“Konuşurken herhangi bir cümleye başlamak çok kolay. Hiç olmadı, o anda ne yapıyorsan ona dair bir şey çıkıyor ağzından ve böyle konuşma akıp gidiyor. Ama yazarak anlatmanın bu kadar zor olacağını kimse söylememişti bana. Çünkü, insan tek bir cümlede ne var ne yoksa anlatmak istiyormuş gibi oluyor. Bunca fikri veya olayı tek bir cümleye sığdırmak ne kadar da büyük bir aptallık olur. Cümlenin anlamı kayar mesela, virgülün sayısı arttıkça okuyanın kafası karışır. Derken bir bakmışsın, aslında söylemek istediklerinin sadece başlangıcı onca paragraftan çıkan sonuç olmuş. Bu da okuyan için tam bir zaman kaybı oluyor. Mesela ben de aynı dertten mustaribim sanırım. Baksana daha anlatmaya başlamadan nerelere yuvarlandı tüm satırlar. Bu böyle bile olsa, senin karşına geçip, sana sağlam savunmalar yaparak derdimi anlatmaktan –ki evet, seninle konuşmak bazen üstünde dolaştığın konunun bilimsel ispatını da gerektirir- daha kolay. Sanırım bu son cümle ile nihayet bir yola girdim. O zaman istersen şimdi de en geçmişten bahsetmeye başlayarak, aslında bildiğin bir çok şeyi, bir paragraf içinde artık daha fazla aslında yazmadan anlatayım….”
Uyanıklıkla uyumak arasında bir yerde, böyle durumlar için de araf tabirini kullanmanın mümkün olduğu bir haldeydi Nihal. Usulca yüzüne doğru daha fazla süzülen sabah güneşinin, otobüs camının da etkisiyle yarattığı ısınma hissi yüzünden keyfi kaçtı. Mağrur ve sevimsiz bir uyanma evresini yaşıyordu. Koynunda öylece kalmış gazeteyi eline aldı. Puslanmış gözleri iyice okumaya müsait hale geldiğinde, geceden beri bilmem kaç defa okuduğu haberi yeniden okumaya başladı, geceden gündüze sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi. “… Arkadaşlarıyla birlikte midye toplamak için gittiği kayalıklarda, denize girdiği sırada astım krizine yakalanan on altı yaşındaki H.K. kısa süre içerisinde feci bir şekilde can verdi. Emniyet ve sahil güvenlik ekiplerince yapılan ön incelemede, H.K.’nin olaydan kısa süre önce yüksek dozda alkol ve uyuşturucu madde aldığı ortaya çıktı…”
Kendisi ile ilgili yaptığı ilk şey, bu haberi okur okumaz hayatta olduğu için şükretmek oldu yeniden. Yüzünü camdan dışarıya bakmak için çevirdi. O sırada varmak üzere olduğu şehrin tabelasının yanından geçti. “Demek bu kadar kolaymış.” diye mırıldandı usulca.
“Bizim seninle karşılaşmamız çok basit ve arkadaş yordamıyla olduğu için hep hayıflanırdım. Ben hayatım boyunca hep ekranda gördüğüm, kimi abuk karşılaşmaların birine denk gelmeyi umdum. Ama olmadı. Elimi tanışmak için sıktığında ya da benim kuaför olduğumu öğrenir öğrenmez bununla alakalı yüzlerce soru sorduğunda bile herhangi biriydin benim için. Her karşılaştığımızda yine aynı heyecanla soru üstüne soru soruyor, bazılarının cevabını bile dinlemeden yüz çevirip kayboluyordun bir anda. Böylesi sinir bozucu bir duruma kim, ne kadar katlanabilirdi ki? Kaldı ki senin brezilya fönünün fiyatıyla alakan ne olabilirdi? Alfonzo musun sen? Değilsin ve asla da olamazsın. Hayatımda böyle uyduruk ve sinir bozucu sorular duymamıştım. Böyle geçerken günler bir dahaki sefere hangi saçma şeyleri konuşacak benimle diye sorarken buldum kendimi kendime. Buna bir gece rüyamda beni sorularınla taciz etmen de eklenince, artık sağlıklı bir düşünce kurgusu oluşturamayacağımı anladım seninle ilgili. Bir de beni ilk öptüğünde hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını…”
Otobüsün gece durduğu dinlenme tesisinde insanlar televizyona yapışmış, gece yaşanan olayları seyrediyordu. Kimisi elinde telefon, panikle birilerini arıyordu. Neyse ki, Nihal’in arayacağı kimsesi yoktu. Televizyonda gösterilen şeylere uzak bir yerdeydi tüm önem verdikleri. Ona değer verenlerde muhtemelen uyuyorlardı ki, kimse aramıyordu. Zaten onca aramaya kontör mü dayanırdı. O kadar panikleyen insan içinde kendini çok sakin hissediyor, ancak bu durumundan hiç rahatsızlık duymuyordu. Bunca telaşın içinde birinin sakin kalması gibi eften püften bir gerçekliğe tutunmuştu o ana dair. Elindeki servis tepsisini masaya bıraktı, sandalyesini çekti ve oturdu etrafı seyrederken. Dışarıdan birisi o anı gözlemlese, Nihal sanki suç işlemişte etrafındakiler ört bas etmek için koşuşturup duruyorlar gibi hissedebilirdi. Tepsideki bayatladığı her halinden belli çorbasına biraz ekmek banıp, anın etkisinden olacak, yanına aldığı gazetenin direk üçüncü sayfasını açtı ve okumaya başladı. “Sahilde Feci Ölüm!..” Haberi okudukça içi büzüştü. Soğuk kanlılığını korumak için, hayatta olduğuna şükrettikten sonra “Ölüm var. Üstelik herkes için…” dedi kendi kendine.
“Hayat durağan değildir. Akışkandır ve bu akışkanlığın içinde bizler, yani bulundukları konumdan çokta fazla bir yere kıpırdayamayanlar, akıp giden hayatın nehrinde, malum sözden alıntılayarak aynı suda yıkanmamaktayız. Su hem sıcaklık olarak, hem de akış hızı olarak değişkenlik gösterir. Bu değişime ayak uydurmak zorundayız ki hayat nehrinde dengemizi kaybetmeden ve boğulmadan ayakta kalabilelim. İşte tan bu yüzden değişmemiz gerekir. Değişmemiz ve gelişmemiz… En başlarda hiç bilmediğim bir dilde söylemişsin gibi gelen bu sözlerin, aslında Türkçe ve gayet anlaşılabilir olduğunu anlamam çok zamanımı aldı. Zaten senin yanında, ilk başta cümlelerin ögelerini öğrenen bir stajyer gibiydim. Daha sonra cümlede anlam ve paragrafta asıl anlatılmak isteneni çözmekle geçmeye başladı zaman. Derken kuru fasulye yiyen herkesin brezilya fönünü pahalı bulmasının sınıfsal bir gerçek olduğu, pisuara işeyen erkeklerin diğerlerine göre daha özgüven sahibi olduğu ve Kamboçya’nın icadı gibi çok saçma ama konuşurken mükemmel eğlendiren ve kafa açan şeyler, seni vazgeçilmez kılıyordu. Şimdi kalemimden bu satırlar böylesine akışkan dökülüyorsa, bil ki bu senin sayende. Ve yine senin sayende ölümle başa çıkabilme kabiliyeti edinmem. Öyle ya, ben kimsesiz büyümüştüm ve senin bir ailen vardı. Hayatında keşke tanışabilseydim dediğim kim varsa hepsi ansızın ve neredeyse peşi sıra toprak altına yatmıştı. Gözlerini uzaklara dikip bir seferinde “Ölüm var. Üstelik herkes için…” dediğin günü hiç unutmuyorum. O denli sağlam durmaya çalışman gerekli miydi, bilmiyorum. Beraber Leon’u izlediğimizde, ben hüngür hüngür ağlarken filmin sonunda, sen gözlerin dolu yine uzaklara bakıyordun. Akan bir damla göz yaşın akmamış gibi davrandın. O zaman nihayet dedim kendi kendime; nihayet koy verip rahatlayacak. Ama olmadı. Zaten, ne olduysa da bundan sonra oldu…”
Yolculuk başlayalı birkaç saat olmuştu. İnsanı rahatsız eden, yine de çok tedirgin olunmaması gereken bir sarsıntı hissetti Nihal. Bunu sadece kendi hissetmiş olmayacak ki; iki koltuk önündeki kızla flört eden muavini telaşla çağırdı şoför. Aralarında küçük bir konuşma geçti ve muavin mikrofondan “Sayın yolcularımız Deprem olmaktadır. Bu yüzden kısa bir süre duracağız. O yüzden araçtan inmeyin.” dedi. Fakat muavinin mikrofondan gelen bet sesinden olumsuz etkilenen neredeyse yolcuların tamamı araçtan inmek istedi. Nihal’de araçtan inen güruhun peşinden, hava almak maksadıyla indi. İnsanlar birbirlerine tasdik eder gibi “Deprem oluyor.” diyorlardı hafif bir telaşla. Kimse açık arazide deprem yaşayanların başına hiçbir şey gelemeyeceği bilincinde değildi anlaşılan. İnsanları izlerken kendisinin de eskiden olsa aynı tepkiler verebileceğini düşündü. “Ne kadar da değiştim!” diye geçirdi içinden ve kısa bir an olduğu bu yeni hali hiç sevmedi. Bunca insanın verdiği çoğunluk tepkiler içinde kendi tepkilerini azınlık kalmıştı. Bu halini sorgulamaya başladı. “Evet, en doğrusunu yapıyorum. Çünkü benliğim hala hayatta.” dedi kendi kendine. O sırada muavin herkesi otobüse geri çağırdı.
“Onca kaybın ardından, müneccim boku yemiş biri gibi davranmaya başlaman talihsizliklerin en büyüğüydü. İlk önce ağzımdan çıkan her cümleyi alelade ve örseleyerek yaptığın yorumları, salak bir çocuğun ağzından çıkan herhangi bir kelammış gibi bastırıp değiştirmeye çalıştın. Ardından artık cümle kurmama bile gerek kalmamıştı. Mimiklerimden yola çıkarak ağzımdan çıkacakları bilecekmiş gibi davranman ve beni altı boş sebeplerle suçlamaya başlaman –ki bence sen bile dönüp baksan ben bunu neden yapmışım dersin- beni ne denli üzüyordu göremedin bile. Senin için hayatta yaşanan her ne varsa, mutlak yazılı bir karşılığı, deneyimlenip kaleme alınmış bir makalesi veya notu vardı. Aksini ispat etmeye yeltenmek, sen gibi bir bilginin birikimine hakaretti ve biz aciz kulların ceza olarak kelamların altında ezilmeliydik. Duyguların, tecrübelerin, kaybettiklerinin boşluğunun okuduklarınla mana bulacağına inanman en büyük hatandı. Hisler ne zaman hormon salınımlarının nörolojik getirisi oldu senin için bir türlü anlamadım. Hayatın gerçeklerinden kopmamak için denediğin çare, seni gerçeklikten daha da uzaklaştırdı. Sana her seferinde “Hayatın tamamı kitaplarda okuduklarından ibaret değil!” demeyi denedim, beceremedim. Kendini tüm dünyaya ve en kötüsü de bana kapattığın gerçeğini şu an bile tartışıyor olsak, haklı olduğunu ispatlayacak en az beş alıntı ile savunurdun kendini. Umarım şimdi sustuklarımın sebebini daha net anlıyorsundur…”
Nihal, biri tekerleksiz iki bavuluyla birlikte zar zor gelmişti bineceği otobüsün önüne kadar. Çantasından biletini çıkarıp kontrol etmeye başladı. “Sefer numarası: R2145, Tarih: 17 Ağustos 1999, Kalkış Saati: 00:30…” Kendisine yaklaşan gevrek gülümsemeli muavine, kendisini çok fazla yanaşmaması gerektiğini bildiren ters bir bakış attı. Muavin nereye gideceğini sordu ve bavulları alıp otobüse yükledi. Son bir defa ardına baktı Nihal. Yolculanmak için kimseye haber vermemişti, yine de bu olsun istiyordu. Kimsenin gelmeyeceğine kendini biraz duraksayarak ikna etti ve “Bu kadar da zor olamamalıydı.” diye mırıldanarak otobüse bindi.
“Sevgilim! Hala daha o kadar çok yazıp lafı uzatmak istiyorum ki. Varmak istediğim sonuca ulaşmak istemiyorum. Ancak, bu mümkün değil. Zira nihayete erdirmeliyim. Bir karar verdim ve ardında durmalıyım…
Seni seviyorum… Hayatımda bir daha senin gibi birine rastlayamayacağımı da biliyorum. Bugünden sonra herkesin bana basit ve sıradan gelmesi defosunu, sanki bugünler gelirse hep seni seveyim diye oluşturmuşsun bünyemde. Böyle tatlı bir çakallığı da sadece sen yapardın zaten. Kesin bunu da ön görmüşsündür….
Off!… Lafın sonuna gelmek neden bu kadar zor!…
Ben bu gece, 1999’un ağustos ayının 16’sını 17’sine bağlayan şu anda, senin beni yok saymalarından ve örselemelerinden bıktığım için, yanında artık var olamadığımı hissettiğimden, bir arkadaşımın bana uzak bir şehirde daha iyi koşullarla teklif ettiği bir işi kendime bahane ederek, bu satırları okuduğun kağıdın sağ alında göreceğin gözyaşı izlerinin de yetkisiyle seni terk ediyorum…”
(Mor ve Ötesi - Nakba)