Ne Zaman Kül’üyüm?

‘Şu an sahip olmadığım, bir zamanlar bana ait olduğu gerçeğini değiştirmeye yetmiyordu.’

‘Aşkı hiç gördün mü?’

Ona dünyanın en saçma sorusunu sormuş gibi baktım. Ama hiç de üzerine alınmış görünmüyordu.

‘Aşık olup olmadığımı soruyorsun herhalde?’

‘Cık’ dedi. ‘Yok, o herkese nasip olmaz. Ama herkes hayatında bir kez aşka tanık olur.’

Benden kısa boyu, kocaman bir gülümsemesi vardı. Bazen onu ciddiye almakta zorlanıyordum. Ama bazı anlar geliyordu, şimdi olduğu gibi… Karşımdaki kızın bu dünyalardan çok uzaklarda, hiçbir kötülüğün ve gerçekliğin ona dokunamadığı bir yerde yaşadığını hissediyordum.

‘Eee?’ diye sordu yüzünde kıpır kıpır ve kıpırtısız bir ifadeyle. ‘Anlatmayacak mısın?’

Ona kızmaya niyetlendim ama başaramadım. İnsan nasıl böyle bir yüze, evladına karşı öfkelenebilir ki…

‘Aşk sandığın gibi görebileceğin ya da kelimelere diyebileceğin bir şey değildir.’ Söylediklerim Ayşe’nin dikkatini çekmişti. Tamamen bana odaklanıp devam et dercesine gözlerimin içine baktı. ‘Bazı duygular kelimelere sığmayacak kadar derindir. Dünya üzerindeki hangi kelimeyi getirirsen yanına sönük kalır. Gördüm sanarsın, yanılırsın. Yalnızca kalpte yeri vardır aşkın. Aşk kalpten ruha akan ve birbirini mühürleyen bir mucizedir.’

Biten sözlerimin ardından boğazıma düğümlenenler kelimelere dökemediklerimin bedenime vurduğu acılardı. Herkes bardağın elimden düşüşünü fark etti ama hiç kimse elimin titreyişini fark etmedi. Mustafa’nın ‘Aşka sahip olmayan birisine göre, söylediklerin fazla düşündürücü.’ sözleri dudaklarıma acı bir tebessümün yayılmasını sağlamıştı. Ama bilmediği bir şey vardı. Şu an sahip olmadığım, bir zamanlar bana ait olduğu gerçeğini değiştirmeye yetmiyordu.

☆☆☆

‘Bu kadar nefret edilmeyi hak ediyor muyum gerçekten?’

‘O kadar yorgunum ki…’

Mustafa’nın sesi öylesine titriyordu ki kelimeler boğazıma düğümlendi. ‘Neyden?’

Gözlerini açıp bir şeyler mırıldanınca söylemek istemeyecek diye korktum. Sonra başını kaldırdı, o çökük omuzları ve yaşlı gözleriyle bana baktı:

‘Bu kadar nefret edilmekten…’

Bir insan bu sözleri söyleyecek kadar ne yaşamış -ne yaşatmış- olabilir diye düşünmeden edemedim. Uzanmak, onu kollarımın arasına alıp teselli etmek isterdim. İnsanın içindeki hisler hep kötü anıları beslemeseydi eğer…

‘Söylesene..?’ dedi yüzünden bir damla düşerken.

‘Sen iyi birisin. Adilsin. Bu kadar nefret edilmeyi hak ediyor muyum gerçekten?’

Onu tanıyalı on iki yıl olmuştu. Kalkıp sen sevilmeyi hak ediyorsun desem hangi lafıma inanacaktı? -bir kere ben inanmazdım- Bu düşünce içimde hissettiğim mutlulukla beraber çürüdü. Neden mutluydum? Çünkü bu karşımdaki kırgın ve sapkın adam benim iyi, adil biri olduğumu söylemişti.

‘Her insan sevilmeyi hak eder.’ Uzanıp sarılacak cesareti ve cüreti bulamasam da yüreği gibi buz kesmiş ellerini tuttum.

‘Ve hiç kimse nefret edilmeyi hak etmez. İnsanlar senden, sen kötü biri olduğun için nefret etmiyor. -Bu cümleden sonra bir ölüm yorgunluğu yerleşti iyimser hücrelerime.- Kalplerinde kötülük olduğu için nefret ediyorlar. -Maalesef kalbimde kötülüklerinden başka bir birikim ve kin yoktu.-

Kaşları birer ters yay gibi büzüldü. Ağzını açtı ama kelimeler yolunu kaybetmiş bir çocuk gibi kaçtı.
‘Anlıyorum seni.’ dedim dargın ve baygın bir halde kolunu sıvazlarken. ‘Anlıyorum.’

Sustuğuma hiç pişman olmadım. Konuştuğuma defalarca pişman oldum. Sinemde yutkunamadığım bir sıkıntı… Allah’ım kalbimin yanlışa meyletmesine izin verme. Benim ne kadar üzüleceğimi hesaba katmadığı her olay onu mahvedecek! Gönlümün kıymetini bilmezsen demiştim; yakarım seni mevlâ aşkına…

Artık hiçbir şey düşünmeye izin yoktu, hiç geriye doğru bakılmayacaktı, öne doğru bile bakılmayacaktı. Ne geçmiş ne gelecek düşünülecekti…

“Gülleri sarı severim, toprağı ıslak…”

☆☆☆

‘Nasıl olup da ruhumda daha önce hiç tanımadığım bir başka ben çıkmıştı…’

Yaramın nerede olduğunu bilmiyorum. Yalnız bir yerim acıyor; çok acıyor. Kalbim olmasın..? En güzel sözleri duyduğum kişiyle en ağır şeyleri işittiğim insanın aynı olması da ayrı bir yaralayıcı.

‘Sevmek kalbi naifleştiriyor, peki neden beni kendin gibi gamsızlaştırıyorsun?’ Beni duymayan kalbe, lâlım bundan gayrı. Beni sevmeyen bir adamı, sevmemeye karar verdim.

Sorsan ki şu ahir zamanda kendine ne yaptın diye; ‘Sevilmek isteyen gönlümü, bir olmazın peşine takıp çok güzel ziyan oldum.’ derim.

Sözlerim birer fısıltıdan ibaretti. Çünkü ne bağıracak ne de kelimeleri bir onaya getirecek güce sahiptim. Sanki ruhumun kemikleri birer birer kırılmış ve hepsi birden kalbime saplanmıştı. Daha önce de acılarla yüz yüze gelmiştim ama bu sefer acıyı tatmaktan öte acının kendisi olmakla yüzleşiyor(d)um.

Bu kadar mı nefret etmiştim Mustafa’dan? Hiç mi yer edinememiştik kalplerimizde? Bir iz dahi bırakmamış mıydık? Dizlerimin altında ezilen toprak yağmurun etkisiyle çamurlaşmaya başlamıştı. Avuçlarımı toprağın üzerine bastırıp var gücümle sıkmaya başladım. Sanki bir nebze olsun acımı alır diye bir medet umdum ondan. Olmadı, ne acım hafifledi ne de yağmur az da olsa hafifledi.

Sanki her şey sözlerimi mühürlüyordu. Toprak bile sahiplenip sevmiyordu beni. Başımı göğe kaldırdım. Yağmur damlaları tenimi delmek istercesine sicim sicim inerken içimde kalan son güçle dilime tutunan kelimeleri göğe haykırdım:

‘Yalvarırım! Affedin nefret edileceğim, kimse sevmez artık beni…’

Artık gözyaşlarım özgürlüğünü ilan etmiş ve var gücüyle günahlarımdan arındırmak için akmaya devam ediyordu. Başımı yeniden yere indirdiğimde bir çift ayakkabı görmeyi elbette beklemiyordum. Gözlerim Murat’ın gözlerine ulaştı. Bana buruk bir şekilde tebessüm ederken aynı zamanda acımı hissediyor gibi bakıyordu. Dudaklarından süzülen kelimeler ise kesinlikle beklediğim bir şey değildi.

‘Anne! Verebileceğin en cesurca karar, kalbini ve ruhunu inciten her şeyi bırakmandır. Bize ‘Baba’ dedirttiğin Mustafa yüzünden Ayşe okula gönderilmiyor, Musa sanayide iş kazası yüzünden sakat kalıyor, Fatma’nın ve diğer oğlanların tavırları baba dediğimiz kişi yüzünden bozuk ve soğuk…’

‘Onu dünyadan göndereceğim ve sizi mutlu edeceğim.’

Nasıl olup da ruhumda daha önce hiç tanımadığım bir başka ben çıkmıştı. Ah ki ne ah! Garip kaldık bu alemin hengamesinde…

☆☆☆

‘Karaboğaz haddini aşar, bağ bozumunda yükselir taşar… Bir ailenin gülleri solgun, külleri yorgun yaşar… Kim kimin derinliğini görebilir akıp giderken zaman? Hem de hangi gözle..?”

Kendimi dün geceden beri sürekli uzun uzun düşünürken buluyorum fakat bu düşünceler beni bir ırmağın kenarında götürmüyor. Seni nereye olduğunu bilmeden yürüten o derdi kime anlatacaksın Güllü? (Aynaya karşı) Kendi istek ve arzularım için değil çocuklarım için bu akşam olacak olanlar.

Hatice’nin yanından ayrıldığı belli olan Mustafa, sürü ile eve geldi. Herkes iş bölümünü eksiksiz yapıyordu tembihlemişim gibi. Mustafa’nın üzerinde sinen asabilik ve memnuniyetsizlik genzimi yakmıştı… Saatler ilerledikçe damarlarımda akan kanın bileklerime ve şakaklarıma yaptığı artan vuruşları hissediyordum. Çocukları yataklarına yatırdım ve uyuduklarından emin olana kadar yanlarından ayrılmadım.

Murat’ın yüzüne baktım. Yetiştirdiğim cellata büyük bir güvenle bakıyordum. Mustafa’dan kurtulacaktık. Dünyamızı kurtaracaktık.

Her insanın hayatında kendini yetersiz ya da kötü olduğu bir gün olur. Ben şimdiye kadar bunu sık sık yaşadığımı düşünmüştüm. Buna rağmen, bunu sizden başka kimseye söyleyecek gücüm olmasa da hiçbir zaman yanlış yolda oluşuma inanmamıştım. Bazı insanların düşüncelerimi beğenmemesi benim suçum değildi. Onlarındı. Ben kendimi ve değer verdiklerimi korumak için ne gerekiyorsa onu yaptım.

Hayatımda ilk kez birisi yüzüme yanlış yaptığımı çarpmıyordu. Ama ben, buna ilk kez inanıyordum. Sevdiklerimi korumak için başkalarının sevdiklerine zarar vermiştim ve her ne kadar yapmam gereken buydu da desem, benim yapmam gereken olanı durdurmaktı, öldürmek değildi.

Mustafa’yı halıya sarıp arka bahçede ateş yakmıştık. Mustafa bu dünyadaki cehenneminde yanarak ölecekti. Cesetin kokusunu, koyun yünlerini ve yorganları yakarak bastırdık. Yağmur öyle yağmaya başlamıştı ki… Yağmurda günahlarımızla sırıl sıklam kalakaldık… Ben ne zaman gül’üyüm, ben ne zaman kül’üyüm, ben ne zaman öl’üyüm…

İstemeden anılarımın arasında dolaşırken, gözlerimi kapatıp kulaklarımı tıkıyorum. Bu sefer o ölüm kokusu geliyor burnuma. Böyle yeniden canlanıyor bütün kaygılar. O buz gibi anılar, simsiyah acılar… Unutmak istedim de, hatırlattılar…

Gönlümdeki fırtına dindi ama bütün çiçeklerim telef oldu bu cehennemde. ‘Üzülme’ uzanıp yüzümü tuttuğunda kan damlaları yanaklarımdan aktı. ‘Ben ölmesi gereken son kötü adamdım. Artık özgürsün.’ dediğini unutabilir miyim? Bir insanı ölürken izlemek ve yanıp kül oluşunu gizlemek ne kadar derin; gündüzleri ölü, geceleri emanet ruhumda…

Karaboğaz haddini aşar, bağ bozumunda yükselir taşar… Bir ailenin gülleri solgun, külleri yorgun yaşar… Kim kimin derinliğini görebilir akıp giderken zaman? Hem de hangi gözle..?

Üzerime kan kokusu sinmiş hırkamı çıkarırken aynadaki yansımama baktım. Bu insan gerçekten ben miydim? Ellerimdeki kahverengi lekeler gerçekten başka bir insana -kocama- mı aitti? Peki ya bu Karaboğaz’ın bulanıklığı… Ölmüş bir bedenin küllerinden mi bu halde yoksa solmuş bir bedelin külleri mi gözyaşlarımın bulanıklığı..?

Hikayem sona ererken asla sesli olarak kabul edemeyeceğim bir gerçekle yüzleşiyordum;

Bu hikâyenin kötüsü, bendim.

İnsanların kötülüğünü gördüğümde kendimi evime kapatmak istedim. Bunun yerine kendimi hapishanede buldum. Yerimde başka biri olsaydı bu soğuk odaya kısılıp kaldığı için kahrolurdu. Oysa ben artık insanlardan kaçmak istiyordum.

Ve hayatımda ilk defa özgürdüm.

Allah’tan başka hiç kimseyi râzı etmeye ihtiyacım olmadığını fark ettikten sonra, özgürlüğün ne olduğunu anlamıştım.

Gül’dürülemeyenlerden misin? Sol’durulamayanlardan mısın? Kül’lerinden yeniden doğmak için o büyük günü bekleyenlerden misin?

“Merhaba yaşamak! ‘Bende kül, bende kanat, bende gizem’ bırakmadılar…”

NO COMMENTS

LEAVE A REPLY

Bir yorum girin
Adınız

Exit mobile version