açmasında motivasyon kaynağı olacaktır. Bazen yaşadığı acının kaynağı ‘bize’ çok küçük, değersiz görünebilir fakat ona saygı göstermemiz gerekir. Biliyorum beylik bir laf gibi geliyor fakat karşımızdakinin duyduğu acıya gerçekten saygı göstermezsek onun anlattıklarını tam anlamıyla dinleyemeyiz ve anlayamayız. ‘’Sen bu olay karşısında böyle hissedecek insan mısın yahu, toparlan bakalım!’’ derken aslında onu yüceltmiş değil, aşağılamış oluruz. Karşımızdakini dinlerken yapmamız gereken bir diğer önemli davranış empatidir. Bu noktada empatiyi, ‘’Kendimizi olduğu gibi başkasının yerine koymak değil, onun gözünden yaşanılanlara bakmak.’’ olarak tanımlayabilirim. Empati yaptığımız takdirde karşımızdakinin yaşadıklarını daha fazla içselleştirebileceğimiz için ona daha fazla yardım etme imkanımız olur. Karşımızdakinin içini dökmesi sürecinde bir diğer önemli nokta, ona verdiğimiz dönütlerde alttan alta yaşadığı durumu, bu durumun kaynağını sorgulamasını sağlatmaktır. Sordukça farkına varacak ve farkına vardıkça yeni sorular türeyecektir. Aldığı veya alamadığı yanıtlar ise farkındalıklarını ve yaşantısından çıkardığı anlamlı dersleri oluşturacaktır. Son olarak bahsetmek istediğim konu yargı konusu. Karşımızdakini anladığımızı düşündüğümüz zamanlarda –eğer onun da anlatacakları bitmemişse- kendi kendimize bile olsa bir yargıya varmamamız gerekir çünkü erken yargıya varmak, onu anlamamıza engel olur ve karşıdakinin anlaşılmadığını fark ettiği durumda bize karşı bir duvar örmesi muhtemeldir. Üstelik tuğlaları ona biz vermiş oluruz.

Muamma

Yolu yok mu savuşturmanın,

Bu zamansız zamanları.

Yoksa geldi mi,

Şimdi mi bahtımın en karası.

Daha zamanı var mı kavuşmanın,

Var mı sonrası,

Geri getirmek mümkün mü?

Varlığı nimet olanı.

Bu Gece

Bu gece bin yerimden yaralı
Yıldızlar insanlığa bakıyor biraz şaşkın
İnsanlık yıldızların farkında değil
Yıldızlar en az benim kadar yaralı

Kaçıyorum yıldızdan
Kapatmaya çalıştığım ne varsa
Apaçık ortaya çıkarıyor tüm ışıltısıyla
Ben yıldıza öfkeli, yıldız bana kırgın

Bu gece biraz çelişkili
Burnum havada
Yıldız umutlu, sanıyor ben ona hayran
Tanımıyor beni
Ben kendimden başkasına amayım

Ay bütün şefkatiyle en yukarda
Ne insanın hatırlamasına
Ne de yıldızın minnetine muhtaç
Ben aciz yıldız kibirli

Bu gecenin bir gündüzü
Aydan daha yukarda güneşi var
Benimse ölümüm ensemde

Ben bu gece öfkeliyim
Ben bu geceyle anlaşamadım
Bencilliğim altında ezildi yeryüzü
Sığamıyorum, sindiremiyorum

Susmak zorundayım
Görmek istemiyorum benim olmayan güzelliğini

Ben bu gece kıskancım
Gecenin acizliği üzerimde
Yüreğim bana, ben dünyaya küsüm

Bu gece ..

Sessizlik

En güzel o anlatır beni,
İçinde alabildiğine tutsak düşler.
Dışında bir ben etten.
Kim hikaye ediyor geceleri?
Gece, kavuşmak için beklerken sırrını.
Uzak, yakın kime göre?
Yakın daha da yakın gözlerime.
Bir koku genzimi yakan,
Bir tek benim aldığım ciğerlerime.
Sonsuz mabedine yol alan…

Naber

Naber lan! Eski şarkılar
Ah bu dinmeyen yarım kalmışlık
Naber lan! Cebimdekiler
Yeter artık! peşimden gelmesinler

Üstümde koca yılların acısı
Ensemde sürekli kancası
Parmağımda bir kesik
Şekli ateş karıncası

Naber lan! Matiz kafa
Atlayıp durma artık her lafa
Bu ne hiddet ulan!
Bu ne tatava.

Kırmızı Araba

Bazı sahneler var, önce gözüme ilişip sonra gönlüme yerleşen. Unutamadığım ânlar var.

Kırmızı araba da daha doğrusu kırmızı arabasız çocuk da, gönlüme dokunan buruk bir hatıra, düştüğüm o dipsiz mutsuzluk kuyusuna sızan minik bir ışıktı belki de.

Geçen sonbahar, hayatımın en zor, en sancılı dönemiydi. Bulunduğum durumdan memnun olmadığım her halimden belli ve yüzümden acı okunuyordu.

Serin bir akşamüstü, hava almak niyetiyle önce biraz dolaşıp, sonrasında bir çocuk parkında boş bulduğum banka oturdum. Etraf cıvıl cıvıl. Nereye baksam rengarenk kıyafetler giymiş, saçları güzelce taranmış minik çocuklar, ellerinde oyuncakları, topları oradan oraya koşturup duruyorlar. Annelerin gözleri çocuklarda. Aman düşmesin, zarar görmesin diye bir an ayrılmıyorlar yanlarından.

Cümbüşü seyre daldım. Bir çocuğa takıldı gözlerim. Minik, heyecanla, hevesle birine bakıyor. Onun baktığı yere çevirdim başımı. Karşıda, kırmızı oyuncak bir araba. İçindeyse yaşı diğerlerine göre daha büyük bir kız çocuğu. Belli ki, oyuncak araba yeniydi. Küçük kız hem arabayı sağa sola sürüyor, hem de etraftaki çocukların ona bakışlarını izliyordu. Dünyalar onundu sanki.

Gözlerim tekrar kırmızı arabaya bakan miniğe ilişti. Etraftaki çocukların hepsi arabaya bir iki kez bakıp oyunlarına geri dönmüşlerdi. Ama o, gözlerini bir an ayırmıyor, araba nereye gitse takip ediyor, yanına yaklaşınca zıplıyor, ellerini çırpıyor, peşinden koşturuyordu. O, kırmızı arabayı, ben de onu izliyordum merakla.

Miniğin yanında, ondan az daha büyük, abisi olduğunu anladığım bir erkek çocuk daha vardı. Ve biraz uzağında da anneleri. İkisine de baktım, hava serin ve sonbahar bitiminde olmamıza rağmen, üstleri incecikti ve ayaklarında yalnızca terlikleri vardı. Konuşmalarından anladığım kadarıyla Türk değillerdi ve maddi imkanları da elverişli değildi.

Minik çocuk, dakikalarca gözlerini ayırmadan kırmızı arabayı seyretti. Araba uzaklaştıkça takip etti, yanına gelince hopladı, çırpındı. O an parktaki oyuncakların hepsi bir yana, kırmızı araba bir yanaydı minik için.

Ah o an kırmızı arabanın içinde olmayı, minik çocuğun yanında durup, “Geç bakalım koltuğa, bundan sonra şoför sensin!” demeyi, miniğe kırmızı arabayla tur attırmayı ne çok istedim. Minik, arabayı gösterip annesinin eteğini çekiştirince gözlerim doldu.

Bir müddet sonra, annesi ekmek almak için büfeye yöneldi. Çocuk, annesinin elindeki parayı almak için ısrar ediyordu. “Çikolata, şeker almak için istiyor herhalde.” diye düşündüm. Sonra birlikte büfeye gittiler. Minik çocuk arabayı unutmuştu.

5-10 dakika sonra onları parka dönerken gördüm. Bizim minik, içinde üç ekmeğin olduğu poşeti gayretle taşıyor, annesine vermiyordu. Abisiyle kaydırağa geldiklerinde annesi poşeti almak istedi fakat minik, bir an bile ekmek poşetini bırakmadı. Tek eliyle kaydırağa çıktı ve poşeti kucağına alıp kaydı. Bunu defalarca tekrarladı. Yüzünde inanılmaz bir mutluluk vardı. Kucağında dünyayı taşıyordu sanki. Biraz önce kırmızı arabayı görünce parlayan gözler şimdi elindeki ekmek poşetine bakınca parlıyordu.

“Ah çocuk”, dedim içimden. Kendi sıkıntımı, acımı, mutsuzluğumu koyup bir kenara, miniğe yandı içim. Ne olurdu tüm çocukların kırmızı arabası olsaydı? Annesinden çikolata almak için para istediğini sanmıştım, meğer o üç ekmek için can atıyormuş. Kırmızı arabaya heveslenen minik, ekmek poşetiyle teselli bulmuştu bile. Bir elinde sımsıkı tuttuğu poşeti, diğer eliyle annesinin elini tutarak uzaklaştı.

Sıkıntı içinde boğulduğum bir akşam üstü, minik bir çocuk, bana kocaman bir ders vermişti.

Hepimizin hayalini kurduğu, heveslendiği bir kırmızı araba vardır hayatında. Ama her şeye rağmen, sahip olduğumuz üç ekmekle mutlu olmayı bilmeli. Ulaşamadıklarıma üzülmeyi bırakıp, elimdekine sevinmeyi bana öğreten çocuk; iyi ki varsın!

Iphone Fotoğraf Yarışmasının Kazananları Belli Oldu

Iphone fotoğraf ödülleri (IPPAWARDS) bu yıl da sahiplerini buldu. Dereceye, Türkiye dahil 20’den fazla ülkeden katılımcı girmeye hak kazandı.

IPPAWARDS 2020

Kenan Aktulun tarafından, piyasaya sürülen ilk Iphone modeli ile başlatılan Iphone Fotoğraf Yarışması’nın bu yıl 13’üncüsü düzenlendi. Dünya’nın her yerinden binlerce fotoğrafın katıldığı yarışmanın her yıl olduğu gibi bu yıl da ana kuralı fotoğrafların bir iphone modeli ile çekilmiş olmasıydı.

Yarışmaya katılan fotoğraflar 18 ayrı kategoride değerlendirildi. Her kategoriden ilk üçe ödül verilen yarışmaya bu yıl Çinli fotoğrafçılar damga vurdu. Hemen hemen her kategoriye bir derece ile girmeyi başaran Çinli fotoğrafçılar oldukça ilgi çekti.

Dereceye girenler arasında ülkemizden bir isim de bulunuyor. Saif Hussain 13’üncü Iphone Fotoğraf Yarışması’nda dereceye giren isimler arasında yer aldı. Aslen Iraklı olan Hussain İstanbul’da yaşıyor.

2021’de düzenlenecek yarışmaya katılmak isteyen iphone kullanıcıları yarışma sayfasına buradan ulaşabilirler.

13’üncü Iphone Fotoğraf Yarışmasında dereceye giren fotoğraflardan sizler için derlediğimiz fotoğraflar:

Dimpy Bhalotia
Birleşik Krallık
Iphone X
Artyom Baryshau
Rusya
Iphone 6
Geli Zhao
Çin
Iphone XS Max
Saif Hussain
Irak
Iphone X
Kristian Cruz
ABD
Iphone X
Ji li
Çin
Iphone 6S
Mary Joy Gaitano
Filipinler
Iphone 6 Plus
Nico Bros
Hollanda
Iphone 11 Pro Max
Joseph Cyr
ABD
Iphone 6S

Bu yıl dereceye giren diğer fotoğrafları ve önceki yıllarda ödül almaya hak kazanmış fotoğrafları görmek isteyen fotoğraf severler buraya tıklayabilirler.

Bedbin

BEDBİN

Yoruluyorum hayatın şüphesinden.
Ve beni kahreden neşesinden.
Saklasam da çokça her kesimden
Beynimdeki şeytanla yaşıyorum.

“Kimseden korkmaman gerek.”
Hayatımdaki vahşi engerek
Bana ben fikri en gerek!
Bir kez daha böyle büyüyorum.

Yürüyorum hayatımın ortasından.
“Sapma sakın ha düzgün yolundan!”
Beynime vurulan bu prangalardan.
Kalbimin özgürlüğü ile kaçıyorum.

Bu sefer ona oraya yakın gibiyim
Aklımda da kalbimde de gidiciyim
Son defa istediğim o dileğim
İşte şimdi  “GÜLEREK” ölüme gidiyorum.