Doğallığına ve aile sıcaklığına hayran bırakan bir fotoğraf… Bu samimi fotoğrafın hikâyesi ise aynen şöyle; Trabzon Akçaabat’ta oturan Tevfik Gümüş, 70’li yıllarda Hollanda’ya çalışmak için yerleşir. Kısa bir süre sonra birçok misafir işçi gibi o da, ailesini yanına alır. Uzun bir süre memleketlerine, doğup büyüdükleri topraklara gidemezler. Hâliyle köydeki akrabaları da yeni doğan çocukları hiç göremedikleri için çocukları merak ederler ve ısrarla fotoğraf çektirip göndermelerini isterler. Bir gün, aile yaşadıkları şehrin merkezine gider ve iyi bir fotoğraf stüdyosunda çocukların fotoğrafını çektirirler. Ardından fotoğrafçı ısrarla bir tane de aile fotoğrafı çekmek istediğini söyler. Önce gerek yok falan derler ama sonra ikna olurlar ve makinenin karşısına otururlar; bir aile fotoğrafı çekmek için. Bir süre sonra çocukların fotoğraflarını almaya giderler fakat o gün çektirdikleri aile fotoğrafını ne merak ederler ne de sorarlar. Fotoğrafçı birkaç gün sonra onlara haber vermeksizin fotoğrafı büyük bir ebatta bastırıp gelen geçen herkes tarafından uzaktan bile görülebilecek şekilde vitrine yerleştirir. Fotoğraf vitrine konulduktan sonra Gümüş Ailesi’nin evlerine sürekli birileri gelir ve hep fotoğrafın doğallığından, şahaneliğinden dem vururlar. Gelen geçen devamlı bir şekilde vitrindeki fotoğraftan bahsedince aile, merak edip fotoğrafı görmek ister. Fotoğrafı vitrinde görünce çok beğenirler ve karşısına geçip uzun uzun bakarlar doğallığın hâkim olduğu fotoğrafa. Fotoğrafçı çok beğendiği için aileye özel, plaket üzerine özel bir baskısını hazırlar ve kendilerine hediye eder. Bu harika fotoğraf o günlerden onlara hatıra kalır… Bir eskiye bir de şimdiye baktığımızda herhalde özlem duyacağımız en büyük şey samimiyet ve doğallık olacak. Çünkü şimdilerde yattığımız yerden, elimizde son model telefonlarla her an fotoğraf çekme imkanına sahip olduğumuz için belki öne doğru dudak büzerek, belki yapmacık bir göz devirerek fotoğraf çekiyoruz. Unutmadan ekleyelim onları da beğenmeyip çeşitli efektler ekliyoruz; daha doğal, daha güzel, daha samimi yapmak için. Fakat samimiyetsiz ve doğallıktan uzak…
İlkbaharın bizi karşıladığı ılık esinti ile uyandım bu sabah. Yazlık bir bölgede yaşadığımız için bu mevsimi sakin geçiriyoruz. Merkeze pek uzak değiliz bu yüzden baharda sadece il içinden aileler pikniğe gelir. Kışları ise yazın tam tersi bir elin parmaklarını geçmez ilçemizi ziyarete gelenler.
Dün Nurten aradı ve ufak bir yardıma ihtiyacı olduğunu söyledi. Hazırlanıp çıktım, aramızda zaten 3 ev var sadece. Eşini yalnız bırakamadığı için beni çağırıyor sanırım diye düşündüm. İzzet abi kapının önündeki tahta sandalyede oturuyordu. Beni yine tanımadığı için kendimi tanıtıp içeri girdim. İzzet abi ve Nurten yaklaşık 23 yıldır evliler. Hayatları her geçen gün zorlaşıyor. İzzet abi son bir yıldır ilerleyen hafıza kaybıyla haberi olmadan savaşıyor. İlaçlar hızla koşan bir atletin önüne çıkıp onu saniyelik yavaşlatan engeller kadar işe yarıyor. Doktorlar zaman kazandırdığı söylüyorlar. Nurten ise onu tanıdığımdan beri gözlerinden muzdaripti. Daha elli yaşına gelmeden görme yetisini kaybetmeye başladı. Doktorlar önceden buna ihtimal verdiği için hazırlıklıydık. Ne kadar olabiliyorsak o kadar hazırdık buna. Zaman geçtikçe bu hastalıkla yaşamayı öğrendi ama bazı işler zorluk çıkarıyordu. İzzet abi hafızasını yitirene kadar birbirlerini idare ederlerdi. Onlara imrenirdi görenler.
Hâlâ kendi başlarına yaşamaya çalışan bu çift dikkat çekse de üzülmeden geçemiyordu insanlar. Yanlarında bir yardımcıları vardı elbet. Sabah gelir, akşam giderdi. Kızları Asya, birlikte yaşamak için çok dil döktü ama bizimkiler bir türlü kabul etmedi. Büyük şehirde biz dışarı çıkamayız, burda herkes birbirini tanıyor dediler. Asya da onlara boyun eğmek zorunda kaldı.
Düne tekrar dönecek olursam Nurten, Asya’ya bir yaşından beri her yıl mektup yazıyor. Hatta o yıl özel bir olay olmuşsa yılda iki üç mektup yazar. Bu sene gözleri artık eskisi gibi görmediği için yazamamış. Söylemek istediklerini kaydetmiş, dinleyip kağıda geçirmemi rica etti. Alıp eve getirdim ve dinlemeye başladım.
Sevgili kızım,
Bu mektuba diğerlerinden farklı başlıyorum. Fark ettiysen yazı bana ait değil. Muazzez teyzenden rica ettim, benim için o yazıyor.
Sana çok fark ettirmemeye çalışıyorum ama gözlerim ciddi boyutta işlevini yitirdi artık ne kadar çabalarsam çabalayayım insanları seçemiyorum. Sadece tarif edemediğim bir şekil görüyorum. Muazzez teyzeni de sesinden tanıdım. Böyle yaşamaya alıştım. Başlarda biraz korkutucu geldiğini yazmıştım. Kaçıncı mektupta söyledim inan hatırlamıyorum. İlk yazdığım mektupta hayatımın son anına kadar yazacağımı yazmıştım. Ne yazık ki sen daha 24 yaşını doldurmadan son vermek zorundayım. Birçok şey planladığımız gibi gitmiyor işte.
Bak ben bir gün ölmeden karanlıkta kalacağım. Ama endişelenmiyorum. Hem bazıları tam olarak kör olduğunda karanlığı özlediğini, anlamsız ışıldamalar gördüğünü söylüyor. Karanlıkta kalmaktansa çeşitli ışıklar görmek daha iyi hissettirir diye düşünüyorum. Zamanla öğreneceğiz. Sadece babanı düşünüyorum. Onunla yeterince ilgilenemiyorum. Ayla ablan gelip gitmese işimiz gerçekten zor.Aslında bir veda olarak yazmak istemiyorum bu mektubu daha doğrusu yazdırmak istemiyorum. Umarım söylemek istediklerimi söyleyebilirim. Elimde çocukluk albümün var. Ne kadar da hızlı geçmiş zaman. Babanın aksine her şeyi hatırlıyorum. Hatta fazlasıyla hatırlıyorum.
Hayatımı çeşitli hatalarla -bunların çoğunu sana mektuplarda anlattım- dolu dolu geçirdim. En azından böyle hissediyorum. Sana benden beklediklerini verebilmiş olmayı umuyorum. İlk adımlarından okulun için hazırladığın bavula kadar yanında olmaya çalıştım. Umarım başarabilmişimdir. Bu kadar yanında olmaya alışmış olduğum için günaşırı telefonla seni aramamın asla yeterli olmadığını hep yanında olmak istediğimi söylemek istiyorum. Bu mektubun mutsuz göründüğünün farkındayım ama mutlu ilerleyen hayatımızın bir parçası sadece.
En güzel niyetlerle gidilse bile vedalar hep mutsuz olur. Ayrılıklar da kötü. Ben senin yaşlarındayken korkusuz bir korkaktım. Birini sevmeyi, aşkı ve birini nasıl sevmemem gerektiğini aynı kişi sayesinde öğrenmiştim. Uzun bir kayboluştan sonra kendime dönmüştüm. Zor kabullendiğim birçok şey yaşadım. Sonra babanla tanıştım ve sen… Sen benim hayatıma hissetmeyi imkansız olarak gördüğüm bir duyguyu getirdin, anne oldum. Yakında sen de 24 yaşını dolduracaksın. Bu yaşına kadar birçok tecrübe edindin. Benim fark etmediğim bir sürü duyguyu yaşadın. Ama eski mektuplarda da söylediğim gibi bilmemezlikten gelsem de anneler her şeyi hisseder, sen sadece bana anlatabildiklerini anlattın. Ama içinde hep daha fazlasını yaşadın. Bunları sana kim bilir kaçıncı söyleyişim ama sen benim kızımsın ve ben sana söylemek istediğim her şeyi söylemek istiyorum tekrar ve tekrar.
Burayı öğüt dolu satırlarla doldurmak istemiyorum. Benim için ne kadar değerli olduğunu kim ne derse desin benim biricik kızım olduğunu unutma. Bu mektuplara ulaşmışsan ben artık sana dokunamıyorumdur. Benim yerime de kendini sevmeyi unutma.
Mektuba son vermeden son bir iki şey ekleyeceğim. Sana bırakabileceğimiz bu evden başka bir şeyimiz yok bir de bu mektup dolu kutu vardı işte. Her hâtırasını güzel hatırlamanı istediğim bu ev artık sadece senin. Babanla evlendiğimizden beri bu evde yaşadık haliyle sen de burada büyüdün. Evine, en çok da kendine iyi bak kızım. Umuyorum ki buraya gelene kadar sırayla okumuşsundur burada düzenli yazdığım mektupların sonuna geldik. Sadece bir mektup kaldı elinde. Üzerine siyah kalemle ‘sen benim en büyük gerçeğimsin’ yazılı. O zarfı açmadan önce sana ne kadar bencilce gelecek olsa bile her şeyi senin için yaptığımı unutma. Kimseyi suçlama her şeyin böyle olmasını ben istedim. Bu zamana kadar seni hiç incitmek istemedim.
Seni her şeyden çok seven annen.
Mektup bu şekilde son buldu. Zarfa koyup gün içinde Nurten’e götüreceğim.
Nurten’in asıl son zarf diye tanımladığı mektupta neyden bahsettiğini biliyordum. Keşke bu sırrı kendisi hayattayken söylemeyi seçseydi. Sanırım böylesi daha kolay geldi. Bunca yıldır taşıdığımız bu sırrı birkaç satırla açıklamasını haksızlık olarak görsem de en doğrusuna kendisi karar vermeli. Bana bile bu kadar yükken kim bilir o nasıl geçirdi günlerini. Hem de hiç aklından çıkaramadan…
İşin aslı şu şekilde; Nurten, İzzet abinin ikinci eşi. İlk eşi Şeyma doğum sırasında hayatını kaybetti. Son zamanlarda araları iyi olmadığı için ölümünden sonra İzzet abi kendini suçlayıp durdu. Aradan bir yıl geçti. Asya artık bir yaşındaydı ve İzzet abi yeniden evlendi. Bir yandan haklı adam ne yapacak el kadar çocukla derken diğer taraftan evlendiği kişi çocuğu kabullenecek mi diye sorduk.
Ve Nurten hayatımıza girdi. Asya’ya kendi çocuğu gibi annelik yaptı hatta daha özenliydi. Ben çocuklarımın üstüne o kadar düşmüyordum. İzzet abiyle birlikte biz de bu saf sevginin karşısında tüm olumsuzluklardan arındık. Asya sevgi dolu bir ailede, büyük bir aşktan ziyade bağlılık içinde olan anne ve babasıyla büyüdü. Birbirlerine birçok açıdan zıt olan bu iki insan bunca yıl huzur içinde yaşamıştı. Bir defasında bu konu açıldığında Nurten; ne kadar kavga etsek de birbirimizin sınırlarını hiç aşmadık ben ona hep saygı duydum ve değer verdim aynı şekilde o da, diye cevaplamıştı. Asya’nın hiç kardeşi olmadı. Olamazdı da zaten. Nurten geçirdiği bir kaza sebebiyle anne olamayacağını erken yaşta öğrenmişti. İçinde hep boşluk oluşturacak bu duyguyu Asya yok etmişti. Nurten için Asya onun kahramanıydı. Bana sorarsanız da Nurten, Asya’nın kahramanıydı.
Ekimi hiç sevmedim, benden aldıkları için. Kendimden, en içimden bir parçayı götürdüğü için. Çok kez ağladım, çok kez yıprandım ama gelmedi, getirmedi ekimin benden aldığını yaprak güz misali ve soğuktur kutuplardan bile benim için ekim ayı.
Uyuyamadım da, gözüme uyku bile girmedi. Aynamdaki asık yüzlü şeytan bile beni bir kez dinlemedi. Eksildim olduğumdan da, yoktum ki, yokmuşum zaten. Bu sefer beni karadeliğine gömer bu koskoca, karanlık evren.
Usulca yatağımın yanından ekime günlerimi sayarım. Kin defterlerimin en büyüğüne ekimin ismini yazarım. Ama kabul etmem gerekir bu sırtımda olan sevgisizlik yükünü. Belki o zaman ayrılır çehremden ekimin karanlık zulmü.
Türkiye’de en itibarlı meslekler belirlendi. TUBİTAK’ın desteği ile İstanbul Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü tarafından yapılan araştırma ile Türkiye’deki en itibarlı meslekler belirlendi.
Bir kere doğduk, bir kere yaşıyoruz, bir kere öleceğiz. Doğum ve ölümde sıkıntı yok. Peki neden yaşamımıza karışan çok? Herkes gibi olma çabası neden? Bu herkes kim ki sürekli onlar gibi olmaya zorlanıyoruz?
Kime ne benim memleketimden? Batılı olunca çok iyi, Doğulu olunca çok kötü bir insan mı oluyorum? Kimi ilgilendirir benim dinim, inançlarım? İnandığımla benim aramda değil mi? Ben ne karışırım sizin inandıklarınıza? Ne yargılatırım ne de yargılarım. Öğrenmek, öğretmek başka tabii.. Neden herkesle aynı şeyleri yiyip içmek zorunda hissediyorsunuz kendinizi? Farklı bir şey canınız çekemez, başka şeyi sevemez misiniz? Bırakın bu takım bozulmasın psikolojisini, porselen tabak değiliz. Topyekûn yazın tatile gitmek zorunda mıyız? Ben sonbaharda gidince tatil yapmış sayılmıyor muyum? Ne saçma! Son model, herkesin elinde olan marka telefonla gezmeyince neden ezik oluyorum? Eski veya ele ayağa düşmemiş eşyalara sempati duyamaz mıyım? Kurtulun bu ‘herkeste var’ sürüsünden. Yatınızdan, katınızdan, rütbenizden bana ne? Neden yarın silineceğiniz yerlere el pençe divan durmak zorundayım? Neden rütbe yada para sahibi olanlar -yasa varmış gibi- kibirleniyorlar? Sakın para ve rütbe onları sahiplenmiş olmasın. Kime ne fakirliğimden, zenginliğimden? Ona göre mi hürmet edeceksiniz? Ya Hû benim evimden, eşyalarımın kalitesinden size ne? Beğenip almış olamaz mıyım? Sevmediyseniz gelmeyin. Her kapıdan geçenin zevkine göre ayrı ayrı döşeyemem ya! Kimi ilgilendirir işim, aşım, eşim? Yani hepimiz çoğunluğa göre mi çalışmak yada oturmak, okumak veya okulu bırakmak zorundayız? Herkes aynı filmi aynı diziyi izlemek, tüm kült filmleri izlemiş olmak zorunda mı? Belki ben sadece çizgi film izlemekten zevk alıyorum. Bilim kurgu sevmek, bütün klasikleri okumuş olmak mecburiyetinde miyim? Siz polisiye sevmek zorunda mısınız? Okumadığımı, seyretmediğimi duyunca uzaylı görmüş gibi bakmaktan vazgeçin.
Kızım diye pembeyi, erkeğim diye maviyi sevmek hükmünü giydiriyorsunuz. Ne saçma! Pembe giyen erkeğe sizin bu bağnazca bakışlarınız ne olacak? Kime ne benim ayakkabımdan, terliğimden, düz yada çarpık yürümemden? Kime ne giydiğim etekten, elbiseden? Açık yeşil ile moru aynı anda giydiysem size ne? Bana ne modadan, uyumdan; kime ne uyumsuzluğumdan? Bana ne sizin göz zevkinizden, öyleyse bakmayın. Kimi ilgilendirir kestirip uzattığım, dibi gelmiş yada boyattığım, dağıttığım, topladığım saçlar? Gözümden, kaşımdan, burnumdan size ne? Parfümümü sevip sevmemeniz beni ne ilgilendirir? Her yanımdan geçen için ayrı parfüm sıkmamı mı bekliyorsunuz? Çok beklersiniz. Sarılmayın öyleyse. Çoraplarım absürt ise bakmayın, ne işiniz var ayağımla? Zayıfım, şişmanım, oh ruhuma değsin, benim bedenim karışmayın! Rujumu, makyajımı yada başörtümü ben kendime yakıştırdıysam siz konuşamazsınız. Bir düşünün, herkes aynı şeyleri yapacaksa neden farklı geldik bu dünyaya?
Her yıl SMA Farkındalık Ayı olarak anılan ağustos ayında bu yıl da yapılan çeşitli etkinlikler ve bağışlarla KASDER, SMA hastalarının yanında oldu.
Bazen bir gülüş, bazen ufak bir dokunuş bir SMA hastasının hayatına nefes olabilir diyen KASDER, ağustos boyunca yaptığı etkinliklerin sonunda SMA Hastalığı ile ilgili birçok önemli bilgiyi ve SMA hastalarının taleplerinin derlendiği bir videoyu SMA Farkındalık Ayı kapsamındaki etkinliklerinin kapanışı olarak yayınladı.
Herkesi üzdüğü gibi bizi de üzdü son’lar. Son bakış, son sigara ve o sigaranın son yudumu, Son bir resim, ağacı kesilmeden önce o ağaçtan yediğimiz son kiraz, Sevdiğimiz dizinin son bölümü ve daha bir sürü son. Biz bütün bu üzüntüleri içinde barındıran ‘son’ kelimesine rağmen Son’baharı bir başka tutkuyla sevdik.
Sıcak yaz aylarının sonuncusu olan ağustos’u da geride bırakırken sarının tonlarının hakim olacağı duygusal ve hüzünlü bir mevsimin ilk ayı olan eylül ayına “Merhaba” diyoruz!
Eylül geldi hoş geldi… Eylül sonbaharın başlangıcı, serin havaların, güzelim yağmurların ayı… En romantik, en huzurlu, en duygusal, en dingin, en güzel aylardan biri de bu ay değil mi?
Bitişlerin ve yeni başlangıçların, geçişlerin, yenilenmenin ayıdır bana göre bu ay. Tatlı telâşların, hayallerin, vedaların ve merhabaların ayı..!
Eylül akşamı şarkısının ay bitmeden paylaşması gerekenler, en az bir tane yapraklar arasında sonbahar temalı bir fotoğraf olmadan olmazcılar, daha pastırma sıcakları gelecek deyip yazlıklarını çok ortadan kaldırmayacaklar, okul başlıyor isimli gerilim filminin fragmanlarını görecek miyizciler, güneyde hâlâ yaz olduğunu gözümüze sokan paylaşımları asla bitmeyen yazlıkçı tayfa, ne giyeceğine karar veremediğinden depresyona giren mini şortlu ve çizmeliler ekibi, küresel ısınma tanımlamasını günde en az bir kere cümle içinde kullanmasının zorunlu olduğu aile yemekleri, yaz aşklarının bitmesini bahane eden depresif kitlenin duygular şelalesi paylaşımları ve ‘Yazlıkları aslında şimdi alacaksın her şey çok ucuz.’ fırsatçıları…
Bu eylül ayında tatlı yaz rehavetinden uyanışımıza günaydın. Normale dönüşün hüznü ayrı bir keyiftir ya; telâşların, hayallerin ve yağmur kokusunun o enfes hazzıdır. Eylül umut ayıdır bir kere (!) Yeniye, değişime hazırlıktır. Yenilenmeden önce değişmek gerektir çünkü.
Eylül bizi değişime zorlar. Bir şeyler anlatmak, anlamlandırmak ister. Aslında hayata yeniden başlamanın, yeni başlangıçlar yapmanın tam zamanı!!! Ne yaza ne de güze ait yaşadığınızı hissedin kendinizi. O kendi başına buyrukluğnuzda kaybedilin, bulunun ve yaşayın. Artık yazın kavuruculuğu kalmamış, kışın soğukları da başlamamıştır. Size göre de “Eylül bir ay değil başlı başına mevsim(mi)dir.”
Şu andan itibaren akışa teslim olarak yeniliğe ve değişime kapılarımızı açalım. Bu ay hevesle dolalım, bu heves içimizi öyle bir doldursun ki her şeyi başarabilecek gibi hissedelim kendimizi, içimizde tatlı bir telaş, hiç olmadığımız kadar umut dolu olalım.
Ne mi istiyorum?
Eylül gibi bir şey istiyorum ben.
Yakmasın… Üşütmesin…
Sarı sabrım, yeşil dileğim olsun.
Eylül gelsin.
Eylül ayı neden farklıdır?
Eylül ayı için birçok soru, birçok şiir vardır. Neden farklıdır peki eylül ayı sizce de?
Yaprak koleksiyonu yapanlar, battaniye altında film izleme ayını başlatanlar, Kadıköy’den binenin tadından yenmez vapur yolculukları, ıslanmaya razı olan ya da zamansız yağmurlar için şemsiyesini yanından ayırmayanlar, su birikintilerinin üzerinde zikzak çizerek atlayıp yürüyenler mesela, eylülde güneşle saklambaç oynayanlar, melankoli gazların trafiğinde eğlenmek için kasmayanlar, nereye gideceğini düşünmeyip kendini yollara vuranlar, en baba sonbahar şarkıları, ışığın, rüzgârın, bulutların ‘En Sarı Ayı’nda pencere önüne tüneyip kursağına kadar çekili çoraplarıyla asla içmediğimiz kahve kupamızı elimize alıp süpermarketten 3 liraya aldığımız kitabı da kadraja dahil edip fotoğraf çekilmezseniz eylül gelmiş saymıyoruz!
Yaprağına, yağmuruna, renklerine şiir gibi karışmak istediğimiz eylülde, her mevsim aynı iklimde gülümsemeniz dileğimle. ??
Dünya Barış Günü 1 Eylülde mi yoksa 21 Eylülde mi?
Dünya Barış Günü Ne Zaman?Ne zaman olarak belirlendi?Barış gününün ne zaman olduğu belli mi? Barış gününün tarihi belli mi?Resmi anlamda barış günü ne zaman?İşte tüm soruların cevabı…
Eskiden Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı üyesi ülkeler barış içinde bir dünya mücadelesi görevini hatırlatmak amacıyla Almanya’nın 1939 yılında Polonya’yı işgal ederek İkinci Dünya Savaşı’nı başlattığı tarih olan 1 Eylül‘ü “Dünya Barış Günü” olarak ilan etmiştir.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 1981’deki 57. birleşiminde, “Genel Kurul’un açılış günü olan her eylülün üçüncü salı gününü”nü “Uluslararası Barış Günü” ilan etmiştir. Yıllar sonra Genel Kurul’un 7 Eylül 2001 tarih ve A/RES/55/282 sayılı kararı ile 21 Eylül’ü Barış Günü olarak kabul edilmiştir.
Birleşmiş Milletler, Barış Günü’nde, dünya çapında çatışmaların önlenmesi ve barışın tesisi yolunda bilinçlenmeyi amaçlıyor. Her 21 Eylül’de, Birleşmiş Milletler Merkezi’ndeki “Barış Çanı” çalınıyor. Savaşlardaki insani kıyımın anısına Japonya tarafından yaptırılan bu çan, dünyanın tüm kıtalarından çocukların bağışladıkları bozuk paralarla üretildi. Çanın üzerine, “Çok Yaşa Mutlak Barış” yazısı kazındı.
Pencereden bakıp dışarıdan gelen sesleri dinliyorum. Kimi zaman ambulans sesi susturuyor sanki tüm şehrin gürültüsünü. Süratle giderken, diğer yoldan bir düğün konvoyu katılıyor ana yolun trafiğine.
Bu sefer davulcu inletiyor tüm sokağı.
Işığı takılmış ambulansa yetişememiş, arabada var trafikte, herkes onu kız almaya gidiyor zannederken o gelin ile değil, belki de yürek yanması ile dönecek geriye.