Umut kokan sabinin göz kapaklarında bulurum seni. Alemin doğurganlığı karşısında titrer bedenim. Sağ elim kadar ak gönüllerde duyarım seni. Süzülen tonunda bulurum ahengi.
Omuzların, mavinin duruluğu kadar ince, sürgüne mahkum ırkın derdi kadar sağlam. Öyle olmasaydı göklerde taçlanan marifet dinin tüm ahı nakşedilir miydi mabedime?
Mabedim paklanmış öksüzün, en kıymetli emanetin kervanı. Gurbetim olur seni dimağımdan silmek, gurbeti olur alemin varlığını adem saymak. Eğer ki varsa, kıblesi olur hakiki aşkın. Birbiri ardına açılan kapılar, biri diğerine matuf cevapları.
İşte bundan ibaret kucak dolusu atan kalbi öpmek. Var olmanın en bariz hali dudaklarında. Gözyaşı köprün olur ırmağın ve dudakların arasında. Kokusu cennet bahçelerinden, kevser rüzgarlarından sanırım. Masumiyet mektuplarında yazar. Üzerime düşen gölgene sarılır, yokluğunu paylaşırım onunla.
Yokluk nehrinde varlıkla yüzen balık. Lezzetinden doyulmayan gönül yemeği. İşlenmeye hazır beyaz danteller. Alemin doğurganlığı karşısında titriyor işte bedenim. Ruhum en uzun saygı duruşunu yapıyor, köhne gece yaşanıyor ve bazıları isyan gafletleriyle boğuşuyor o gece.
Süheyla, ırmak misali akıyor ruhunda. Sükunet buluyor haşin dalgalar dizinin dibinde. Bakışların su serpiyor alevlere. Sesin suhuletle geziyor engebeli bedenlerde.
Ey Rıza-i Ali’ye layık Süheyla! İlmi taç kılmış başüstüne, elleri bereket kokan süheyla… Gül yaprağı kadar mayhoş, papatya kadar narin süheyla…
Pencereleri ısıtacak, duvarları huzur mavisine boyayacak olan sensin. Belki mürettebatın olacaktır ama gemiyi sürecek olan yine sensin.
Akşamüstü;
Oturuyorum deniz kıyısında
Huzur bulduğum yerde
Tenimi okşuyor rüzgâr
Kokusunu getiriyor limon ağaçlarının, sevda yüklü
Taşıyor martılar umudun kırıntılarını
Getiriyor dalgalar sevgiliden haber
İnsanlara bakıyorum
Ruhumun en masum köşesinden
Kimi hüzün kamburlu, kimi umut yürekli
Söyleyemediklerini denize bırakarak geçiyorlar önümden
Geride bir ben kalıyorum
Yalnızlığınkalesinde
Ruhumla baş başa
Umuda biraz daha yakınım, Umutsuzluğun kıyısında. Seni beklemek, ne zor… Sokaklarını ezberlediğim o mahallede, Gidip geliyorum sebepsiz.
Belki seni arıyorum, ya da kaybettiğim duyguları… Anlamını yitirirken şiirlerim. Seni ifade etmek için özenle seçiyorum kelimeleri… Hüzünle bitiyor hep cümlenin sonu. Bir son bulamıyorum senin için. Geçip gitmiyor geceler kedersiz… Delirmenin kıyısında, sevgi ararken…
Üstad Mâcid Aray’ın kaleminden, mâşuk’aaşk terennümleri. Aşk veyâhut sevmek mefhûmunun sadece erkek-kadın insicâmı ile vârid olmadığını, Mevlâna hazretlerine duyduğu özlem ile anlatıyor. Elimdeki eser 1955 basım. Zannedersem yeni bir baskısı yok. Semâzenlerin aşka olan ihtiramlarını, muhabbetlerini anlatmak için neden döndüklerini bu eserle idrâk ettim. Mâzi defterine kaydedilmiş bu naîf bir o kadar nâzik hissiyâtın unutulması aşk için zuldür….
Aşk rengi neden kırmızı bilir misin? Çünkü aşk yakar maşuku.
“Sordular: Raksın neye? Söyleyemedim. Çünkü söyleyenin söylenmezlik içinde işitilmiş sözleriydi bunlar ki tekrarı asla kâbil olamazdı. Tebessümlerinin gülzarı içindeyim. İşte o andan beridir yangınla gülün, bâdeyle yangının farkını sezemez olmuşum. Raksım yanışımdan….”
Bir iksir içmişim; başımı kaybetmişim. Bir söz duymuşum; aklımı yitirmişim. Bir âlem keşfeylemişim; mekânı unutmuşum, bir derde düşmüşüm ki derdi duymaz olmuşum. Bir kıyâmet kopardım, bir cehennem tutuşturdum, bir cennet gülzarı tarheyledim… Sevgilim, bir tebessümsün; ebedî haz ve galeyânım bundandır. Sevgilim, elindeki kızgın kadehten bir defa sunmakla beni öyle bir hâle getirdin ki yandıkça çoğalıyor, çoğaldıkça yanıyorum.
Mana alemine ermek için maddeden soyutlan!
Ey şuur! Perişan hâlimin aynası ! Ne vakte kadar benliğimi sende seyredeceğim? İşte fâni akisleriyle vicdanımda kalmış olan son lem‘ayı zevâl…
Ey kurumaya mahkûm olan pınarların bekçileri! Dudaklarınızdaki kızıllığın bir gün bir kor parçası gibi bağrınıza yapışacağını unutmayın! Zîra insanın yağmur mevsiminde, ebediyyen solmaz goncalar açması için intizarlarının ateşinden biriken tahammülsüzlük sofrasında ateşi bâde, dilberi hicrân, zevki intizâr olacak günler vardır…
Sevgilim: “Yüzünde bir fecrin dalgalandığı o gün ne emsalsiz bir tebessüm vardı? Susuyordun; fakat gülüşlerindeki derin lisanı, gizli seslenişi hâlâ duymaktayım. Kirpiklerinden yırtılan gece perdelerinin bir başka vuzuh sahnesine doğru açılan sihirli bir kıpırdanışı vardı ki asla unutamam… “
İnceden bir bakışını sevdim En tenha gecelerde gökyüzüne baktığım yıldızım sendin Bir ağacın dalına takılan yırtık kumaş parçası misali tutundum sana Tutundum ki rüzgarlarda savrulmayayım Tutundum ki çürüyünceye kadar ipliklerim kalsın dallarında Fırtınalardan geçtim, çöllerden geldim sana Senden kalan mendilindi avuçlarımda Kaç defa sardım parmaklarına haberin var mı? Söylesene cennet kokunu sürdüğünden haberin var mı? Oysaki sadece dallarında tutunmaktı dileği Güneşin sıcaklığında yanmaktı umudum. İnce dallarına bir dilek mendiliydim, asılıp duran harap olmuş bedenimi. Yasak mısın sen bana? Kendini avuçlarımdan alan mendilimin yeşil rengi misin? Kötü olan ben miyim? Bu yüzden mi dallarını budayıp rüzgarlara savurdun umudumu? Sen dağların kar beyaz tanesi, Kızıl elmanın diyarında yaşayan dalım. Çevreni saran karlarında eriyecek bir gün. Sen beni tutunduğum dalında, açan tomurcuklarında yaşat baharlarında…
-Nerelisin? -Hyceanlıyım. -Nasılsın demedik, nerelisin dedik? -E tamam işte Hyceanlıyım.
Bu diyaloğu daha önce duymamıştınız değil mi? Pekii ya bu haber için heyecanlı mıyız?
Cambridge Üniversitesi’nden bilim insanları dünya dışı yaşamı arama çalışmalarında önemli bir adım attı. Arayışlarını Güneş Sistemi’nin dışına çıkaran gök bilimciler, “Hycean” adını verdikleri, Güneş Sistemi’nin dışında insan yaşamının mümkün olduğu birden fazla gezegen keşfettiklerini duyurdu.
Astrophysical Journal adlı dergide yayımlanan araştırmaya göre, Dünya’dan 2 buçuk kat daha büyük ve yüzde 90’ı sıcak okyanuslarla kaplı olan bu gezegenler, hidrojen açısından da zengin atmosferlere sahip. “Hycean” adı verilen gezegenin, Güneş Sistemi dışında olduğu ve sadece karanlık tarafının yaşama elverişli olduğu düşünülüyor.
“İlk hayat belirtisi 2-3 yıla kadar tespit edilebilir!”
Mi?
Hycean gezegenlerindeki suyun varlığı, Dünya dışında yaşam olduğunu kanıtlayabilir. Bu gezegenlerin boyutunun büyük olması da incelemeyi kolaylaştırıyor. Uzmanlar, ilk hayat belirtisini 2-3 yıla kadar tespit edebileceklerini umuyor. Yeni keşif, Dünya dışında yaşam arayışı için dönüm noktası olabileceğini düşündürürken, hâlâ “hycean” gezegen ismini “heyecan” diye okuyan bir ben değilimdir heralde : )
Bilim ve teknoloji ile bu haberi ilerleyen yıllarda gündemde yine görmek üzere sizlere kaynakçada bırakıyorum.
Sonbahar yazın kapısını serinliğiyle tıklattı; hava kapalıydı. Yağmur yağacak, bir ağacın teni ıslanacak, toprakta gökyüzünün resminin çizildiği göletler oluşacaktı. Bu hisli düşüncelerinden sonra perdeyi örttü, gözlerini kapattı. İçinde bir güneş göğe yükseldi fakat çok zaman geçmeden güneş tekrardan battı. Birinin hayalini kuruyordu, sevmek eylemi, tabanları yırtılırcasına zıplıyordu göğüs kafesinde; tıpkı uzun zamandır parka gitmemiş bir çoçuk gibi. Kendi içinde diyaloglar kuruyor, içindeki hislere roller veriyor ve sırası gelen dile geliyordu. İçinde bir his duraksadı, masum bir yüz ifadesiyle etrafa bakındı, konuşmak istedi, sustu. Bağırıyordu, pes bir ses kirleniyor ve duyulmuyordu. Televizyon izlemek istedi. Televizyon kumandasına doğru uzandı, eline aldı. Kanal değiştirme tuşlarına bastıkça kumandanın başı aşağı yöneliyordu. Kumandayı daralmışlık hissiyle gevşek tutuyordu, düşmesi olasıydı. Birkaç programa bakındı. Kafasındaki bulutlar dağılır gibi oldu, dağılmadı. Sonra birden sevmek zihninde şiddetlendi. Sevmek eylemi sızım sızım sızlatıyordu. Bir bardak su aradı; mutfağa koştu. Musluğu en tazyikli şekilde açtı; farkında değildi. Bardağı musluk ağzının altında tam hizasına koydu. Topraktan su fışkırıyor gibi bir manzarayla bardağı yarı etti. Diktiği suyu sadece ağzında, yemek borusunda ve midesinde hissetti. Yaramadı.. Hayalinin elinden tutmak gibi serinletmeyeceğini anladı.Yazın sıcak günleri yavaş yavaş etrafları terkediyor; tanışık olduğu yaz rüzgarları ağaçların yapraklarına dokunarak alıp başını gidiyordu. Bu terkedişi teninde hissediyordu. Suratındaki asık belirsizlikler, zihnindeki buğulu fluluklar silkelenerek bir anda tüm atmosferini kaybetti, yok oluverdi. Odasında kendini bir uğraşa verdi; – insanın elinde bir meşgalenin olması huzurlu ve saygınlık duygularını doğuruyordu – televizyondan gelen sesler arada kulağını tırmalıyor, soluksuz uğraşına devam ediyordu. Bir yerden öğrendiği, bu konuda kendini usta derecesinde gördüğü bir uğraşı vardı. Çöp ağaçlardan otantik, minyatür evler inşaa edip kendine bir şeyler katıyordu. Neredeyse bir yarım gün buna odaklandı. İncelik ve titizlik gerektiren bir işti. Çöp ağaç parçalarını belirleyerek önce evin iskeletini oluşturuyo; işin asıl kısmına geldiğinde daha da dikkatli davranıyor ve tüm odağını bu işe veriyordu. O an zihninde sevmek eylemi yoktu. Sokakta biri avaz avaz bu kelimeyi bağırmasa iyiydi. Zira hatrına gelir, bir an bu his onu fevrileştirebilir; elinin tersine geldiğinde uğraşı ve morali bozulabilirdi. Böyle bir durum o an yoktu ve daha sonrasında da olmadı. Kuvvetli, hoş ve samimi bir eylem hayatının bir anını nasıl da mahvedebiliyordu. Ulaşılamayan arzu krize ve ruh bozukluğuna yol açardı. Elleri karıncalanmaya, gözleri seçmemeye başlayınca bugünlük ara verdi. Aklına hoş, marjinal bir mekan geldi; daha önce bir kaç kez oraya gitmişti. Üzerine hafif fakat sıcak tutacak bir kıyafet giymek istedi. Karar verdi, bir çırpıda – çırpınışlarla ruhundan çıkaramadığı giysileri – giydi. Evi kontrol etti; saate baktı ve kapıyı açtı. Kapı kapandığında bedeni sokağın ortasında, gözleri gideceği tarafta ve ruhu göğün kapalı bulutlusundaydı. Gittiği yollar düzgündü; bu düzlükte ayağına sevmek takılmaz, dolaşmazdı. Düşmezdi ya.. O kadar da ayakta durmasını bilir, duygularına hakim olabilirdi. Sevmek eylemini gün içerisinde hayal meyal gerçekleştiriyordu. Alışmıştı, ki böyle yaşamasını, adımlamasını ve ince belli bardaktaki çaydan keyif almasını öğrenmişti. Olmayan şeylere takılmanın lüzümu olmadığını biliyor fakat ciğeri bu havayı solumaya maruz kalıyordu. Yürüdü.. Yürüyordu.. Artık geleceği yer gözlerinin önündeydi. Ağzının tadına layık bir kahve uzuvlarına iyi gelecekti. Ceketindeki serinlik, mekana girdiğinde hissettiği sıcaklıkla son buldu. Köşede bi masaya oturdu. Kahveden önce gün içerisinde ağzında kalan tadları silinmesi ve kahvenin tadının kıvamını damağında noksansız hissetmek için su söyledi. Bir orta şekerli kahveyi de rica etti. Ve bugün ve bir gün ve yarın ve dün ve hayatının bir döneminde yaşantısının hal vaziyeti bu şekilde ilerlemişti. Tanımlayabildiği kadar anlamış, merak ettiği kadar sınırsızlaştırmış ve hayal kurduğu kadar ufuklara uzanabilmişti. Yağmur yağacak, belki sonra gökkuşağı gökyüzünde belirecek ve sonbahar sarımtırak boyalarıyla yazın tüm tuvallerine renklerini boyayacaktı.
Searching/Kayıp Aranıyor; gizem, gerilim ve polisiye alanlarında 2018 yılında vizyona girmiş bir filmdir. Aneesh Chaganty filmin yönetmenliğini yapmıştır.
Aneesh Chaganty
Filmin başrol oyuncuları ve karakterleri sırası ile şu şekildedir:
John Cho (David Kim)Sara Sohn (Pamela Nam Kim)Debra Messing (Detective Rosemary Vick)Michelle La ( Margot Kim)
Searching filminin çekiliş tarzı çok farklı. Filmde olayları bilgisayar ekranından takip ediyoruz. Yani bu filmde seyirci aslında bilgisayarın kendisi oluyor.
Searching (2018)
Yukarıdaki görselde olduğu gibi tüm yazışmalar, aramalar, görüntülü konuşmalar ve daha nicesi bizim yönümüzde yani ekranımızda gerçekleşiyor. Filmin tamamı bu şekilde ilerliyor. Filmi izlerken odanıza birisi girdiği zaman sizi görüntülü konuşuyor, mesajlaşırken bir şeyler izliyor veya Google’ da arama yapıyor sanabilir. Bu tarz bir film çekimini ilk kez gördüm ve çok yaratıcı buldum.
Bu kısım birazcık spoiler içermektedir. David ile eşi Pamela ve kızı Margot’un harika olan hayatları Pamela’nın kansere yakalanması ile mahvoluyor. Maalesef Pamela ölüyor. Pamela’nın ölümünden sonra Margot ve David’in hayatları çok değişiyor. Bu durum Margot ‘un babası ile olan ilişkisini de olumsuz etkiliyor. Bir gün David, Margot’tan haber alamıyor. Margot için endişelenen David, Detektif Rosemary ile kızına ulaşmaya çalışıyor. Acaba Margot’ a ne oldu; yaralandı mı, öldü mü, kaçırıldı mı, kaçtı mı? Bu soruların cevabını film boyunca arıyoruz.
Film gerçekten harikaydı. O kadar sürükleyici, gerilim ve gizem dolu bir film ki eminim filmi çok heyecanlı bir şekilde izleyeceksiniz. Filmi izledikten sonra film hakkındaki düşüncelerinizi yorumlarda görmek istiyorum. Şimdiden iyi seyirler. 🙂
Ek olarak bu tarz film çekimleri hoşunuza gidiyorsa Unfriended filmini de izleyebilirsiniz.
Merhaba vefalı yalnızlığımın sahibi, merhaba bilinmezim… Tarih atmadan başlıyorum, zaten zaman demir almadan ilerliyor içimde, hem biliyorsun sana yazınca vakitsiz uçuyor umudum, gökteki rengarenk uçurtmalar gibi.
Nasılsın? Nasılsın demekle nasıl olunur iyi, bilmem ki ne demeli yine de uğraşmalı sanki. Hayli uzun zamandır içimden geçmeyenler ücretini ödüyorum kendime, aklına ne gelirse artık, bilirsin söylemem, susarım anlarsın. Sende de vakit geçmezse eğer göğe bak belki bir kuş konar yalnızlığının penceresine. Anlatırsın ona pek inandırıcı olmayan hikayelerini, sıralı sırasız bir sır da verirsin belki.
Her şey gibi bu ara havalar da kararsız buralarda, belli belirsiz bir sıcak, bir soğuk. Üşütmemek için zor tutuyor insan kendini, hani katlanılması kolay değil bunca üşütüğün içinde. Yüzünde yarım çarpık bir gülümseme oldu tabi şimdi : ) Ama “sen yine de naifliğinden ödün verme” dedin bana değil mi? Bak bu hayatı fazla ciddiye alıyorsun, herkes rastgele mevsimini açmış ömrüne. Bahtına ne düşerse ses etmiyor, peki ya rast gelmezse? “İnsana rast gelesin” çok manidar… Ama öyle, nefes almakla insan olmak arasındaki ince çizgiyi idrak etmiş olması önemli zira gerçekten insan olmak başka acılar getirir ruhuna. Hissettirir, düşündürür en can alıcı nokta ise ağlatır. Göz yaşları gözden dökülür ama hakiki olanı kalpten gelir. Yüreği merhametle ıslanmamış kimsenin göz yaşları kalpten gelmez, sığ kalır tesirsizdir duygu barındırmaz. Timsah göz yaşları dediğini duyar gibiyim. Evet, acımasız timsahlar da ağlar ama kimse inanmaz masumiyetlerine. Bir zaman gelir de yalnızlığına bakıp sessiz sessiz ağlarsan sevin çünkü kalbin olduğunu hissedeceksin. Göğüs kafesinin içinde atanın bir et parçası olmadığını göreceksin, inan bana. Ben sana inanıyorum çünkü sen en nadide insansın içimde, insanlığımı unutturmayan yanımsın…
Sonsuz Sevgi
Biraz konuyu değiştirmek gerek, hem biz seninle ne yapar, eder hüznün eşiğinden atlar, yaşamın yüzüne güleriz. “Yüküm ağır, yolum uzun meçhullerde kaybolurum” diyordu bir ezgi. Bir başka şarkı da “ister inan ister inanma yalnızlığın çaresini bulmuşlar” diyordu. Şimdi söyle bu yalnızlığın çaresini bulanların yükü ağır değil mi? Nasıl taşıyorlar ve kaybolmadan buluyorlar? Çare ne ola ki?
Bu zamanlar bir bize mi düşman? Seni bir saat geri beni bir saat ileri almışlar sanki. Ortak takvimdeyiz ama denk gelemiyor ansızın kaçışlarımız. “An” sızı olup çekip gidiyor sessizce aramızdan. Sonunda cevapsız sorularla kalakalıyoruz bunca derdin ortasında. Biliyorsun inancım var, hem inatçıyım hem de bir hayli yorgun. Bilmem, sen ne haldesin, dinle beni! Hayatımdaki sensizlik çukuru çok derinleşti düşerim diye korkuyorum. Ya düştüğüm yerde seni bulamazsam… Korkular esir etmemeli, cesaret de rezil etmemeli değil mi? Hep dozunda yaşamalı hayatı. Tamam, eyvallah ama dozu kaçtı bazı insafsızlıkların, şanssızlıkların… Garipte şans ne gezer deme, garibiz, muzdaribiz ama umutsuz değiliz! Üzülme iki gözüm üzülme… Güldürür Mevla bir gün, sanki hiç üzülmemişsin gibi; sanki her gece yüreğinle karanlığı kucaklamamışsın gibi gecene sabahı verir birden.
Yalnız
İnan, inandığımız kadar yaşamak sancısı yenemeyecek bizi. Artık veda limanına yanaşıyor kalemim, bilirsin ben yine rıhtımımda hep seni taşırım. Şimdilik bırakıyorum umudun kıyısında seni. Kendine, bize çok iyi bak. Yaradan’a emanetsin…
– Daha en güzel şiirimi göstermedim Ah güzelim, bir görsen
Eteklerin zil çalar Gözbebeklerin ışıldar Ben buna dayanamam Adının geçtiğini duyunca Kulakların ağzına varır Ben dilini anlar Ağzından bal damlarım
– Daha dur, dur bi sen
– En güzel cümlelerimi bile kurmadım Ah çiçeğim ah, bir kursam!
Akan saçların çağlar Bakan gözlerin parlar Ben bundan kaçamam Ruhunun dile getirildiğini görünce Duyguların aşklaşır Çiçekler sana yaklaşır Ben sevdanı görür Gönlünden yuva kuradururum.
Çiçeksiz bir çiçekçi dükkanı da kaymakamsız bir kasaba da olabilir Ece Ayhan’ın hayatında… Disiplinli bir yaşam tarzı ve memurluk hayatı asıl varlığıyla pek bağdaşmamış. Bu sebeple kısa sürmüştür memurluk yaşantısı. Ruhundaki bambaşkalığı yansıtabileceği düzlüklere kendini atıvermiş; kendine has üslubuyla ovalarında koşuşturmuştur. Şiirleri, edebi kimliği o denli salaştır; hiyerarşik düzene gelemez.
Tam adı Ece Ayhan Çağlar olan bu etikçi şairimiz güzelim maviliklerle iç içe olan Datça’da doğar. Babası ve dedesi kendisinin de bir dönem içinde olduğu memur hayatını sürdürmüşlerdir. 1953’te Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yüksek öğrenimine başlar ve 1959’da mezun olur. Sonra kaymakamlık kursunu tamamlar ve 6 yıllık bir kaymakamlık serüveninden sonra kırar kalemi, basar istifayı. Ruhunda İstanbul tüterken, İstanbul’un aşkı onu bu kente yerleştirir. Edebiyatla yoğrulmuş benliğinin peşindedir Ece Ayhan. Aslında hiç olmadığı, hiç olamayacağı her şeyi elinin tersiyle itmesini bilmiştir.
Bir şair tanırım, Onunki içler acısı, Kalbini asla vermemiş, Çalmışlar, Kalbi eski bir efsanede saklı…
Efsaneyi tanımayanlarımız olacaktır. Şu anda ve daha önce tanıyor olanlara ne mutlu. Sadece bir şair değildir, farklı kabiliyetleri de vardır. Hayatının bir döneminde yayınevlerinde kitap editörlüğü, sinema sektöründe yöneticilik de yapmıştır. Her haliyle insandır, kusurludur. Dili ağır fakat gönlü hafiftir. Şiirlerinde okumayı zorlaştırırken, şaşırtmayı kolaylaştırır.
12 Temmuz 2002’de hayata veda etmiştir. Beynindeki tümörler birçok rahatsızlığa sebebiyet vermiştir. Sağ kulağında ileri derecede işitme kaybına ve sağ gözünde ağır hasara uğramıştır. Hayatının son zamanlarını huzurevinde geçirmiş ve burada son nefesini vermiştir. Şiirlerinde soluk soluğa nefes, şaşkınlık ve en önemlisi edebiyat bırakmıştır.
-uzaklara -yaşanmamış hayatlara -yalnızlıklara -yüreği hümanist olan insanlara -kapitalizmin karşısında duran sosyalizme -20 yıllık ömrünü okul sıralarında geçirip köşelerde taşeron işçi olarak çalışan öğretmenlere -sömürülen emekçilere -baş kaldırana yukarıdan bakan pezevenklere -doymayı bilmeyen siyasetçilere -sabah 6’da elleri üşüyen simit satan işçi çocuklara -vergiyle halkı sömüren devletlere -ve diğer kalan bölümü ise sana sevgilim.
“Müzik ruhun gıdasıdır” sözünü sıkça duyarız. Gerçekten de müziğe ruhumuzun ihtiyacı var. Şarkılarla neşeleniyoruz, üzülüyoruz, efkârlanıyoruz, bolca temizlik yapıyoruz, dans ediyoruz ve daha nicesini yapıyoruz… Bazı şarkıları çok severken bazılarını pek sevemiyoruz. Gelin şimdi en çok sevdiğimiz şarkıları seçelim.