Ölümün Müziğini Dinlemek İsteyenlere: Suskunlar

İhsan Oktay Anar, postmodernizm akımının en güçlü yazarlarından birisidir. Bizler, ilk romanı olan “Puslu Kıtalar Atlası” sayesinde onun bu güçlü kalemiyle tanıştık. Romanlarında genellikle tarihî, dinî, felsefî ve mitolojik unsurların postmodernizm ile harmanlandığını görüyoruz. Bugün de “Suskunlar” romanını incelemeye çalışacağız. İncelemeye geçmeden önce sizlere “Suskunlar” romanını kısaca bir özetlemek istiyorum.

Suskunlar romanı; yegâh, dügâh ve segâh olmak üzere üç bölümden oluşuyor. İlk bölüm olan “Yegâh”, ihtiyar bir bekçinin hayaletle karşılaşması ile başlıyor. Bizlere bu hayaletin Asım’ın hayaleti olduğu söyleniyor. Asım’ın hayaleti roman boyunca bizim peşimizi hiç bırakmıyor. Daha sonrasında Kalın Musa, Veysel, Davut ve Eflatun isimli karakterler bizlere tanıtılıyor. Veysel ve Davut musikiye olan yetenekleriyle karşımıza çıkıyorlar. Ama bu musiki onların başına dert oluyor. Davut, Nevâ adında bir kıza aşık oluyor. Annesi kızını ona vermek için bir şart öne sürüyor. Burada Asım’ın hayaletinin Nevâ’ya musallat olduğunu anlıyoruz. Nevâ’nın annesi Davut’a notaların yazılı olduğu bir kâğıt veriyor. Bunun bir semai olduğunu anlıyor. Ancak bu notalardaki kusurun düzeltildiği zaman Asım’ın hayaletinin Nevâ’dan vazgeçeceğini söylüyor. Davut bu kusuru bulmak için raftan ûdunu alarak semaiyi çalmaya başlıyor. Çalmayı bitirdiğinde kapının arkasından gıcırtılar geldiğini fark ediyor. Her ne kadar korksa da bir eline mangal maşasını, diğer eline de şamdanı alıp kapıyı açıyor ve o meşhur Asım’ın hayaleti ile karşılaşıyor. Bu bölüm bu şekilde sonra eriyor. Daha sonrasında romanın ikinci bölümü olan “Dügâh” a geçiyor.

“Dügâh” bölümü Davut’un kardeşi olan Eflatun’un duyduğu ilginç bir sesin peşine düşmesiyle başlıyor. Göz göze geldiği her kişiye “Beni siz mi çağırdınız?” diye soruyor, fakat istediği cevabı alamıyor. Bir de bunu sordu diye birçok kişiden dayak yiyor. Sonlara doğru Mevlevîlerin bulunduğu bir yere giriyor. Bir Mevlevî dervişi onu içeri buyur ediyor ve yaralarını sarıyorlar. O sırada bir ney sesi duyuyor. Sürekli kulağında çınlayan sesin bu olduğunu anlıyor. Romanın tam burasında bu Mevlevî dervişinin belki de hayatının dönüm noktası olan hikâyesinden bahsediliyor. Eflatun orada uzun bir süre kalıyor. Bir “kız neyi”ni görür görmez ondan çok etkileniyor. Mevlevî dervişi ondan o duyduğu sesi çalmasını istiyor. Bu sırada da kimse duymasın diye bütün kapıları kapatıyor. Ney çalınması bittikten sonra kapıdan dışarı çıkıyorlar. Eflatun sağır bir insan olarak dışarı çıkıyor. Bu bölümde bu şekilde sona eriyor.

Son bölüm olan “Segâh” bölümü Davut’un Asım’ın hayaletinden kurtulmak için çare aramasıyla başlıyor. Bunun üzerine “hayalet avcısı” denilen kişiden yardım istiyor ama Asım’ın hayaleti geldiği zaman hayalet avcısı korkup kaçıyor. Sonrasında Davut, Eflatun’un hocası olan Mevlevî dervişinden yardım istiyor. Hoca ona Asım’ın yazmış olduğu müzik notalarını veriyor. Daha sonrasında romanda Yedi Kule Kâhini’nin, Zahir’in ve Rafael’in başından geçenler anlatılıyor. Rafael’in başından geçenlerin anlatıldığı kısımda karşımıza, roman için önemli karakterler olan Tağut ve Alessandro Perevelli çıkıyor. En sonunda Asım’ın neden öldüğünü ve neden hayaletinin musallat olduğunu anlamış oluyoruz.

Kitabın içerisindeki bölümler isimlerini musiki makamlarından alıyor. Bunun yanında en göze çarpan Kur’an-ı Kerim’den, İncil’den ve Tevrat’tan alınan alıntılar oluyor. Tevrat’tan alınan, Allah’ın yeryüzünü yaratışının anlatıldığı bölümde İhsan Oktay Anar oynama yapıyor ve musiki unsular katarak kendi metnini yeniden oluşturuyor: “Başlangıçta sükût var idi. Ve her yer karanlık idi. Ve Yaradan Yegâh makamında terennüm eyledi. Ve bu ışıltılı nağme ile etraf nûr oldu…” “Ve Yaradan Dügâh makamında terennüm etti. Ve suların ortasında bir azîm kubbe peydâ oldu. Ve kubbe tâ arşa kadar yükseldi. Ve nağme, işte bu kubbede yankılanıp geri döndü. Ve Yaradan bu Dügâh nağmenin güzel olduğunu gördü…” Bunun yanında “hayat nefesi”nden bahsediliyor. Bu hayat nefesi sadece Tevrat’ta değil diğer kutsal kitaplarda da geçiyor. Bu kutsal kitaplardaki inanış Allah’ın ilk insana yani Hz. Âdem’in burnuna “hayat nefesi” üfleyerek can verdiğidir.

İncil’e baktığımızda ise; romanda adı geçen Zâhir ve babası Neyzen Batın Efendi Hazretleri, İncil’deki Hz. İsa ve yaratıcıyı temsil etmektedir. İhsan Oktay Anar yine İncil’de geçen bu metin üzerinde değişiklikler yapıyor. Zâhir, romanda ilk karşımıza çıktığında Çemberlitaş Hamamı’na gitmektedir. Burada Yahya adlı bir tellak tarafından yıkanırken içeriye bir güvercin girer. Bu olay Hz. İsa’nın Erden ırmağının kenarındaki vaftiz törenine göndermedir. Hz. İsa’yı vaftiz eden kişi de Hz. Yahya’dır. Zahir’in yobazlar tarafından işkenceye uğraması, taşlanması, haç şeklinde bir tomruğa bağlanması bizlere Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesini hatırlatmaktadır.

Kur’an-ı Kerim ile en belirgin bağlantısı Habil ve Kabil’dir. Bu romanda da Kabil kardeşini öldüren kişi olarak karşımıza çıkar. Kabil, yeğenleriyle beraber Âmin’i öldürmek için yola çıkmıştır. Yanlarında bir karga da bulunmaktadır. Kabil Âmin’i öldürdükten sonra karga ona Âmin’i toprağa gömmesini söyler. Burada Kur’an-ı Kerim’in Mâide Sûresi’ne gönderme vardır. Mâide Sûresi’nde de Kabil, kardeşi Habil’i öldürdükten sonra, bir karga Habil’i toprağa gömmesi için toprağı eşeler. Bunun yanı sıra roman için önemli bir karakter olan Tağut, şeytandır. Romanda Tağut aracılığıyla şeytan ile insan arasındaki mücadeleye gönderme yapılmaktadır.

Kutsal kitaplardan farklı olarak Mevlânâ’nın o meşhur “Gel!” çağrısına da gönderme vardır. Eflatun’un bir gün “gel” çağrısı niteliği taşıyan bir ses duyması bu duruma örnektir. Eflatun’un kulağına gelen o sesin peşinden giderken yedi ön plana çıkan kişiyle karşılaşır. Bu yedi kişi Yeni Ahit’te geçen “yedi ölümcül günahı” temsil eder. Eflatun’un ilk karşılaştığı kişi, komşusu satış yapıyor ama kendisi yapamıyor diye kıskanan bir bakkaldır. Bu bakkal kıskançlığı temsil eder. İkinci karşılaştığı kişi, yağız ata binmiş, burnu Kaf Dağı’nda, zedegân sınıfından bir delikanlıdır. Bu delikanlı da kibiri temsil etmektedir. Üçüncü kişi bir dilencidir. Bu dilenci sürekli bir şilte üzerinde yan gelip yatan, eve gitmeye üşendiği için kendisini küfe içinde taşıyacak bir hamal tutan bir kişidir. Anlaşıldığı üzere bu dilenci tembelliği temsil etmektedir. Dördüncü kişi, obur ve pisboğaz olan bir zattır. Bu zat, oburluğu temsil etmektedir. Beşinci kişi, öfkeden gözü dönmüş bir şekilde kölesini döven ak sakallı bir ihtiyardır. Bu ihtiyar da öfkeyi temsil etmektedir. Altıncı kişi, çok parası olan ama borcunu ödemeyecek kadar açgözlü olan Rum tüccardır. Bu tüccar da açgözlülüğü temsil eder. Yedinci ve son kişi de bir yeniçeri zabiti ve yanındaki kötü yola düşmüş kadınlardır. Bu yeniçeri zabiti de şehveti temsil eder.

Bunun yanında kitaptaki önemli iki karakter grotesk bedenin temsilcileridir. Grotesk beden; eksik, tamamlanmamış, kusurlu bedenlerdir. Karakterlerin uzuvları ya eksiktir ya da fazladır. Buradaki en bariz örnek Cüce Efendi’dir. Cüce Efendi, altı parmaklı ve cücedir. Kolları bedenine göre uzun, elleri de büyüktür. Grotesk bedenin karşılığıdır diyebiliriz. Grotesk bedene bir diğer örnek Tağut’tur. Hayvan ve insan bedeni aynı vücut içerisindedir. Bu hayvan yılandır. Romanda geçen şu bölüm de Tağut’un grotesk bedeni temsil ettiğine örnektir: “İnsanların gözleri sağa sola, aşağıya yukarıya dönerken, Tağut’un gözleri önden arkaya ve arkadan öne dönüyordu. Ayrıca her bir gözünde, biri insanınkine benzeyen, diğeri ise yılanınkini andıran iki gözbebeği vardı. Öte yandan, nabzı her on bir saat ve altı dakikada bir atıyordu.”

Okurken bir o kadar zorlandığım, fakat bir o kadar da keyif aldığım bir romandı. Okumanızı şiddetle tavsiye ederim.

 

 

NO COMMENTS

LEAVE A REPLY

Bir yorum girin
Adınız

Exit mobile version